Gündem, Umut Yazıları

Komünün tecelliyatı – 2 | Ali Mansur

“Özgürlük Gücü var olan sisteme, yabancılaşmaya ve insanın yok edilişine karşı özden gelen bir duruş ve yaşam tarzıdır. İçimizde insanı bulduğumuz her yerde ve her zamanda yeşerir ve çiçeklenir. Nasıl ki doğanın ilerleyişinin ve kendini yeniden üretmesinin önüne geçilmesi imkansızsa, kaynağını insandan ve doğadan alan Özgürlük Gücü’nün de önüne geçilme çabası yalnızca saçmalıktan ibarettir.”

Aynur Ada – Özgürlük Gücü Bir Duruş ve Yaşam Biçimidir

Yabancılaşmanın reddi

Komünün Tecelliyatı yani mevcut ve mutlak olanı(komün) ortaya çıkaran sürecin kendisi aynı zamanda, mevcut ve mutlak olmayan her şeyin yarattığı yabancılaşmanın ortadan kaldırılmasıdır. Bugün İktidar Gücü, topyekûn olarak insanın mahiyetine-özüne karşı bir savaş halindedir. Bu savaşının temel amacı insan emeğinin ve bununla birlikte insan bilincinin tutsaklaştırılmasıdır. Bu savaşı iktidar gücünün kazanmasıyla birlikte insan; öznelliğini ve kimliğini metalar üzerinden ifade eden, tek boyutlu, kendisine yabancılaşmış ve bastırılmış bir forma dönüşecektir.

İktidar Gücünün ve onun dayattığı ilişki biçimlerinin egemen olmasıyla birlikte insanın emeği ve emeğin ürünü metalaşmıştır. Yani insanın sahip olduğu güç, insanın kendi iradesinin dışında bağımsızlaşmış ve bu gücün bizzat kendisi paradoksal bir biçimde kendisini yaratan insanın benliğini ve eylemlerini kontrol eder duruma gelmiştir. Böyle bir yabancılaşma sürecinde yeniden şekillenen insan, Ulaş Bayraktaroğlu’nun söylemiyle “hiç dibe varılamayan bir kuyuya düşerek halkına, doğasına, dünyasına yabancılaşarak, aidiyetini yitirir ve ait olduğu tüm hakikatten kopar”. Böyle bir aidiyet yitimi; doğaya ve evrene ait olan insanın, İktidar Gücü tarafından bu gerçeklikten/özünden koparılarak kendisi olmayan-olamayana evrilmesine ve İktidar Gücünün dehlizlerinde kaybolarak şekillenmiş başka bir insana dönüşmesine yol açmıştır. 

Bu durum; insanların kendi aralarındaki ilişkileri de metalar arasında kurulan ilişkiler şeklinde algılama yanılsamasını yaratarak insanın dünya ile olan ilişkisinde, bütün herşeyi özne-nesne denklemi içerisinde kurmasına yol açmıştır. Sonuçta kapitalizm insanla birlikte bütün ilişki biçimlerini de metalaştırmıştır. Kapitalist üretim ilişkileri insanlar üzerinde o denli büyük bir hakimiyet kurmuştur ki bireyler arasındaki ilişkileri bile nesne/metasal bir iletişim biçimine dönüştürmüştür. Yani kapitalizm; insanı da insan ilişkilerini de insanlıktan çıkarmış ve metalaştırmıştır.

Bu metalaşma; insanın kendi özünden uzaklaşmasına ve yaratıcı özelliklerini kaybetmesine yol açmıştır. Bugün modern insan(!) -görüntüde çok güçlüyüm izlenimi vermesine rağmen- dünya ve çevre ile kurduğu ilişkide çok büyük acizlik yaşamaktadır. Modern insanın(!) görüntüde çok güçlüyüm izlenimi vermesi de insanın kendi gerçekliğinden kaynaklanan yeteneklerinden değil tersine hiç bir emek harcamadan ve gerçek varlığını ortaya koymadan birçok “yaratım” gerçekleştirilmesini sağlayan sanayileşme ve makineleşmenin sonucu olarak ortaya çıkmıştır.

