Gündem

Editör: Bolivya Dersleri ve Latin Amerika’da Emekçi Direnişi, Faşizm her yerde aynı…

Dış Haber-Yorum masasının “Bolivya Dersleri ve Latin Amerika’da Emekçi Direnişi, Faşizm her yerde aynı… ” derlemesi, Bolivya- Kolombiya ve Şili üzerine incelemedir.

Bolivya’da karşı-devrimci, Amerikancı askeri darbeye karşı düzenlenen bir gösteride askerlerin kurşunlarıyla katledilen Bolivyalı emekçilerin cenazesine yönelik polis saldırısının görüntüleri faşizmin her yerde aynı olduğunun en belirgin göstergelerinden biri olarak kayıtlara geçti.

Sadece faşizm her yerde aynı değil. Direnen emekçilerin sloganları, talepleri de neredeyse her yerde aynı. Bolivya’daki cenaze töreninde emekçiler, “Adalet İstiyoruz”, “Katil Anez” sloganları atıyordu.

“Katil Anez”, Morales’in Amerikancı bir darbe ile ülkeyi terk etmek zorunda bırakılması sonrası kendini “geçici devlet başkanı” ilan eden ve kısa bir süre içinde ABD, AB ve tüm yardakçıları tarafından hemen tanınan Bolivya sağının önde gelen isimlerinden biri. Tescilli bir ırkçı ve Amerikancı.

Bolivya’da yaşanan faşist darbe, ABD’nin Latin Amerika’da aşınan hegemonyasını yeniden tesis etme çerçevesinde geliştirdiği stratejik hamlelerin bir parçası. Bolivya’da yaşananlar, Brezilya’da Lula’yı içeri attırıp faşist Bolsonaro’yu iktidara taşıyarak, Venezüela’da Guaido’yu hareket geçirip Bolivarcı hükümeti devirme hedefiyle arttırılan baskının bir uzantısı.

Bolivya’da yaşananlar, Bolivya’dan Şili’ye, Kolombiya’dan Ekvador’a, emekçilerin ekonomik ve siyasi talepleriyle harekete geçip alanları doldurduğu şu günlerde, Latin Amerika’da ve tüm dünyada gelişen toplumsal ve siyasal mücadelelerin geleceğine yönelik dersler çıkarmak için önemli veriler sunuyor.

Bolivya’da yaşananları tam karşı tarafın, emperyalizmin rafine sözcülerinin bakış açısından ele alan bir değerlendirme İngiltere’nin “saygın” Observer gazetesinin editoryası tarafından yazıldı. Observer’ın değerlendirmesi, Bolivya’da Morales iktidarı döneminde uygulanan politikaların uluslararası Finans-kapital tarafından nasıl algılandığını kavramaya yardım ederken, “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak adlandırılan projenin niteliği hakkındaki tartışmaya da veriler sunuyor.

Morales’in faşist darbe karşısında güçlü bir direniş hattı oluşturmaktan kaçınması, bunu da “bir kardeş kavgasını engellemek” gerekçesiyle savunması, onun ve temsil ettiği “21. Yüzıl Sosyalizmi” projesinin Marksist-Leninist sınıf perspektifinden ne derece uzak olduğunun en açık göstergesi oldu. Kapitalist “kardeşler”, kurşunlarıyla adalet arayan emekçi halka saldırırken, Morales orduya ve polise “elinizi kardeş kanına bulamayın” çağrıları yapıyordu.

Observer gazetesine göre, Morales başarılı bir liderdi. Ülkesindeki çok yoksul köylülerin ve koka yetiştiricilerinin yoksulluktan kurtarılması yönünde başarılı işler yapmıştı ve onun bu başarılı çalışmalarını takdir eden IMF, ona krediler açmıştı. (The Observer view on Evo Morales and Bolivia, Guardian, 17 Nov)

Observer editoryası, Bolivya’da Avrupa kökenli Bolivyalıların uzun süreli bir iktidar tekeline ve önemli ayrıcalıklara sahip olduğunu ve Morales’in aile köklerinin uzun zaman ülkenin ikinci sınıf vatandaşı olarak kabul edilmiş yerli halklara dayandığını belirtiyor. Uzun zaman görmezden gelinen yerli halkların Morales iktidarında görünür hale geldiğini ve Morales döneminde yapılan yeni anayasada eşit haklara kavuştuğunu belirten editorya, bunların tümünün ülke için faydalı olduğunu belirtiyor.

