TDH, uzun bir süredir devlet eli ve onun kolluk/yargı mekanizmaları üzerinden yürütülen “ajanlaştırma-itirafçılaştırma” dayatmalarıyla boğuşmaktadır. Boğuşmaktadır diyorum ki son tahlilde bu dayatmaların mücadelemiz içerisinde hiç de küçümsenmeyecek boyutlara ulaştığını görüyoruz.
Mücadele sürecimizi doğrudan etkileyen bu sorunu; “devrimci özne/itirafçi unsur” karşıtlığı üzerinden şekillenerek derinleşen “devlet/devrim” kapışması içerisinde okumanın en sağlıklı yöntem olduğunu düşünüyorum. Bu yönde bir okumanın bizzatihi kendisi; meseleyi analiz ederken bizi, sorunun özü ve esas kaynağı olağan devlete ve onun kurumlarına (kolluk/yargı) yöneltecektir.
İtirafçılık, yalnızca bireye (unsura) indirgenecek bir olgu olmayıp, “devlet/bireyilişkisi içerisinde öznenin çözülüşü üzerinden şekillenmektedir. Bu itibarla, burjuva siyasallığının/hukukunun dahi mumla aranır olduğu, devrimcilere yönelik “düşmanla savaş hukukunun” teamül haline geldiği faşist diktatörlük koşullarında, sorunu sadece “itirafçi birey (unsur)” özeline indirgemek doğru bir yaklaşım olamaz. Asıl sorun; konunun hegomonya mücadelesi içerisinde şekillenen ideolojik özüne inmek, varolan saldırı konseptinin devletin “özelleşleşmiş ideo-politik” bir hamlesi olduğunu görmektir.
“Devlet- itirafçı” bütünselliği içerisinde yürütmüş olduğumuz bu tartışmanın bir başka yararı da sorunun çözümünü karakter yoksunluğuyla tescillenmiş, onursuz, düşkün unsurlara hapsetmemek, ideolojik/kadrosal düzlemde (pratik politik düzlemi bunun dışında tutuyorum) yürüyecek bu tartışmayla oluşacak vakit ve enerji kayıplarının önüne geçmektir.
Meseleyi burjuva siyasallığı/hukuku içerisinde salt bir hukuk tartışması üzerinden okumak, sorunun esas derinlikli noktası olan “ideolojik” boyutunu atlamamıza neden olacaktır. “Özneyi yaratan etmenler ne denli ideolojik ise, onun çözülüşünü yaratan süreç de bir o kadar ideolojiktir”. Bu itibarla sorun açık ve net bir şekilde ideolojik bir sorundur.
Bu bağlamda, politik ceza (!) yargılamalarında sıkça başvurduğumuz bir kavram olan “düşman ile savaş hukukunu”, siyasal düzlemde “devlet/devrim” kapışması içerisinde okumalıyız. Nasıl ki devrimcilere yönelik işkence, yargısız infaz ve tecrit devletin özel bir politikası ise, itirafçılaştırma yöntemi de aynı politik aklın uyguladığı, ideolojik kırılma bağlamında daha derinlikli bir noktada duran, daha bütüncül bir saldırı konseptidir. Bu saldırı aynı zamanda, ideolojik anlamda öznenin çözülüşünü beraberinde getirdiğinden, “devletin ideolojik hegemonyasının” tesisi/yayılımı yönünden de günümüz özelinde çok daha tehlikeli bir noktada durmaktadır.
Faşizmin birey üzerinden hareketle toplumu şekillendirmede kullandığı en önemli yöntemlerden biri; onun özne olarak toplumsallaşmasını bertaraf ederek, öznenin çözülüşüyle oluşan nesneleşme üzerinden kendi kitle tabanının inşasına yönelmesidir. Bu tespit üzerinden meseleye yaklaştığımızda “bizdeki” öznenin çözülüşü, toplumsal anlamda yaşanacak nesneleşmenin de bir ölçüde katalizörü pozisyonunda olacaktır. Bu bağlamda “itirafçılık” olgusu sadece kadrosal düzlemde ele alınmamalı; ideolojik hegemonya konusunda yaratacağı tahribat ve faşizmin yayılmasına sağlayacağı ideolojik katkı da göz önünde tutularak doğru bir zeminde tartışılmalıdır.
