Gündem, Slider

Kayyum bize de gelir mi ? | Cemre Abrek

19 Ağustos sabahı Diyarbakır, Mardin ve Van’da yapılan kayyum darbesi sonrası yaşanan gelişmeler sıcaklığını koruyor. Kayyum darbe midir, kayyumla devlet ne yapmaya çalışıyor, devletin anlattığı güvenliğin esasında belediyelerin yeri ne ve en çok konuşulan biçimiyle bugün Diyarbakır’a dur demezsek sıra yarın güç bela alınan İstanbul, Ankara, İzmir CHP belediyelerine gelir mi? Yahut diğer taraftan soracak olursak kayyuma bu nedenden mi karşı çıkmak gerekir? Yaşanandan öte bu sorulara dair sayısız yorum ve tepki üretildi. Aslına bakacak olursak faşizmin muradıyla tepkilerin farklılığı arasındaki yelpaze yine iktidarın hareket alanının açaçak bir çok yanılma ve esnekliği de beraberinde getiriyor.

Söze tersten başlayacak olursak, ”Gönlünüz rahat olsun” faşizmin sözcüleri ve bakanlarının da dediği gibi İstanbul, Ankara ve İzmir gibi iller için böyle bir darbe söz konusu değil. Öncelikler yanılmaların önüne geçmek için ifade edelim, kastım faşizm süresince hiçbir zaman, böyle bir durumun yaşanmayacağıyla alakalı değil. Faşizm koşullarından bahsediyorsak böyle bir durumun gerçekleşme ihtimali elbetteki var. Anlatmak istediğim kayyumlara itirazın esasını, güncel olarak buraya indirgeyenlere güncel olarak böyle bir tehlikenin var olamadığını açıklamak. Nedenini irdeleyecek olursak, faşizmin bugün var olan kriziyle sınırlandıramayacağımız bir tarih okumasını da eklememiz gerekir. Konumuz gereği meseleyi bugünden analiz etmemiz daha uygun olacak. Kayyum meselesini devletin hemen hemen her sıkıştığında arkasına sığındığı ve kendi krizini perdelediği ”PKK’yle mücadelenin bir uzantısı” olarak sınırlandırmamak gerekiyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşundan çok kısa bir süre sonra var ettiği başat sorunu olan Kürt illerine ve halkına dayattığı yok etme çabasının evrilmiş hali olarak baktığımızda bugün yapılmaya çalışılanın ne olduğu daha net ortaya çıkıyor. Aslında vakt-i zamanında seçilmiş Kürt mebuslar nasıl TBMM’den darp edilerek atıldıysa bugün seçilmiş belediye başkanlarının yerine de aynı devlet aklıyla kayyum atanıyor. Özetle meseleyi yorumlarken, bunun devletin sömürgesine yönelik bir saldırı biçimi olduğunu unutmamak gerekiyor.