Editoryanın bu saptamaları doğru, Bolivya, Latin Amerika’nın sömürgeleştirilme tarihi içinde oluşan ekonomik ve sosyal ilişki kalıplarının belirleyici olduğu bir coğrafyadır; sınıf ve iktidar ilişkileri bu tarihin ürünü olan kalıpların damgasını taşır. Morales’i iktidara taşıyan da esas olarak bu tarihin içinde şekillenmiş özgül sınıf dinamiği idi. Bolivya’nın yerli halkları, aynı zamanda sınıfsal olarak ülkenin en alttaki emekçilerini oluşturuyordu. Morales’de doğrudan bu halkın içinden çıkan, yerel mücadeleler de görünür hale gelen bir halk önderiydi.

Morales’in iktidar yıllarında yerli halkların belirli toplumsal ve ekonomik kazanımlar elde etmesi bir hakikatti. Gördüğümüz gibi, uluslararası Finans-kapitalin sözcüleri dahi bu gerçekliği kabul ediyor. Uzun süreli iktidar tekeline ve ayrıcalıklara sahip “Avrupa kökenli Bolivyalıların” bu kazanımlardan büyük bir rahatsızlık duyması da şaşırtıcı değildi. Benzer bir durum Venezüela için de geçerliydi, orada da Amerikancı “Avrupa kökenli Venezüela’lılar” Bolivarcı hükümete karşı eylemlerinde sık sık ülkenin yerli halkına yönelik ırkçı nefretlerini kusuyordu.

Latin Amerika’daki halkçı-demokratik hükümetler en güçlü toplumsal-sınıfsal desteği coğrafyanın özgül tarihsel-toplumsal geçmişinin ürünü olarak şekillenmiş bu yerli emekçilerden alıyordu. Doğal olarak da, sözünü ettiğimiz emekçilerin yaşam koşullarında belirli ilerlemeleri temsil eden ekonomik ve toplumsal adımlar atmışlardı. Bu hükümetleri halkçı-demokratik yapan da, en alttakilerle kurdukları bu ilişki ve bölgede ABD hegemonyasına karşı geliştirmeye çalıştıkları hamlelerdi.  

Yerli emekçilerin demokratik-halkçı hükümetler döneminde elde ettikleri bu kazanımlar ve ABD hegemonyasına karşı adımlar kuşkusuz ki önemliydi ve güvence altına alınması ve daha da geliştirilmesi gerekiyordu, ama nasıl?

“21. Yüzyıl Sosyalizmi” projesinin aşil topuğu bu nasıl sorusuna verdikleri yanıttı. Bu hükümetler, emekçiler üzerindeki sömürüyü yumuşatmaya çalışıyor, ABD emperyalizminin bölgesel hegemonyasını geriletmeye yönelik alternatifler kurumlar oluşturuyor, ülkelerindeki stratejik öneme sahip kaynaklar üzerindeki emperyalist kontrolü kırmak için hamleler yapıyordu ancak sınıf mücadelesini derinleştirip mülk sahibi sınıflarla doğrudan doğruya karşı gelmekten kaçınıyor ve kapitalist devlet aygıtını köklü bir dönüşüme uğratma yolunda hamlelere yeltenmiyordu.

Halkçı-demokratik hükümetlerin attıkları olumlu ama küçük adımların başarısının güvencesi ve dillerinden düşürmedikleri bir sosyalist iktidar yürüyüşüne temel oluşturması ancak Marksist-Leninist bir teori ve pratiğin eseri olabilirdi. Bu da Marksist-Leninist devlet teorisinden, sınıf mücadelesinin Marksist temelde ele alınmasına uzanan bir dizi önemli konuda sağlam bir ideolojik-politik eksen gerektiriyordu.