Meseleyi bu noktadan kavradığımızda, “itirafçılaştırma politikasını” unsurun özneye yönelik saldırısı olarak okumak yerine, unsurun topluma/toplumsallığa yönelik saldırısı üzerinden okumak bu saldırı konseptine yönelik geliştireceğimiz mücadele hattının temel momentumu olacaktır.
Yaşanan süreç, devrimciler üzerinden Türkiye proletaryası ve ezilen halkları hedef alan bir saldırı konseptidir. Bu itibarla; itirafçının işçi katliamı gerçekleştiren bir patrondan, kadın cinayeti işleyen katil bir erkekten, sokakta ve emniyette işkence uygulayan polisten, kapitalist rant uğruna doğayı talan eden bir şirketten vb. hiçbir farkı olmadığı bilince çıkarılmalı, geliştirilecek ideolojik mücadele konsepti belirtmiş olduğumuz bu geniş perspektif üzerinden pratik-politikaya taşınmalıdır.
Nasıl ki dünyayı kasıp kavuran virüs bir halk sağlığı (emperyalist-kapitalist düzlemden bağımsız tasvir etmiyorum) sorunu ise genelinde devletin uyguladığı itirafçılaştırma politikası da -özelinde- unsurun gelmiş olduğu itirafçılık boyutuyla bir nevi toplum sağlığı problemidir. Çünkü itirafçılık boyutu üzerinden toplumda/çevrede yaşanacak bir normalleşme/yayılma algısı, geri dönüşü olmayacak tahribatların da doğumuna neden olacaktır. Dolayısıyla bu saldırı politikasına karşı verilecek mücadelenin en can alıcı noktası bahsetmiş olduğumuz bu normalleşmenin önüne geçmektir.
Normalleşme sorunsalındaki en önemli faktör; merkezden ziyade çevrenin itirafçılık olgusunu nasıl tarif ettiği, ona nasıl yaklaştığı noktasında kendini açığa çıkaracaktır. Bu bağlamda; “ama bizim çocuklar…” ile başlayan normalleştirme eğilimleri itirafçılık olgusu kadar tehlikeli bir noktada durmaktadır. Hatta kanımca “normalleşmenin yayılımını” örgütlediğinden itirafçılık olgusundan daha da tehlikeli bir pozisyonda kendini var etmektedir.
Maneviyat tartışmaları genelde yaşanılan acılar üzerine kurulur ki -tek başına- bu yanlış bir yaklaşımdır. Maneviyat bir bakıma “devrim (maddi/manevi üstünlük) tartışmasının olmazsa olmazı olan “manevi üstünlüğümüze” işaret eder ki bu da tarihsel ve siyasal haklılığımızdır. Bu açıdan bakıldığında var olan saldırıya karşı vereceğimiz mücadele de güçlü olan taraftayız. Neden mi? Çünkü ortada iki hat var; birincisi söylediğini yapan ve yaptığını savunan bir mücadelenin inşacıları, ikincisi ise bu hayatta anlatacak hiçbir hikayesi kalmamış, çürümenin insanda vücut bulmuş halleri. Gerisini siz değerlendirin.
Bitirirken şunu da vurgulamak isterim. İtirafçılık olgusunun en önemli dinamiklerinden biri “muğlaklığı” örgütlemesidir. Yukarıda itirafçılık olgusunun normalleşmesinde kullandığım “bizim çocuklar” metaforu, tersine bir okumayla bir bakıma bizim nitelik çizgimiz, mücadele düsturumuzdur. Unutulmasın ki; mücadelemizde muğlaklığa yer vermeyeceğimiz en derin nokta “bizim çocuklarımızdır”. Kim mi onlar?
Onlar; Hiçbir yerdeyken her yerde olanlardır.
Sinan Varlık- Silivri 1 No’lu F Tipi Hapishanesi