Kayyum atamalarını, AKP- MHP faşizminin güncel savaş politikası, ülkede girdiği tıkanmış siyaseti, yaşanan ekonomik krizin boyutları ve sınır ötesinde ”durup durup” dirilttiği istilacı hareketliliğiyle alakadar olduğuna ek, iktidarın yaşanacak gelişmelere dair korkularından da beslenen bir politika biçimi olarak okumak da mümkün. Bilindiği üzere AKP’nin iktidar olduğu ilk dönemde emperyalist politikalar doğrultusunda aldığı, o zaman Dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik kitabında da teorize ettiği rol -ki Erdoğan’ın kendi tabiriyle ” eş başkanlık” daha doğrusu ”abilik” rolü- ve planlamaları tutmadı. Emperyalistlerin kurguladığı gibi Esad’ın yıkılmayışı, ortaya çıkardıkları IŞİD’in ve vekalet savaşının ayaklarına dolanması, bölgede PYD’nin ve Kürt güçlerinin hiç beklenmedik bir şekilde varlıklarını güçlendirmesi, miadı dolmuş Sykes Picot’un ve bölge güçlerinin ABD, Rusya denkleminde ABD’ye yarar şekilde dizayn edilememesi ve yaşanan pek çok gelişmeyle tabir-i caizse Erdoğan’ın evdeki hesabı ‘çarşıya’ uymadı. Elbette yine son dönemde sınıra yapılan askeri mühimmat yığınağı, yeni saldırı hazırlığı, İdlib’ten Erdoğan’ın muradı ve emperyalizmin güdümünde iktidarın Ortadoğu politikaları yeni biçimleriyle ve yaşanan gelişmelerle şekilleniyor olsa da Erdoğan iç ve dışta sıkışmış durumda. Yazının gündemi gereği buraları başka bir yazı da açmak üzere bırakalım. Yanı başındaki Kürtler, bu denli güçlenirken,ülkede de ekonomik ve siyasal bir çok kriz de peşpeşe yaşandı. Erdoğan, Kobane ayaklanması, 7 Haziran seçim sonuçları ve yükselen toplumsal muhalafete karşın kaçınılmaz olarak ve faşizmin doğası gereği, kendine tehdit gördüğü her alana saldırmaya başladı. Tarihte kendini defalarca gösterdiği üzere Kürtler, yakın tarihte de açığa çıkardıkları ayaklanma potansiyeli gereğiyle faşizmin saldırılarının ana hedefi oldu. Bir taraftan sınırın hemen dibindeki Rojava’nın varlığı, diğer taraftan Kuzey Kürdistan’da her türlü baskı biçimine ve katliama rağmen sinmeyen direniş ,oldukça sıkışmış vaziyetteki Erdoğan için bu süreçte ciddi bir tehdit oluşturuyor.

Peki Erdoğan’ın Kürt gücünü sindirmeye çalışmasında belediyelerin rolü ne?

HDP’nin çıkışından sonra geliştirdiği yerel politika örnekleri, demokratik alanlar yaratma pratikleri elbette oldukça önemli ve olumlu örnekler. Peki AKP faşizminin hedefi sadece HDP belediyelerinin faaliyetleri mi? Bu soruyla bakarsak sonuç bizim için yanıltıcı olacaktır.
Faşizm saldırganlığına rağmen HDP’nin kurduğu siyaset biçiminin elbette Erdoğan için tehdit potansiyeli var. HDP politikaları ,AKP’nin ne faşizm kurumsallaşmasına ne de eril zihniyetinin ufuklarına sığmayacak bir yönetim biçimi örneği sunuyor. İçişileri bakanı Soylu’nun ve MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin çıktıkları her haber kanalında, kendilerine uzatılan her mikrofona üstüne basa basa söyledikleri gibi eşbaşkanlık uygulaması, kadın kazanımları, kayyumların ilk işi dağıtmak olan, belediye meclisinden alınan kararlarla yürütülen belediyecilik anlayışı AKP’nin ileri demokrasisine sığmayan ve iktidar politikalarında barınmayan örnekler. Kayyumlar ”aracılığıyla” bu yapıların hepsi alt üst edilirken faşizm burada sadece halkın kazanımlarını yok etmeyi değil, şehri yönetilemez, denetim dışına çıkamaz, borç içinde yaşayamaz hale getirmeyi hedefliyor. Kayyum sayesinde faşizm sadece halk iradesine saldırmıyor, belediyeyi ve kentin tüm olanaklarını kendi sermayedarlarına açıyor, talan ediyor. Aynı zamanda bu illerde halkın örgütlü duruşu yine Erdoğan için olası bir ayaklanma durumunda kendisini oldukça zora sokacak bir potansiyel barındırıyor. Kayyumun bu illerde atanmasının ve amacının en büyük nedenlerinin birini aslında bu durum oluşturuyor.
Tökezleyeceği yerde yıkılacağını bilen Erdoğan, önüne çıkan her ” taşı” yok etmek zorunda. Rojava’yı Fırat Kalkanı, Zeytindalı, sınır yığınakları, boyu metreleri aşan duvarlarla ablukaya almaya çalışsa da nefesinin zorlandığı her noktada kitlesini arkasına almak için bir Kürt savaşına ihtiyacı var. Belki on bininci söyleyen olan, Hulusi Akar’ın da ifade ettiği gibi içerde ve dışarda PKK’yi bitirecek oldukları iddiası, ezilenlere karşı AKP’nin tek pelerini ki faşist iktidar bu pelerini tüm azmiyle kullanıyor.

