Gündem, Umut Yazıları

Ölümsüzlere yoldaş olanlar anlatıyor. Savaşanlar Konuşuyor… -3- Hazırlayan – Derleyen: Bekir Yaman

Ölümün senin bedenini kuşattığı o kısacık anda, ölüm duygusundan uzaklaşarak, şu an daha fazla nasıl hesap sorarım, diye düşünenler yenilir mi? Diye sordu. Yenilmek nedir? Tutsak düşmek mi, ölmek mi, bir savaşı kaybetmek mi, yoksa diz çökerek aman dilemek mi? Biz yenilmezleriz. “Kaç kez bittiler, bitecekler dediler de, devrimciler bir damla acıdan yeniden doğdu.” diyordu önder yoldaş. Bir damla acıdan… Yoldaşını kaybetmek büyük bir acıdır, etinden, canından bir parça kopar. Hele ki bir çok yolu birlikte arşınladıysan o kalsaydı da giden ben olsaydım dersin. Yalnız bırakmayla, yalnız bırakılma arasında bir kendine, bir ona öfkelenirsin. Sonra o bir damla acıdan bir daha doğarsın, iki kişi, on kişi, yüz kişi olarak yaşarsın geri kalan ömrünü. Onun bu kaçıncıydı bilinmez ama bir kez daha doğmuştu haberi aldığında. Cephedeydik, başka bir yerde bulunan “bizimkiler” olduğumuz yere gelmişlerdi. Hoş geldin, hoş bulduklar son bulunca, gözleri olması gereken birini daha aradı. Bizler açısından her şey daha çok tazeydi. Nerede diye sormadan bir kenara oturdu. Nerede sorusu sorulması icap etmeyen sorulardandı, herkes her yerde olabilirdi. Ülkede, dağda, operasyonda bu kural gereği sormadı, belki de duymak istemediği bir cevap gelebileceği olasılığı ile soramadı. Durumun bilgisine sahip bir yoldaş nasıl oldu diye sorunca, birlikteydik, Doğan… Canından can kopmanın ne demek olduğunu Yusuf Baş’ da gördüm. Ses etmedi, bağırmadı, ses tellerine ihtiyaç duymadan yükselen bu haykırışı kulaklarınızla değil, ancak yüreğinizle duyabilirsiniz. Gittim yanına oturdum. Bir süre sessizlik içinde öylece durduk. Kalkmamız gerekliliği kendinden hasıl olmuş gibi ayağa kalktık, noktaya geçtik. O gün Yusuf Baş’ın acısı sanki bir doğum acısıydı, yoldaşını “Muzaffer” kılacak bir kavgada yeniden yaşatma acısıydı. Bir kuşatmada teslim olmayan, diz çökerek yaşamaktansa ayakta ölmeyi tercih edenlerin yolunda “Dörtler” oldular. Yenilmezlerimiz oldular…Benim de canımdan can kopmuştu. Doğan’la aynı mevzideydik, karşımızda çeteler, sıcak çatışma başlamıştı. Tıpkı romanlardan günümüze çıkagelmiş, temizliğin, emeğin adıydı. Kirlenmek sadece kamuflajı ile sınırlı kalırdı. Her işi hızlıca bitirir, işi devam eden herhangi bir yoldaşının yükünü hafifletmeye, işini omuzlamaya koşardı. Kıyafeti yağ, çamur, mazot içinde ya bir makina tamir ederken, ya bir yeri inşa ederken, ya silah temizlerken görünürdü. Üretimden gelen nasırlı elleri, burayı da güzelleştiren durulukta her şeye emek veriyordu. Başını okşadım ölme, ölme diye seslendim yerde uzanan bedenine. Yedi saat sürdü, yedi saat bunun bedelini ödetmek için çatıştık. Ek kuvvet gelmesi neredeyse imkansız bir bölgeydi. Daha önce söylediğim gibi, ölümden daha fazla düşündüğümüz şey bedel ödetmekti. Kurşun yağmuruydu her yer. Çatışma esnasında bulduğum her fırsatta sarı saçlarını parmaklarımla tarıyor, aynı parmaklarla tekrar tetiğe sarılıyordum. Karşıdan gelen atış sesleri kesintisiz devam ederken, cephanem son buldu. Tüfeğimi duvara dayadım, yanına yanaştım. Üşümüş olabilir, belki de üşüyordur, üşüdün mü? Montumu çıkardım üzerini sıkıca örttüm. Saçını taramaya devam ettim. Bir savaşçının anısına duyulan saygıdandır, silahına dokunulmaz. Ancak bir devrimcinin yarım kalan hikayesini tamamlamak geride kalanlara emanetidir. Onun düşmana sıkmak için doldurduğu yarım kalan şarjörünü çıkardım, kendi tüfeğime takarak çatışmaya devam ettim. Onun kurşunu, onun bakışı, onun nişan alışı… her direnişte yeniden doğuyorlar, her devrimci iradeye nefes, kavgaya verilen her emekte hayat buluyorlar. Doğan demek parti ile buluşan bir emekçinin, Muzaffer’in yeniden nasıl doğduğunun, gelecekten, komünist bir dünyadan kopup gelen bir işçinin mütevazı örneği demektir. Her şeyin emekle üretilebileceğini bilmek demektir.