Modern insan(!) bugün makinanın veya metanın/eşyanın bir parçası olabildiği kadar güçlüdür ki eşya üzerinden kurduğu bağımlılık, kendi kimliğini ve öznelliğini eşya üzerinden gerçekleştirmesini sağlamıştır. Bu yüzden eşya olmadığı taktirde koskoca bir evrende tek başına kalmış kadar güçsüz ve korumasız hissetmektedir. Sosyal medya ile birlikte bütün kitle iletişim araçları insanı; kendi benliği olmayan, anlamını ve manasını yitirmiş koca bir megamakineye dönüştürmüştür. O kalabalığın içerisinde çok büyük bir yalnızlıktır artık; çünkü bütün o güçlü görünme hissini makinadan veya eşyadan almaktadır. Böyle bir yanılsamanın kaynağı ile puta tapma istencinin kaynağı aynıdır. Eski çağlarda insanlar güçlerini putlardan aldıklarına inanıyorlardı. Günümüzdeki modern insan(!) da gücünü puttan aldığına inanan ilkel insana(!) benzer bir görüngüsellikle bütün gücünü eşyalardan/makinelerden aldığına inanmaktadır.

Bu manada bugün kapitalist üretim tarzı, modern putlaştırma endüstrisine dönüşmüştür. İnsanın kendi ürünü, artık kendisine ait olmadığında ve kendisini metalaştıran bir biçim kazandığında, emek nesnelleşmiş bir emek olmakta ve insanın bütün yaratım istencini bastırmaktadır. Oysa insan tarihsel olarak bütün emek süreçlerinde, hem bedensel hem zihinsel olan sanatsal bir çabayı dile getirmektedir. Kendisini gerçekleştirmek zorunluluğunda olan insanın çalışarak bir şeyler üretebilmesi, bu ürettiklerinin bilincinde olması gerekmektedir. Kapitalizm böyle bir nesneleşme içerisinde, bütün üretim ilişkilerinde sahte bir bilinç üretir ve bu sahte bilincin kendisi, İktidar Gücünün bütün yabancılaşma biçimlerini gizleyen, hakikatin üstünü örten bir görünüm kazanır. İktidar Gücünü bütün sonuçlarıyla ortadan kaldırabilmek ancak ve ancak bu sahte bilincin toplum üzerindeki egemenliğinin yok edilmesiyle mümkün olacaktır. Çünkü iktidar, maddi gerçeklikleri şekillendirdiği gibi, bilinci ve bilinç dışını da şekillendirmekte ve bunlardan beslenmektedir. Kendi gerçekliğini gerçek olmayan, toplumun bir yanılsama olarak yaşadığı bir anlam-anlamsızlık dünyası ile dayatarak toplumu ve insanı manadan yoksun hale getirir. Bu bağlamda sürekli kendi yaratımını ve kopuşunu gerçekleştiren Özgürlük Güçleri, yaşamın bütününe dair devrimci bir konumlanış yaratarak, kesintisiz devrimci taaruz ile İktidar Gücü’nün anlam dünyasını bozmaya kenetlenmiştir.

Yabancılaşmanın tarihselliği

İnsanlar ilksel zamanlarda doğanın değişmez ve ayrılmaz bir parçası olarak doğa ile bir bütün halindeydi. İnsanın ilksel toplum içerisinden, üretici emek sonucunda doğaya karşı yabancılaşması özel mülkiyeti ortaya çıkarmış, özel mülkiyet de insanın kendi özünü ve hakikatini kaybetmesine yol açmıştır. Kendi tarihselliğinden yoksun hale gelen insan, özgür ve yaratıcı eylemini kaybetmiş ve bu durumun kendisi, insanın kendi emeğine yabancılaşmasını yaratmıştır. Bu manada insanın yaşadığı ilk çelişki, doğanın bir ürünü ve maddesi olan insanın, doğayı kendi haline getirmesi ve doğaya karşı iktidarını gerçekleştirmesiyle başlar. İnsan bu süreçle birlikte hem kendisi ile hem de kendi toplumsal yanıyla çatışma içerisine girerek var olan yabancılaşma sürecinin kendisini derinleştirir.