Erdoğan, iktidarını bu haliyle sürdüremez haliyle yumuşamak zorunda-mı-?!

Erdoğan faşizminin izah etmeye çalıştığımız saldırganlığına karşı bir beklenti de, bu biçimi ve krizleriyle Erdoğan’ının kendi bekasını korumak için bir yumuşama dönemine gideceği ”umuduydu”. Kendini korumak için, yaşam şansı bulmakta zorlanan iktidarın çeşitli taktikler geliştireceği şüphesiz. Bütünlüklü bakacak olursak bir egemen yönetim biçimi olarak faşizmin, saldırı biçimleri ve sayısız taktiği kendisinde barındırdığı hem yaşanmış deneyimlerden hem bir savaş gerçeği okumasından çıkaracağımız ihtimaller dahilinde. Ancak kendi tarihselliğinde Erdoğan faşizmi ve iktidar bütününe baktığımızda bu öngörünün bir yumuşamının tam aksine gelişeceği aşikar. Faşizm kurumsallaşması gereği güncel dizaynında ihtiyaçlarına denk düşeni hayata geçirmek zorunda. Kendi tabiatı gereği de bir ” yumuşama” beklentisi AKP’nin bu kriz anında çok da gerçekçi değil.
Yumuşama beklentisinin – umudu demek daha doğru olur- kolaycılığıyla bakacak olursak, bugün yaşanan kayyum darbesini anlık bir müdahaleye indirgememiz ve iktidarın kendi çizdiği çemberin içine girmemiz işten değil. Yakın zamanda tekrar edilen İstanbul seçimlerinde gördüğümüzle, çıkardığımız sonuçlarla genel bir faşizm okuması yapmak bizi oldukça yanıltacağa benziyor. Kısaca açacak olursak, yerel seçimlerde sermaye için önemli belediyelerinin AKP’den alınmış olması her ne kadar faşizmin işini zorlaştırsa da zaten istediğinde askıya aldığı hukuku ve ele geçirdiği mekanizmaları ile demokrasiyi ekarte edebileceğini bildiğinden – tek başına- bir yıkılma tehlikesiyle yüzleştirmiyor. Buna karşı çıkacak okuyucularımız için bir örnek verecek olursak, faşizm istemediğinde var olan seçimi zaten iptal edebiliyor, tekrar seçim yaptırıyor. Sandıktan çıkana saygısı yada korkusuyla alakasız bir seyirde politikalarını işletebiliyor. Tersinden karşı gücü de ”tehlikesiz” gördüğü muhalefetin yanına ve sandığa endekslemeye çalışıyor. Yine istemediğinde o belediyeleri çalışamaz hale getirecek siyasal mekanizmaya da sahip. Hukukun bu denli yerle bir olduğunu açıktan göstermiyor olmasını öne sürecek olursak da yüzümüzü Diyarbakır, Van ve Mardin’de kayyum atamasıyla başlayan süreçte yaşananlara çevirip ,faşizmin demokratik alana saldırganlığının açık resmini görmemiz yeterli.