Bir fırtına çıkmıştı. Yerdeki tozların ayağa kalktığı bir fırtına, büyük bir yer kürede toz olduğunu unutmuşçasına, geçici bir fırtınayı daim sanarak ne olduğunu, kim olduğunu unutarak havaya yükselmişlerdi, her şeyin tozlaşacağına aldanarak. Rüzgarın etkisiyle uçuşan tozlar görüş açısını flulaştırmış, toz bulutunun yoğunluğundan bakıldığında herkesin, her şeyin toz olduğu illüzyonu yaratmıştı. Çok sürmedi, zaten bu anlık hava hareketleri hiç bir zaman çok sürmezdi. Binalar, yapılar, yollar, bayraklar, sıkılı yumrtuklar olduğu yerde duruyordu. Sadece tozlar yer değiştirmiş olarak ait olduğu yere, zemine geri dönmüştü. Bu fırtına “bizi izliyor” dediği günden farklı olarak, şemsiye ağacının bazı dallarını kırmıştı. O gün “toprağa saldığım kökler üzerinden boy verdim” diyen ağaç, kırılan dallarına rağmen gövdesini korumayı yine başarmıştı. Kırılan dallar gövdeye bağlı diğer dallarla aynı nitelikte durmuyordu. Yalancı mevsimlere aldanmış, gövdesiyle kalınlaşan bağlar kurmadan uzamış, kendi yeşiline aldanarak, kerameti kendinden saymış köksüz dallardı. Ağacın kökleri toprağın altında uzayarak gövdeyi güçlendirirken, kırılan dallar yere düşmüş, asla tohum olamayacak bu dallar, toprağın üzerinde kuruyarak odunlaşacaktı. Başka eller tarafından parçalanacak, yakılan cehennem ateşini harlayarak kül olacak, külleri toza karışacak ne olduğu asla hatırlanmayacak zerrecikler olarak rüzgar esintisi ile bir sağa, bir sola savrulacaktı. Küllerinden yeniden doğmak sadece Anka kuşuna, ateş kuşlarına mahsustur. Çünkü sadece onlar dönüşmek, dönüştürmek için yanmaya hazır olanlardır. Oysa bu kuru dallar odundur artık, onun külleri bir daha “bir şey” olamayacak kadar paramparça olmuştur. Basıldığında bile fark edilemeyecek kadar ufalanmış zerrecikler… Bu son fırtına, şemsiye ağacından bazı dalları koparmadan hemen önce, bir resmin önünde sıralı selama durulmuş, yirmi bir kere göğün sessizliği yırtılmıştı. Selama duracakların üzerinden kuş sürüsü geçerken, başka bir ses “geldiler” diyerek bizi onları izlemeye çağırmıştı. İlk fırtınada masada otururken “İzliyor bizi, biliyorum izliyor” diyen, doğanın bu ikinci delilini de ilerleyen günlerde hatırlatmayı ihmal etmeyecekti.