Marksist-Leninist devlet teorisinin en temel bileşenleri, 20. Yüzyıl sınıf mücadeleleri ve 20. Yüzyıl devrim deneyimlerinde defalarca test edilmişti. Bu konudaki en önemli tartışma, Ekim Devrimi, devrim sonrası kurulan proletarya iktidarı ve Avrupalı reformist Sosyal demokratların bu konudaki yaklaşımları arasındaki tartışma üzerinden yürütülmüştü. Bu tartışmalarda reformist Alman Sosyal Demokrat lider Karl Kautsky kendi politik anlayışlarını şu sözlerle ortaya koymuştu: “Siyasal mücadelemizin amacı, şimdiye kadarki amacın hala aynısıdır: Parlamentoda çoğunluğu kazanarak ve parlamentoyu yönetimin hakimi yaparak devlet iktidarını ele geçirmek. Devlet iktidarını yok etmek değil.”

Reformist Sosyal demokratların bu yaklaşımı, o dönem en sert teorik ve siyasi karşılığı Lenin’in çeşitli yazılarında ve “Devlet ve Devrim” adlı kitabında sunduğu tezlerde bulurken, Lenin’in geliştirdiği devlet teorisi, Rusya’daki proletarya iktidarında ete kemiğe büründü.

Lenin “Devlet ve Devrim” adlı eserinde, Sosyal Demokratların devlet konusundaki tezlerini kapsamlı bir eleştiriye tabi tuttuktan sonra şunları yazmıştı:

“Kautsky, hepsi de oportünistler tarafından kabul edilebilecek, hiçbiri parlamenter burjuva cumhuriyet çerçevesi dışına çıkmayan çok soylu amaçlar olan, ‘devlet iktidarı içinde güçler dengesinin bir yer değiştirmesi’ için, ‘parlamentoda çoğunluğun kazanılması ve parlamentonun hükümetin dediği dedik efendisi durumuna dönüştürülmesi’ için savaşmaktan daha iyi bir şey istemeyen Legien ve David’lerin, Plekhanov, Potresov, Çereteli ve Çernov’ların o hoş arkadaş topluluğu içinde kalacaktır.

Bize gelince, biz oportünistlerle selamı-sabahı keseceğiz; ve bilinçli proletarya, “güçler dengesinde bir yer değiştirmek” için değil, ama burjuvazinin alaşağı edilmesi için, burjuva parlamentarizminin yıkılması için, Komün tipi bir demokratik cumhuriyet ya da bir İşçi ve Asker Temsilcileri Sovyetleri Cumhuriyeti için, proletaryanın devrimci diktatörlüğü için, savaşımda tümüyle bizimle birlikte olacaktır.”

Öyle de oldu…

Rusya proletaryası müttefikleriyle birlikte Lenin önderliğinde proletarya demokrasisi anlamına gelen proletarya diktatörlüğünü inşa yoluna girdi. Avrupalı Sosyal Demokratlar da kendi yollarını takip etti ve Avrupa’nın emperyalist ülkelerinde sermaye düzeninin sadık bekçileri konumuna yerleştiler, halen de oradalar…

Devletin sınıf karakteri ve proletarya diktatörlüğü döneminde proleter devletin niteliği, Ekim Devrim ve sonrasında yaşanan tartışma ve bu tartışmalarda alınan tutumlar temelinde yaşanan saflaşmadan o günden beri belirleyici önemde bir konu olarak var olmaya devam etti. “21. Yüzyıl Sosyalizmi” olarak adlandırılan projeye ve Bolivya’da yaşananlara bakarken, Marksizm-Leninizm’in bu temel önemdeki konuya yaklaşımını esas almak zorunlu çünkü siz onu unutsanız dahi en belirleyici anda o gelip sizi buluyor, hiç unutmamak gerekiyor “gerçekler inatçıdır”.