“Özel mülkiyetin ya da insanın kendine yabancılaşmasının olumlu şekilde aşılması ve dolayısıyla insani öze insan tarafından ve insan için gerçekten sahip olunması olarak komünizm; böylece toplumsal bir varlık olarak insanın kendisine tam dönüşü olan komünizm – daha önceki gelişmelerin bütün servetiyle gerçekleştirilen, bilinçli bir dönüş. Bu komünizm, tam gelişmiş doğalcılık olarak hümanizmle eşittir ve tam gelişmiş hümanizm olarak da doğalcılıkla eşittir; insanla doğa ve insanla insan arasındaki çatışmanın gerçek çözümüdür- varoluşla öz, nesneleşme ile kendini pekiştirme özgürlük ile zorunluluk, birey ile tür arasındaki kavganın gerçek çözümüdür. Komünizm, tarihin çözülmüş bilmecesidir ve kendisinin bu çözüm olduğunu bilir.” (Marx, 2014:111)

Özel mülkiyeti ve yabancılaşmayı tam anlamıyla ortadan kaldıran komünizm, gerçek komünizmdir. Komünizm tarihteki bu yabancılaşmayı çözer ve tarihi sonlandırır. İşte tarihin sonu ve çözülmüş bilmecesi olarak komünizm ancak ezilenlerin ideolojik-politik-öncü eylemiyle mümkün olur. Marx’ta “tarih” de insanın yabancılaşması ve bu yabancılaşmadan kurtulması sürecidir. Bu manada, insanlık tarihi aynı zamanda bir bütün halinde insanın yabancılaşmasının da tarihidir.

Böyle bir yabancılaşma süreci ile birlikte, İktidar Gücü tarafından, kendi gerçekliğinden ve hakikatinden koparılan insan, tarihin başından itibaren, kendini gurbet ve meçhuliyet içerisinde düşünerek kendini sürekli olarak “Cennetten” kovulmuş gibi hissetmektedir. Bu manada insanlık tarihinde ulaşabildiğimiz dinsel, mitolojik, tarihsel metinlerin en önemli ortak noktalarından biri cennet yitiminden bahsetmiş olmalarıdır. Gnostik yapılanmalardaki; yersiz, yurtsuz, mekansız olarak sürekli “Gnosu” arama hali, Asya’da yüzyıllar boyunca komünal bir yaşam süren, iktidarları deviren, Sarı Sarıklıların “Tao”yu arama hali, Hint geleneğinin Brahma’yı arama hali, Zen Budistlerin sürekli olarak Nirvana’yı arama hali -en temel anlamda- yitirilen komünün kendisini farklı biçimlerde arama halini ifade eder.

Köklerini özgürlükten almayan her arayışın kendisi, İktidar Gücü tarafından şekillenmeye mecbur olduğundan kaynaklı, bu arayışların birçoğu da zaman içerisinde tarihte, mevcut düzeni güçlendiren ve besleyen bir noktadan kendini gerçekleştirmiştir. İnsanın kendi gücünü, soyut veya somut başka bir nesneye aktararak, kendini güçsüzleştirmesi putlaştırmanın ve tarihteki bütün İktidar dinlerinin temelini oluşturmaktadır. Bu doğrultuda gelişen puta tapıcılığın kendisi, yabancılaşmanın en eski biçimlerinden biridir. İnsan kendi emeği ile ürettiği putlara taparak ve o putlara kendinden bile yüksek anlamlar yükleyerek kendi yaratım gücünü başka bir nesneye aktarıp kendisini bu güç karşısında nesneleştirmiştir. Böylelikle anlam ve mananın kendisi, insandan puta yani nesneye geçmektedir. Dinsel metinlerde konusu geçen putperestlik de anlatılmak istenen, tek bir tanrı yerine birçok tanrıya tapmaktan ziyade, inanılan putların, insan tarafından üretilmiş birer nesne olmasıdır. Marx’ın Kapital’de bahsettiği, meta fetişizmi(meta tapıcılığı) yani, emeğin ürettiği nesnenin, yabancı bir varlık gibi onu üretenden bağımsız bir güç haline gelmesi ve sonra insanların karşısına dikilerek insanları boyunduruğu altına alması, tarihte puta tapıcılığa tekabül etmektedir. 

“Putperestliğin putları olan gümüş ve altın, insan elinin ürünleridir. Onların ağızları vardır, konuşmazlar; gözleri vardır görmezler; kulakları vardır duymazlar; ayrıca ağızlarında bir nefes yoktur. Bu putları yapanlar, putların kendisine inanarak, putlara dönüşmüşlerdir.” (Eski Ahit)

Kur’an başta olmak üzere bir çok dinsel metinde geçen Arap toplumlarındaki üç ana putun isminin Lat(Otorite), Uzza(Güç), Manat(Para) olması -bu durumdan dolayı- bir rastlantı değildir. İktidar Gücü; var olan putların biçimini değiştirmiş ve bu putlar bugün karşımıza, devlet, para, veya her hangi bir meta(eşya) olarak çıkartılmıştır. Başka bir deyişle çağdaş putperestliğin kökeni; İktidar Gücünün kendisi ve modern üretim tarzıdır. Bugünün devleti -eski zamanların firavunları gibi- kendini topluma tapılması gereken bir ilah gibi sunarak yanılsamalarla dolu bir gerçeklik algısı yaratmış ve böylece bireyin ve toplumun kendi kendisini pasif-edilgen bir şekilde kabul etmesine yol açmıştır.

