İktidara muhalif Mersin Büyükşehir Belediyesi’nce yapılan ücretsiz ekmek dağıtımı uygulamasının yasaklanmasıyla başlayan tartışmalar için AKP Genel Başkan Yardımcısı Mahir Ünal, “Anadolu’da ‘ayrı baş çekmek’ deyimi vardır, bunun devletteki karşılığı paralel yapıdır” deyiverdi. Cumhurbaşkanı da ekmek yardımı yapan yerel yönetimleri teröristlikle suçlayınca nur topu gibi yeni bir terör örgütümüz ortaya çıktı. Ekmek Terör Örgütü.
Salgının; sonuçları anlamında, artık bir ekonomik kriz ve gıda krizine dönüştüğü ve bu dönüşümden en çok da halkın yoksul kesimlerinin etkilendiği inkar edilemez bir hal aldı. Salgın bahanesi ile işinden edilen insanların her geçen gün kişisel temizlik ürünlerine ve gıdaya erişimi daha da zorlaşıyor. Bunun ileride sosyal bir patlamaya yol açabileceği ve iktidarın salgından çok halkın isyanından korktuğu yapılan açıklamalardan anlaşılabiliyor.
Mevcut iktidar dönemindeki ithalatçı tarım politikaları ve iktidarın özellikle son dönemde sıklaşan yerel yönetimleri öcüleştirme çabaları halkın tüm kesimleri tarafından artık açıkça görülebiliyor. Ekmeğin tek başına bile bu kadar gündem olduğu bir süreçte, halkın ekmeğinde kimin gözü olduğunu daha rahat açıklayabilmek için konunun bir de tarım ve yerel yönetimler boyutuyla değerlendirilmesi gerekiyor.
Gerçek Suçlu Kim?
Cevabı bilinen soruları sormak bazen abesle iştigal etmek olsa da buğdayda izlenen tarım politikalarının üzerinde durmakta fayda var. Zira un, maya, tuz ve sudan terör örgütü çıkaran aklın, ülkedeki buğday ekim alanlarını nasıl yok ettiğini ve ithalata dayalı politikaların üreticinin belini nasıl büktüğünü her zeminde anlatmak gerekiyor. Böylelikle çiftçiye ve tüketiciye ihanet edenin kim olduğu, gerçek suç ve suçlunun nerede gizlendiği sorularının da cevabının bulunması kolaylaşacak.
AKP’nin iktidara geldiği 2002 yılında 9,3 milyon hektar arazide buğday ekimi yapılırken son açıklanan 2019 yılı verilerine göre 7,3 milyon hektar arazide ekim yapıldı. Sadece 2019 yılındaki buğday üretiminin bile bir önceki yıla göre %5 oranında azaldığı resmi kurumlarca bildirildi.
Buğday üretimi son 30 yıldır, yıllık yaklaşık 20 milyon ton civarında sabit kalarak artış göstermiyor. Normal şartlar altında nüfus artışı ile birlikte üretimin de artması beklenirken izlenen tarım politikaları nedeniyle kişi başı üretim azalıyor. TÜİK verilerine göre 2002 yılında kişi başı buğday üretimi 295 kg iken bu sayı 2019 yılı için yaklaşık 232 kg olarak gerçekleşmiş.
İthalatçı politikalar sebebiyle son 19 yılda yaklaşık 60 milyon ton buğday ithal edilerek ciddi bir döviz kaybı meydana gelmiş. Hububatın gıda güvenliği için çok ama çok önemli olduğu bilinmekle birlikte, ülkenin özellikle buğday anlamında dışa bağımlılığı yıldan yıla artmış.
İktidar bir yandan ithalatla bezdirdiği üreticiyi bir taraftan da buğday üretimindeki girdi maliyetlerini denetlemeyerek cezalandırmaya devam ediyor. Tarım Bakanlığı’nın verilerine bakıldığında 2002- 2018 yılları arasında buğday alım fiyatları %350 oranında bir artış göstermiş. Ama aynı dönemde üretim aşamasında kullanılan gübrelerin fiyatı %500, mazot fiyatı %400, buğdayın işlenmesi ile üretimi gerçekleştirilen hayvan yemlerinin fiyatı ise %550 oranında artış göstermiş. Yani tarımsal üretimi gerçekleştiren çiftçiler cezalandırılırken, bu ürünü işleyen patronlar her zaman ödüllendirilmiş.