O selama durulan günün tam üç yıl öncesiydi. Bulunduğumuz yerden hareket etmeden hemen önce içeride bırakılan cephane olduğunu duydu. Kızdı. Parti malı bırakılır mı? Büyük bir değer veriyordu, bir toplu iğne bile yürüttüğümüz savaşın kaderini değiştirebilirdi, partinin araç gereçlerini muhafaza etmeyi, korumayı, savaşmak kadar önemli görüyor, bunu öğretiyordu. Girilmesi zor bir yerin önündeydik, nasıl girebiliriz diye sesli düşüncelerin ardından iki parmaklık arasından kendimi itmeye çalıştım olmadı. Eliyle çekil anlamında yaptığı hareket sonrası önüme geçti. Bir hafta önce aynı bölgede Aynur’la üçümüzün yürüdüğü gün söyledikleri geldi aklıma. Sadece bir hafta önceydi. “Yarın aranızda olamayabilirim. Öncüleşin. Beni taklit etmeyin, beni geçin” Bir gün elbette bununla, yanımızda olmayacağı, günlerle yüzleşecektik, ama bu kadar kısa olacağını hiç düşünmemiştik. Benim geçemediğim yerden geçerken, öğretmeye devam ediyordu. İmkansız görülen yerden geçişi sırasında bir yandan da anlatıyordu. Önce baş kısmını, sonra geri kalanı ve geçti. Onu takip ediyordum, parmaklıklara tekrar yanaştım, ilk adımı attım ve büyük bir gürültüyle savruldum. Bir süre sonra ayağa kalktım. “Yoldaş, abi, abiii” … kapıya doğru yürüdüm, kulaklarım duymuyor, gözlerim görmüyordu. Tekrar savrulduğum yöne yürüdüm. Kendimi yokladım, üzerim parçalanmıştı. Her yer simsiyahtı, son kez telsizi elime alarak anons geçebildim. Yere yığıldım, zaman ne kadar ileri gitti bilmiyordum ama her şeyin geriye sarması için kendimi feda etmeye hazırdım. Birkaç elin beni kucaklayarak arabaya bindirdiğini fark ettim. Nefesimi toplayarak “Abim, komutanım orda” diyebildim. Aldık dediler, onu da aldık. Kendime geldiğimde hastanede yatıyordum. Yanımda “bizimkiler” vardı, ne oldu dedim, herkes iyi dediler. Yaklaşık bir hafta geçti, ara sıra bizimkiler geliyordu, ancak benden gizledikleri bir şey vardı. Bir haftanın sonunda söylediler. Komutanı uğurladık… Mehmet yoldaş artık olmayacaktı, inanılır gibi değil. Bunun büyük sonuçları olacaktı, ancak bizim için nerede çağrılırsa oraya koşan bir “Hızır” olacaktı. Onu düşündüm, Mehmet yoldaş olsaydı, önderini, komutanını, abisini, yoldaşını kaybedince ne yapardı? Bu bir ritüel gibi kaldı bende, her kritik anda aynı şeyi sorar oldum kendime, o olsaydı ne yapardı? Daha güçlü savaşırdı, daha güçlü partileşirdi, daha güçlü örgütçülük yapardı, daha güçlü hedefe kilitlenir, daha güçlü hesap sorardı. Ben de hep bu yolda yürümeye çalıştım. Bunun için vücudumda oluşan bazı hasarları onarmaya hazırlanmalıydım. Ben bir savaşçıyım, devrim savaşçısı, yenilmezler ordusunun savaşçısı, Mehmet’in yoldaşıyım. Nasıl savaşacağımı planladım, vücudumun kaybettiği bazı özellikleri onarmam için tüm irademi ortaya koydum. Öfkem doruktaydı ve büyük sorumluluk hissediyordum. Harekete zorladığım uzuvlarım, yaralarımdan ses veriyor, “yeter” diyordu. Daha fazla yüklenerek cevap veriyordum. Normalden daha kısa süre içinde savaşa yeniden hazırdım. Karargaha döndüm. Hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktı, olmadı da. Geçici bir rüzgarın yol açtığı fırtınada, üzerimizde duran toz tanecikleri rüzgarın etkisiyle savrulup uçtular. Sonra bu savaşta, Nurhaklar, Bayram Aliler, İmranlar, Aynurlar, Mehmetleşti. “Dünyada ki en büyük şey sevgidir” derdi komutan. Basit bir cümlenin altında derya dolu bir mana. O üstün yeteneklerle doğmuş, seçilmiş bir insan değildi kuşkusuz. Onu önder kılan herkesin ne yapılmasını bildiği halde yürütmeye cüret edemediği devrimci savaşı ikircimsiz, sevgiyle ve cesaretle yapmasıydı. 19 Aralık Katliamı’nda Hacer Arıkan yanmış yüzü ile kameralar karşısında “Devrim yaptığımız zaman çok güzel olacak her şey. Çünkü ben bu devrime güzelliğimi verdim” demişti. Biz de en güzellerimizi verdik, güzel gülüşlerimizi, mavilerimizi, kara gözlerimizi, ayaklarımızı, baharımızı verdik. Kazandığımız zaferlerde, güzel gülen çocukların yüzlerini unutmayın, sonunda tüm dünyaya çocukların çalınmış gülüşlerini yeniden armağan edeceğiz.

Tıpkı o gün gelmiş gibi kulaklarında çocuk gülüşleri, gözlerinde zaferin mutluluğunu taşıyan edayla gülümseyerek arkasına yaslandı. Onu izlerken aklıma Heval Yeşilgöz’ü Dersim topraklarına emanet ederken Alevi dedesinin “Hakkınızı helal ediyor musunuz” sorusuna, ölümsüzlerin ardından yaşlı bir ananın verdiği cevap geldi.

“Asıl onlar haklarını bize helal etsin. Dünya onların, devrimcilerin yüzü suyu hürmetine dönüyor”

-Devam edecek…-

Paylaşın