Yabancılaşmanın Yabancılaştırılması: Kesintisiz Devrimci Taaruz

Marks İktidar Gücü’nün sahte bilinçsel görüngüsünü camera obscura örneği ile açıklar. Latincede karanlık oda anlamına gelen camera obscura ufak bir delikten yansıyan ışığın odanın içindeki yüzeyde ters bir görüntü oluşturmasıdır. İktidar Gücünün egemenliği ve üretim ilişkileri, toplumsal olarak gerçeğin ters bir yansımasını yaratarak, sahte bir anlam dünyası yaratmış ve insanın kendi koşullarını bilmesinin önüne geçerek, kendi öz çıkarına göre tercihte bulunamamasını sağlamıştır. Böyle bir süreç ile birlikte, kendisi olmayan-olamayan insan, rızaya dayalı bir şekilde İktidar Gücünün ideolojik ve kültürel hegomanyası içerisine girerek, düzenin anlamsızlık dünyasında tutsaklaşmıştır.

İkidar Gücü böyle bir yabancılaşma süreci ile birlikte, insanı ve toplumu yaratım ve iradesinden kopararak, kendisi karşısında güçsüzleştirmiş ve kendini yeryüzünde egemen kılmıştır. Bugün toplumdaki her insan yaşamının bütün boyutlarında özgür olamadığı için, kendisini devlet karşısında güçsüz ve iradesiz hissetmekte ve bu güçsüzlüğün karşısında İktidara tapınmaktadır. Bu tapınma görüngüde farklı biçimlerde gerçekleşse de, bilinçsel veya bilinç dışı olmak üzere temel olarak kaygı, korku, kendini güçsüz hissetme üzerine inşa olmaktadır.

Toplumsal bir anomi olarak kolektif bir korku ve kaygı durumu, devlet ve toplum arasında kendisini bütünleştiren, rızaya dayalı bir ilişkilenme yaratarak, insanın kendisi hakir ve küçük gördüğü -devletin ise kendisine tanrısallık atfederek, topluma karşı ideolojik ve kültürel kontrol sağladığı- hegemonya kurduğu sahte bir anlam dünyası yaratmıştır. Kapitalizmin bir alternatifi olmadığı düşüncesi insanları böyle bir korkuya ve çaresizliğe iten en temel edinimdir.

 Bütün boyutları ile İktidar Gücü’nün alternatifini yaratmak, tüm ezilenlerin, edilgenliğini ve pasif kalmış durumunu, onu fiiliyatta devrimin hem ideolojik hem politik öznesi haline getirerek aşacak olan öncü inisiyatif tarafından gerçekleşebilecek bir durumdur. Komünün Tecelliyatı, mevcut çağımızda bütün boyutları ile sahte gerçeklikleri sarsacak temel alternatiftir. Tecelliyatı görebilmek ancak, İktidar Gücünün anlam dünyasının ötesine çıkabilmek ile yani Özgürlük Gücünün eylemi ile mümkün olabilir.
Bu noktada kendisini Komün Gücünden yaratan, Özgürlük Gücünün eylemi, yıkıcı olduğu kadar Komün Gücünün gerçekleşmesi doğrultusunda insanın en büyük özgür ve yaratıcı eylemi olarak karşımıza çıkmaktadır. O halde komün bütün yabancılaşma biçimlerinin karşısında özgürlük ile birlikte anda inşa edilmelidir; kaotik bir ortamda, tehlike ve kriz durumlarında eyleme geçilmeli devrimci bir duruş yaratılmalıdır.

 Özgürlük Gücü bu yaratımın kendisini kesintisiz olarak bütün zamansallıklarda icra etmektedir. Devrimin kendisini ana içkin bir eylem ve sürekli oluş hali olarak kavramak, sınırların ve mekanların ötesine geçebilmeyi gerekmektedir. İktidar Gücü dünyasından bütün boyutlarıyla bir kopuş yaratılmadan komünün kendisi -yani insanın en büyük yaratıcı ve özgür eylemi- gerçekleşemez. En temel olarak sürekli olarak devrimden kaçma hali, insanın-toplumun gücünü kendisinden almak ve bu gücü başka yasalara ve sınırlandırmalara vermek, İktidar Gücünün zihin dünyasından kopamayışın sonucu olarak politikada yabancılaşmanın örneklerindendir.