Buradan yazının başına dönecek olursak; bu nedenle mevcut CHP belediyeleri için aynı tehdit güncel olarak -bir kez daha altını çiziyoruz güncel olarak- söz konusu değil. Bunda hem faşizmin saldırı konseptinin hem de CHP’nin ”zararsız” muhalefet anlayışının rolü büyük. CHP’nin düzen içi işleyişin dışına çıkmayan siyasal hattının ve genetik kodları itibariyle Kürt savaşına kerhen onay veriyor olmasının, güncel ve tarihsel politik sürecinin etkisini de es geçememek gerekiyor. Yine ikircikli politikaları gereği CHP, sınır ötesi operasyonlara nasıl ses çıkarmıyorsa, kayyumlara karşı sokağa çıkmayın diyerek, yaşananlara sadece kürsüden muhalefet ederek , benzer şekilde onay veriyor.
Hemen düne bakacak olursak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, kayyum atamalarını ”Yapılan bir siyasi darbedir, sandığın- seçimlerin yok sayılmasıdır” diye yorumladı. Kılıçdaroğlu’nun yaşananın ne olduğuna dair tarifi pek sorun taşımıyor. Tarihsel rolünü yine layığıyla yerine getirerek analizi sonrası, ”Ancak biz kayyumlara karşı sokağa çıkmayı doğru bulmuyoruz. ” ifadeler ise bahsettiğimiz CHP aklını ortaya koyuyor. Faşizme ve Erdoğan’a dünden bugüne mış gibi muhalefet eden CHP, kendi kitlesinin de olası ” yarın bize de gelirler” endişesini de böylece konsolide etmeye çalışıyor. Tam tarifiyle faşizmin ona çizdiği muhalefet çizgisinin sınırlarına yaklaşmadan, hatta Kürtler ve HDP öznelinde faşizmin politikalarına onay vererek kör bir siyaset yürütüyor. Yaşanan hukuksuzluğa bize gelmesin diye karşı çıkmakla yahut AKP faşizminin verili siyaset alanının içinde kurucu ideolojinin de etkisiyle faşizme yüz çevirmekle zaten güçlü bir tehdit olmayan CHP aynı zamanda öfkeyi sistem içine çekmeye çalışıyor. Demokrasiciliği de ancak saldırılar kendisine gelme tehdidi barındığında devreye giriyor ki bu tutarsız siyasetin gerçekçi bir karşılığını aramak da akıl karı değil. ”Kayyum size de gelmez.”
Belirtmekte fayda var, kayyuma hangi gerekçeyle karşı çıkılırsa çıkılsın tepki gösterilmesi önemlidir. Buarada maksadım, gerçek bir demokrasi mücadelesinin köşe taşlarını yerli yerine oturtmakla ilgili. Demokrasi mücadelesinde CHP’ye fazlaca misyon vermek yerine sosyalist güçlerin bir öncülük perspektifiyle hareket etmesinin daha doğru olduğunun altını da bu süreçte kalın çizgilerle çizmek gerekir.
Erdoğan’ın hiçbir hukuku tanımadığı yerde ısrarla Erdoğan’ı olmayan hukuk çerçevesine çekme çabası ,olası bir ayaklanma ve karşı çıkışa koyulabilecek en iyi bariyer misyonunu üstleniyor. Haliyle sandıkçılık, sokaktan uzak siyaset anlayışı, CHP’ye yedeklenme, sık sık hortlayan Kemalizm akımının ”ilericiliğinden” medet umma hali yaygınlaşıyor. Yani çemberin içinde tur yeniden başlıyor. Kendimizi çemberin sınırlarından dışarıya atmadığımızda tekrarı son bulmayacak döngü yeniden başlıyor, tekrar ediyor. Sokağa işaret eden her gücün sokakta ısrarını koruması gerekiyor. Yine kendi döngüsünü yaratmadan, mücadele etmek gerekiyor. Herkesçe yorumlanan gelecek olanın, sınır dışında- sadece Rojava’da değil Suriye’de ve Ortadoğu’nun diğer bölgelerinde- devreye sokacağı stratejinin ve içerden gelişebilecek gelişmelere karşı önlemlerinin sert olacağı şüphesiz. Kayyum bize de gelir mi diye değil ama gelecek saldırıların bir parçası olduğunu görerek birlikte mücadeleyi sokakta büyütmek gerek.

Paylaşın