Buğdayda özelinde izlenen bu yanlış tarımsal politikadan kurtulmak için özellikle ekilen arazilerin yıllar boyunca azalmasının önüne geçilmesi büyük önem taşıyor. Buğday üretiminin gerçekleştirildiği alanlardaki susuzluk riskine karşı etkili önlemlerin alınması ve sulama imkanlarının arttırılması, hububat üretimi yapanlara verilecek desteklerin uzun vadeli olarak planlanması, girdi maliyetlerinin azaltılması da atılması gereken önemli adımlar.
Özellikle Toprak Mahsulleri Ofisi’nin hububat ithal etmekle görevli bir kurum olmaktan çıkarılıp, toprağı işleyenlerin ürününün piyasadaki fiyat dalgalanmalarından etkilenmesini önleyecek bir fonksiyona kavuşturulması gerçekten önemli. Ama en önemlisi çiftçinin kendi öz örgütlenmesi olan kooperatiflerin tarım politikalarının belirlenmesinde etkili rol alabilmesi, bunun için mücadele etmesidir.
Buraya kadar yazılanlardan da anlaşılabileceği üzere gerçek suçlu; üreticiyi ithalatla terbiye etmeye çalışan, çiftçinin rekabet gücünü engelleyen ve asgari ücreti yoksulluk ve açlık sınırından daha aşağıda belirleyen anlayışın ta kendisi. Yani suçlu; salgın döneminde halkın acil ihtiyaçlarını gidermek yerine aşımızda, işimizde, sağlığımızda ve ekmeğimizde gözü olanlar.
Süreçte Yerel Yönetimlerin Tavrı
Buğday üretimindeki mevcut durum ve sıkıntıları bu şekilde özetledikten sonra konunun bir de yerel yönetimler ayağına bakalım. Geleneksel belediyecilik anlayışının uygulama tarzını birkaç istisna dışında COVID-19 salgınına dek yaygın bir şekilde görmekteydik. Yerel yönetimlerin genel olarak geleneksel yerel hizmetleri sunan ve bunların finansmanını geleneksel yollarla karşılamaya çalışan bir yapıda hareket ettiklerini biliyorduk. Ancak salgınla birlikte yerel yönetimlerin harekete geçirilmesi için yerel demokratik katılım araçlarının daha işlevsel olarak devreye sokulması gerektiği ve bunun acil bir ihtiyaç olduğu anlaşıldı. Bunun neticesinde de kimi belediyeler ‘’terörist’’ damgası yemek pahasına halkın gıdaya ve ihtiyacı olan malzemelere ulaşımını garanti altına almak için bir kısım faaliyetlerde bulundular ki yapılması gereken zaten buydu.
Yerel yönetimler halk tarafından bu güne yaptıklarından ziyade içerisinden geçtiğimiz salgın döneminde yaptıkları veya yapmadıkları ile hatırlanacaklar. Yerel yönetimlerin bu dönemdeki öncelikli görevleri halkın yanında yer almak, hiçbir ayrım gözetmeden halkın temel ihtiyaçlarını gidermek için gerekenleri yapmaktır. Bunu yapmalarının önünde de mevzuat anlamında hiçbir yasal engel yoktur.
Salgından sonra birçok şeyin değişeceği öngörülerini içeren çok sayıda yazı kaleme alındı bu güne kadar. Elbette ki salgından sonra birçok şey değişecektir ama salgın süreci yerel yönetimler için bir anlamda turnusol kağıdı işlevi de görecektir. Ya halkıyla birlikte, halkı için hareket edip süreci halkla birlikte atlatacak ya da iktidara boyun eğecektir.
İktidarın esas korkusu; salgın esnasında yerel yönetimlerin inisiyatif aldığının ve merkezi hükümetin aciz kaldığının bilincinde olmasıdır. Ülkede iktidarın yolunun öncelikle yerelde iktidar olmaktan geçtiğinin bilincinde olan mevcut hükümet, bunun sonuçlarının kendisi için yıkıcı olacağının farkındadır. Yerel yönetimler bu süreç içerisinde ve zor şartlar altında halkının yanında olmakla yükümlüdür. Belki bu duruşlarından ötürü iktidarın mahkemelerinde yargılanacaklardır, ancak bu onları korkutmamalı ve yapmakla yükümlü olduklarından vaz geçirmemelidir. Çünkü halka verilecek hesap, mahkemeye verilecek hesaptan daha önemlidir.