Bu yüzyılın içerisinde oluşan zamanın ruhunu anlamak ve kavrama eriştirmek nesnel ile öznel olanın neredeyse iç içe geçmiş çizgileri içerisinde bir belirleyici etmeni açığa çıkarmakla alakalıdır. An’a ilişkin olarak biz neyiz sorularına yanıtlar verebilmek bir “izleyici” mi yoksa “izlenenler” mi olacağının da yanıtıdır.
Toplumsal gelişmeler içerisinde, bizden bağımsız olarak gelişen her ne varsa bunun geçmişten geleceğe doğal bir olgu olduğunu savunmak gibi kaba determinist çizgi ile geçmişten bugüne etkisi ulaşan veya şu andan başlayıp geleceğe erişecek olan her türlü şey’e bakışın perspektifi bize bir ipucu vermektedir. Nesnel olana odaklanmak veya tam tersi nesnele müdahale iki türlü özne yaratmaktadır.
Toplumlar tarihini ve politikayı ‘zaten bir şekilde ilerliyor’ gibi nesnel bir saptama üzerinden düşüncede hareket ettirmek geçmişe dönük bir tespittir ama bu cümlenin söylendiği ana cevap üretmemektir. Yani, şu dakika ve zamana kadar oluşan ‘bütün’ için belirli bir sayıda parçanın toplamıdır demek, hatalıdır. Şu an her ne yapıyorsanız bile hayatınızın vardığı nokta bilmem kaç günlük hayatınızın sürekli olarak edindiği tecrübeler değildir sadece; bütün olan her şeyin niteliksel sıçrayışıdır.
Mücadelenin kendisinde de oluşan öznel bütünsellik indirgenmeye çalışıldığı parçasına onu sıçratan bir geçmiş olarak benzer. Farklıdır ve öznel müdahale olmaz ise yapısal değişim kendi içerisinde başkaca şekilde baş gösterir. Ya iddialı bir grup olursunuz ya da iddialarını gerçekleştirenler olarak 11 Haziran gibi tarihte yerinizi alırsınız.
Gezi Direnişi’nin 11 Haziran’ında var ettiği, daha doğrusu ispatladığı mücadele birliğinin faşizmin saldırılarını nasıl dağıtabileceği bugün hala gerçekliğini korumaktadır. Ulaş Bayraktaroğlu’nun devrimci öncü duruşu direnişin seyrini değiştirebilen bir güç olmuş ve bugüne kadar ulaşan kazanımları oluşturmuştur.
Eğer örgütlü bir mücadele de kendi bütünselliği içerisinde kavranırsa; mücadele bütünlüğünü unutan biçimde sadece geçmişin parçasına öykünmek, günümüz nesnel durumuna edilgen kalmaktır. Ve bunun sonucunda ise görüyoruz ki o gün Gezi Parkı’nda ‘kalabiliriz’ diyenler bugün edilgen bir yapıya dönüşüp, her şeyin günü ve zamanının geleceğinin ajitasyonunu yapmaktadır. 11 Haziran bir devrimci öne çıkış olması itibariyle zihinlere belirli konuları kazımıştır. Bir tanesi; elde ettiğin politik ileri noktayı kendi iraden dışında bırakmamaktır. Taksim Meydanı ile Gezi Parkı arasında fiziksel uzaklık yoktur ama politik uzaklık o gün fazlasıyla mevcuttu, hala da mevcut. O açı farkı bugün kendisini bileyleyerek yol alıyor.
Eğer ki an’a ve anlara ilişkin cevap üretmek istiyorsak bizimle beraber akan yaşamın esas noktasına müdahale etmemiz de gerekmektedir. Hareket eden yaşamın ve zamanın geçmişe/ileriye dönük algılanışını değiştirmek öncü olabilmektir. Ve 11 Haziran tam da böyle bir an’dı. O gün devrimciliği yaratanlar, şaşkınlıkla kendilerini izleyenlerin karşısında politik mevziyi ileride tutmuş ve bir sonraki öznel gücü de yaratmıştır.
Bu güç, belirleyici etmen olan devrimci eylem ve bilincin üretimi, ardından yeniden üretimini de gerçekleştirmiştir. Hegemonik bir var edişin ön koşulu, varılan noktanın sürekli öne atılmasıdır. Politik tezahürüyle; belirleyici olan öznenin ve örgütünün, eylemiyle kitlelere sirayet eden/edebilecek edilgen tarzın kırılmasının örgütlenmesi ve bilince çıkarılmasıdır. Edilgenliğin ve etkinliğin arasındaki iç içe geçirilmiş çizginin edilgenlik lehine sistemsel bir olgu olduğunu ve süreklileşen bir müdahaleyle kırılmasının mümkünlüğünü bilmek gerekir. 11 Haziran ve Ulaş Bayraktaroğlu var edilen noktayı sürekli öne sıçratmaktı ve o imkansızı mümkün kılabildi.