Tarihin kendisi, vülger Marksizm’in veya Hegel’in öngördüğünün tersine, önceden belirlenmiş, belli bir doğrusallık içerisinde değil, sıçramaların, geriye dönüşlerin gerçekleştiği bir süreçtir. Bu çalkantılı sürecin kendisinde alt yapı-üst yapı arasındaki çelişkiler veya üretim ilişkileri etkili olduğu gibi aynı şekilde Öncü İnisiyatifin kendisi de bu süreçlerin hepsinde belirleyicidir. Komünizmin özünü teknik analizlerde, bilimsel tahlillerde görmek ve iradesizleştirmek böyle bir yabancılaşma biçimi olarak karşımıza çıkmaktadır. Marksizmin kendi ontolojisi “felsefeciler bugüne kadar dünyayı anlamaya çalıştılar, aslolan dünyayı değiştirmektir” ifadesinde gizlidir.

İnsan iradesini ve özgürlüğün gücünü sınırlandıran, belirlenimci ve yetmeci bütün eğilimler hem felsefede hem de politikada yabancılaşmanın bir biçimi olarak ele alınmalıdır. Özgürlük Gücü; statükocu bütün eğilimleri reddederek kendi mahiyetini İktidar Gücüne teslim eden, kendini muhalefetçilik ve talep etme üstüne örgütleyen bütün sol özneler ve politikanın bütün yabancılaşmış biçimleriyle hesaplaşma içerisine girerek kendini sınırsız bir şekilde yeniden yaratmalıdır.

Bu doğrultuda İktidar Gücü’ne sahte anlam-bilinç üreten bütün maddi gerçeklikler-gerçeksizlikler, bütün ilişki biçimleri ve insan yaşamına dair sunduğu bütün sahte önermeler tüm algılarıyla birlikte yadsınmalıdır.. Her tür baskı ve bağımlılıktan kurtulmuş insan, içindeki gerçek benliği dışa vurabilecek ve kendisini gerçekleştirebilecektir. İnsanlar kendi tarihlerini gerçekleştirebildikleri oranda kendilerini ve çevrelerini de yaratmış olurlar. En büyük yaratımlardan biri olan Komün, ancak böyle bir özgürleşme eylemiyle birlikte gerçekleşebilir. Bu durumun karşısında Özgürlük Güçleri; düzenin sahte anlamlarından ve yanılsamalar dünyasından koparak gerçekliğin ve hakikatin derinliklerine kesintisiz bir şekilde yolculuğa çıkmıştır. Gerçek anlamda özgürce var olabilmek için kendi ateşiyle kendini yaratarak yok olmayı göze alabilmiş, Zümrüdü Anka hikayesindeki gibi özgürlüğü beklemeden, bütün sahte bağımlılıklardan, zaaflardan koparak özgürlüğün kendisi olabilmiştir. Düzenin bütün boyutlarına karşı kesintisizce taarruzda olmak, geleceğe doğru bir atılış özgürlük bilincine varıştır.  Özgürlük Güçleri kesintisiz bir zafer gücüyle birlikte yabancılaştıranı yabancılaştırmış; insanın önündeki bütün sınırlamaları ortadan kaldırmıştır.
“Yanan gökyüzünde hiç durmadan uçan ateş kuşlarıyız,
                                                                    hiç bir yerdeyken, her yerdeyiz.”


Özgürlük, varlığın-komünün, sınırlanmışlıklardan münezzeh olma halini ifade eder. Bu doğrultuda Özgürlük Güçleri, insanın karşısına dikilmiş en büyük sınır olan İktidar Gücünü kesintisiz devrimci taaruz ile yıkarak, insanın karşısındaki bütün sınırlandırmaları ortadan kaldıracaktır. Bu manada ‘’Hiç bir yerdeyken her yerde olma’’  halinin kendisi, testi içerisindeki okyanusun, testiyi kırması, kafes içerisindeki kuşun, kafesi parçalamasıdır. Komünarların önünde, testi kırılmış, kafes parçalanmıştır. Yeni dünya kesintisizce yaratılacak ve yaşamın kendisine rahim olunacaktır.




Paylaşın