Gündem, Umut Yazıları

Kapı önüne kadar gelen faşizm; polis terörü – İsmail Güldere

Yargı tutanaklarında adli vaka, gazetelerin üçüncü sayfalarında sokağa çıkma “kısıtlamasına” polis müdahalesi olarak yerini alacak; İstanbul’un Kadıköy-Zeytinburnu-Eyüp, Tekirdağ’ın Çorlu ve Şırnak’ın Cizre ilçelerinde yaşanan polisin gözaltına alma olayı, toplumun tanıklığında polis terörü olarak 25 Mayıs 2020 günü hafızalara kazındı.

Hafızalara polis copunun ve silah kabzasının, yetmediği yerde polis kurşununun “sendelemesi” ile kazıtılmaya çalışılan bu terörün hiç kuşkusuz polislerin yürüttükleri, kendini bilmez bir eylem değil aksine örgütlü, tek merkezden yönetilen, imzası bizzat Erdoğan ve Soylu tarafından verilen bir talimattır.

AKP’nin iktidara gelişinden sadece 7 yıl sonra İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW) Türkiye’de polis şiddetini ve cezasızlığını incelediği raporunda, “Gelen bilgiler polisin kötü muamelesinin, hem resmi polis gözaltında hem de bu yerler dışında, düzenli olarak sürdüğünü gösteriyor” diyor ve ekliyor “Türkiye’de polis şiddetin önüne geçilmesi için acil önlemler alınması gerekiyor.” 2008 yılında yayınlanan bu rapordan sonra Türkiye’de polis terörünü engelleyeci önlemlerin aksine polisi daha da güçlendiren, polise devletin tüm yetkilerinin verildiği yıllar yaşanmaya devam etti, ediyor.

“2017’den 2018 Aralık’ına kadar 388 kişi öldü”

Polis terörü sonucu kaç kişinin hayatını kaybettiğine ilişkin resmi bir veri bulunmuyor. Ancak, İzmir’de ‘dur’ ihtarına uymadığı gerekçesiyle polis tarafından vurularak hayatını kaybeden Baran Tursun’un ölümünden sonra ailesinin kurduğu Uluslararası Baran Tursun Vakfı’nın basından derlediği verilere göre, 2017 yılından 2018 Aralık ayına kadar polis kurşunuyla hayatını kaybedenlerin sayısı 388.

Bu yaşanan olaylar sadece “toplumsal huzuru” sağlama adı altında gerçekleşen polislerin işlediği cinayetlerin bir bölümünü kapsıyor. Bir de “terörle mücadele” adı altında devrimcilere, Kürtlere yönelik uygulanan bir özel savaş politikası var ki bu da polis şiddetinin zirveye çıkması oluyor. Gezi Direnişi’nden 6-8 Ekim sokak eylemlerine, Newrozlara, 1 Mayıslara, ev baskınlarına kadar polisin gaz bombaları, kurşunları ile işlediği cinayetlerin bir rakamı yok, sayısız faili polis olan katliamlar var. Solun ve Kürt hareketinin marjinalize edilerek uygulanan polis terörürünün meşrulaştırıldığı bir dönemden, bu terörün devlet kodlarının faşizm ile değişmesi sonucu toplumsallaştığını görüyor ve yaşıyoruz.

AKP-MHP faşizminin polis ordusuna verdiği talimatlar doğrultusunda büyüttüğü polis terörü bugün sokağa çıkanın kafasını ezeriz, devlete karşı söz söyletmeyiz mesajını taşıyor. Gelişecek en ufak bir toplumsal hareketin önüne nasıl geçilirin provası bu şiddetin örgütlenmesi ile yapılıyor. Bu sebepten polise az gelen yetkileri, bekçilere verdikleri yetkilerle tamamlıyorlar. Bunlarında yetmediği yerde Suriye’de cihatçı çetelerden oluşturdukları paramiliter güçleri, “ Milli Ordu” yu hazırlayıp, en ileri teknolojik silahlarla donatıyorlar.

Faşist iktidar tarafından alınan kararlar doğrultusunda yürütülen bu hazırlık faaliyeti sözde “yasaların ya da, hukuk devletinin korunması” adına şekillenmiyor, örgütlenen bu çalışma tamamen kendi geleceklerinin garantisi olarak görülüyor ve uygulattıklarına da bu bilinç aşılanıyor. Öyle ki polisin İstanbul-Kadıköy’de vurduğu kişinin “ Bana vurman doğru mu” sorusuna polis “ Ben karar verdim, doğru” diye karşılık veriyor. Burada yaşanan keyfilik ve polisin kendini karar mercii noktasına taşıdığı şey, iktidarın kaderi ve yönetim biçimi ile kendi kaderini ortaklaştırmasından başka bir şey değildir. Aynı şey hakim ve savcıların aldığı kararlarda, salgın sürecinde bilim kurulunda yer alan doktorların halkı kandırmaya ortak olmasında, medyanın bu yalanları sistematik olarak faşizim lehine işlemesinde de görülüyor.

Faşizmin örgütlediği şiddet ve yarattığı toplumsal baskıya karşı hiç kuşkusuz en etkili mücadele yöntemi yine kitlesel bir karşı koyuşla mümkün olabilir. Ancak bugün faşizm tarafından örgütlenen temel zaten bu kitlesel buluşmanın engellenmesidir. 7 Haziran 2015 seçimlerinden başlayarak, 10 Ekim Ankara Katliamı’nın gelişmesine kadar bir dizi olay bu toplumsal buluşmanın engellenmesi, yok edilmesi üzerine kurulmuştur. Meydanların kana bulunması ile başlatılan bu süreç, bugün polis ve bekçi marifetiyle sokaklara, evlerin önünü kadar taşınmıştır. İşçiler, kadınlar, gençler ve çocukların hepsi hedeftedir.

Faşizmin yönetsel dizaynını bu zor yöntemleri ile kurduğu yerde ona karşı mücadelenin dizaynı da benzer taktiksel devrimci müdahalelerin örgütlenerek kurulması gerekiyor. Mahalle içlerine, kapı önlerine kadar gelen faşizmin temsilcilerine karşı büyütülecek, özgürlük ve adalet mücadelesinin, kitlelerle buluşma yolu polisin ve faşist güçlerin terörüne karşı caydırıcı eylemlerden geçecektir.

Paylaşın