O gün devrimci olanı göremeyip sadece ‘halkın talepleri var, provokasyona gelmeyelim’ diyenler bugün ölü taklidi yapmaktadır. Gezi Parkı’na girmek ve devletin Taksim Meydanı’nı ele geçirmesini beklemek bugün aynı denilebilecek bir rotada ilerlemektedir. Hatta birçoklarının aklında, Gezi olmasaydı AKP böyle olmazdı cümleleri bulunurken esas soru göz ardı ediliyor; Gezi’de her gün 11 Haziran’ı aşan pratikler olsaydı ne olurdu? Velhasıl, derdimiz geçmişi ‘şöyle böyle’ olsaydı üstünden kurmak değil, dersler çıkarmak.
AKP’nin ise bir takım dersler çıkarıp çeşitli hazırlıklar içerisinde olduğu görülmektedir. Ve hazırlıklarının özellikle bugünlerde egemenlerce yeniden kabuk değiştirdiğini görmek de gerekiyor. Zira devlet; üst yapısının hegemonyası olarak gördüğü sokağa, kendi devlet şiddetiyle yeni bir boyut katmaktadır. Halkın sokakta gördüğü şeyi kabullenmesinin ihtimali yoktur. Ancak, sokakta görülen şiddet (ekonomik ve manevi) ile devletin polis ve ordusuyla yarattığı fiziki ‘şiddetini’ kendi üstünde hissettiği durum, insanların içerisinde bulunan mevcut dinamizmi bir diğer insanla paylaşmasını engellemektedir. Kısacası kendi gücüne yabancılaşmak ve örgütsüzlük boyut değiştirmektedir. Herhangi bir bireyin herkesten nicelik olarak ayrıksılaştığı nitelik olarak ise bunu kabullenme ihtimali insanlarda yer edinebilmektedir. İhtimal diyoruz, çünkü daha kimse bayraklarını derleyip bir köşeye kaldırmamıştır. Mevcut olanın dinamizmi 11 Haziran’ın ‘güncel’ versiyonunu işaret etmektedir.
Ekonomik kriz de hızla derinleşirken onları ayakta tutabilecek olan ülke içinde emekçilere saldırı ve halka yönelik her türlü şiddet uygulamaları ile işgal politikası aslında AKP faşizmini dipsiz bir kuyunun içine çekmektedir. AKP ve Türkiye sermayesi bu baskı ve özgürlüklere saldırıların bir evresinde oluşabilecek olan her ihtimal için bugünden halkın üzerinde tahakküm, işçiler üzerinde de sömürü düzenini daha fazla kurmak istiyor. Ekonomik gidişatın kontrol altına alınamayışı, sosyal yaşamda saldırılar ve karmaşa şeklinde ilerleyiş kendini var etmektedir. Bu yönetememenin resmidir. Bu bir toplumsal ayaklanmaların öncel halleri sayılsın ya da sayılmasın, kendi devlet şiddetini kullanmadan ayakta kalamayan AKP devrimci ideolojik önderlik, zor ve militan kitle hareketinin karşısında daha derin bir yönetememe hali ile karşılaşacaktır. Çünkü mobilize veya pasifize edemediği kitleler yaşamın esas noktalarını da kendi kontrolüne alacaktır.
Toplumsal kırılmaları hem tetikleyen hem de en ileride tutan onun mayasını kavramış devrimci öncülerin pratikleridir. Ve her devrimci pratik hareket etmektedir; ki onun özünü anlayabilmenin anahtarı 11 Haziran’ı ve Ulaş Bayraktaroğlu’nun ruhunu kavrama azmiyle de ilintilidir. Burada varılacak nokta somut aramaktır. Yani varılan yerdeki devrimci durumu anlamak ve değişimi cevaplandırabilmektir. 11 Haziran günü hiçbiri Taksim şahsında emekçilere ve bütün halka olacak olanları izlemedi, tam aksine izlenildi. O gün devrimci özneyi var etmenin sorusu soruldu ve yedi sene önce o cevap; krizin en orta noktasına, Türkiye’nin kalbinin attığı yerde, herkesin gözü önünde ve Ulaş Bayraktaroğlu önderliğinde verildi.
Ve bir çok kişi 11 Haziran Direnişi için o günlerde demişti ki;
“Hepsi Spartacus gibiydi!”

 
             
                     
                     
                     
                                             
                                         
                                         
                                        