Devlet konusunu esas almak gerekiyor çünkü kapitalist devlet aygıtının en özsel parçalarından biri olan ordunun Bolivya’da oynadığı belirleyici gerici rol, “gerçeklerin inatçılığını” en kör güze batıracak düzeyde görünür kıldı. Lenin, kapitalist devlet aygıtının tümüyle yıkılıp onun yerine emekçilerin en geniş inisiyatifine dayanan güçlü bir proleter devlet aygıtının inşasını sosyalizm yolunda ilerlemenin en sağlam güvencesi olarak formüle etmişti. Bu formül toplumsal ve siyasal mücadeleler içinde sınandı ve gücünü, canlılığını her defasında ispat etti.

“21. Yüzyıl Sosyalizmi”, temel önemdeki sınıf, devlet ve iktidar konularında zengin bir tarihsel deneyimin ürünü olan Leninizm’in temel teorik ve politik kazanımlarına mesafesi nedeniyle ağır bir krizle karşı karşıya. Amerikan emperyalizmin Latin Amerika ülkelerinin askeri birimleri, bürokrasisi ve politik kadroları üzerindeki uzun süreli nüfuzu kimse için sır değildi. Bu aktörlerin en uygun olduğu düşünülen zamanda harekete geçirileceği de aynı ölçüde biliniyordu.

Lenin Şubat Devrimi’nin ardından Rusya’daki durumu değerlendirmiş ve devrime yürüyüşün çerçevesini çizen Nisan Tezleri’nde, “Halktan ayrı ve halka karşı kurumlar olan polis ve ordunun yerine, tüm halkın doğrudan silahlanması geçmiştir; bu iktidar altında, kamu düzeninin korunmasını silahlı işçiler ve köylüler, silahlı halk, kendileri gözetir.
Memurlar topluluğu da, bürokrasi de halkın dolaysız iktidarı ile değiştirilmiş ya da hiç değilse özel bir denetim altına konmuştur.” sözleriyle geliştirdiği devlet teorisinin pratiğe nasıl uygulanacağına işaret etmişti.

“21. Yüzyıl Sosyalizmi” ne yazık ki bu zengin deneyleri yeterince ciddiye almamasının bedelini ödüyor. Askeri darbeye karşı özellikle yerli emekçiler ilk günden beri direniyor, ağır saldırılara rağmen direnişten vazgeçmiyorlar. Bu Bolivya’daki emekçi dinamiğinin sahip olduğu mücadele kapasitesinin en açık göstergesi; Bolivya devrimcilerinin verdikleri bilgilere göre, Bolivya emekçileri oluşturdukları çeşitli birliklerde yürüttükleri tartışmalar ve aldıkları kararlarla öz savunma birlikleri kuruyorlar. Faşist saldırganlığa kurdukları öz savunma birlikleri ile direnmeyi seçiyorlar.

Öz savunma birliklerinin oluşması ve güçlenmesi Bolivya’daki emekçi halkın hem mevcut kazanımlarını korumasının hem de daha ileri hamleler geliştirmesinin en etkili aracı olacaktır. Bunların aradan geçen uzun yıllar içinde kurulmamış olması, “21. Yüzyıl Sosyalizmi’nin” 20. Yüzyıl Sosyalizm deneyimlerinden öğrenmeme tercihinin bir sonucudur.

Şili’de bir ayı dolduran emekçi halk direnişi, Ekvador’da, Bolivya’da alanları dolduran emekçiler Latin Amerika’da yeni bir mücadele döneminin açıldığının önemli göstergeleridir. Latin Amerika’da mücadele yüklü günler devrimcileri tarih yapmaya çağırıyor. Devrimcilerin tarih yapmasının temel koşulu yaşananlardan öğrenmek ve gelişen emekçi halk dinamiğine doğru ideolojik-politik perspektifleri sunabilmek, sağlam mücadele aygıtını yaratabilmek. Hiç unutmayalım “anlatılan” aynı zamanda “bizim hikayemiz”.        

Umut Gazetesi Dış Haber-Yorum Masası

Paylaşın