Faşist iktidarın yaşadığı yönetme krizinin her alanda kendisini fazlasıyla göstermesi toplumsal dinamiklere ve mücadele edenlere, hayat ve ekmek kavgası verenlere nasıl ve ne ölçüde saldırdığını işçilerle, emekçilerle, kadınlarla, gençlerle nasıl ‘dalga’ geçtiği şeklinde görmekteyiz. Doğal felaketler sonrası çay dağıtımı, tecavüzcülerin tutuklanıp salınması, patronlara her türlü vergi indirimin yapılması, mültecilere organize saldırılar ve bunun gibi gündelik yaşamın cümleleri haline getirilmek istenen bu kalıplar artık iflasa dayanmıştır. Sebebi de faşist iktidarın varlığı ve yönetme sorunudur.
İktidar kaybı korkusu içerisinde olan faşizmi gündelik yaşamın akışı içerisinde görmeye çalışmak olumlu sonuçlar doğurabileceği gibi bizleri hatalı sonuçlara da götürür. Öncelikle, sadece gündelik olaylarla süreci okumaya çalıştığımızda örneğin Suriyeli ve Afganistanlı halklara saldırılar ve ya birleşik mücadele güçlerine dönük saldırıları iktidardan azade görmek hatalıdır. Bu yüzden örgütlü güce saldırılar, onun devamında halka doğrudan saldırılar olarak gelişmektedir. Saldırı kelimesini iyi incelemekte fayda var, çünkü sadece fiziki olarak bir saldırı değildir bunun kapsamı. Radyo programlarında da saldırı var, sokakta da saldırı var. Altındağ’da çoğunluğunu Suriyeli mültecilerin oluşturduğu semtlere yönelik olarak organize olarak yükseltilen faşist saldırganlık, Afganlara yönelik saldırganlıklar, Kürtlere yönelik saldırılar vs. derken faşizmin gelecek dönem politikaları tam anlamıyla faşizmin ve emperyalizmin ihtiyaçlarına yönelik olarak yeniden dizayn edilmeye çalışılıyor. Bu sebeple üstüne basarak söylemekte fayda var; bunlar yaşamın normal akışı içerisinde gelişen iki grup kavgası değildir. Devlet eliyle organize edilen bir dönemin hazırlığının bugünden yansımalarıdır.
Bu dönemin hazırlığı içerisinde faşizm, yönetimsel boyutu ile kendi iç krizinden çıkamamaktadır. ABD ile ilişkileri iyi tutarak NATO’yu tekrar ayağa kaldırmayı hedefleyen Biden’ın destekçisi konumunda olduğunu belirterek süreci karşılıyor. Ancak, emperyalist-kapitalizm açısından da doğru bir yönetim anlayışı okuması AKP iktidarının ülke içerisinde desteklerini kaybettiğini açıkça göstermektedir. Bu sebeple egemenler arası krizden hala faydalanmaya çalışması da işgal ve sömürü politikalarında sürekli olarak atakta olmak istemesi de Türkiye’nin, küresel emperyalizme pazarlayabileceği en büyük gücünün “ordusu” olduğunu ispatlamaktan başka bir şey değildir. Buraya bir “ancak” demek gerekiyor; “… açıkça büyük bir savaştan da olabildiği kadar kaçmaktadır”. Çünkü bir askeri yenilginin ülke içerisinde hissedilmesi demek AKP rejiminin pamuk ipliğiyle tuttuğu iktidarının daha da kontrolsüzleşmesi demektir. Bunun sebepleri arasında savaş ve siyaset arasındaki ilişkinin diyalektik bağını görmek gerekiyor. Politika savaşı isterse, savaşın sonuçlarına da katlanmak zorundadır. Bunların kendi iç bağları arasında da gündelik yaşama yansıyan politikalar, savaşı kaybetmiş bir komuta kademesinin ne yapacağını bilememesidir. Denilebilir ki; savaş politikanın devamıysa, politika da savaşın devamıdır. Burjuva hükümetleri için, savaşın yarattığı ve ne yaratacağı bilinmeyen sebepleri politikanın üstüne iradi olarak binmektedir. Afganistan’da olabilecek olan her şey bu sebepler ışığında savaş-politika diyalektiğinin doğal sonuçları olacaktır.
Bu gelişmeler ışığında faşizmin askeri-politik olarak taktik yönetim hareketlerininin kendi iç krizinden kaynaklı olarak sürekli yenilgilerle dolu olduğunu görüyoruz. Bu sebeple faşizmin siyasetinin ve savaşının sonuçları neticesinde ülke içerisinde kendi kontrolü dışında gelişebilecek her harekete karşı zoru örgütlemesi anormal değildir. Hatta kendi kontrolünde olan bir zoru da örgütlemesi anormal değildir. Faşizmin şu anda en güncel siyasetini kendi faşist kitle tabanını örgütlemek niyetiyle, işgal politikaları sonucunda bu topraklara gelmiş olan insanlara karşı faşist güruhları bir araya kontrollü olarak bir araya getirmesi oluşturmaktadır.
Şimdilerde ise Altındağ’da başlayan faşist saldırganlık, gündeme yansıyan videolarıyla-resimleriyle, bölgeden halkın anlatımlarıyla vs. organize bir saldırı konsepti olduğunu göstermektedir. Hulusi Akar’ın Afganistan’da ki havalimanının ‘işletilmesi’ üzerine söylediği “gelecek günlerde belli olacak” cümlesi aslında Türkiye içerisinde başta Afganlara ve devamında diğer ezilen mülteci halklara yönelik olarak saldırıların artacağına ilişkin bir emaredir. Çünkü böylesi bir konseptin, ülke içerisinde Afganlar ve diğer mülteciler hedef gösterilerek meşrulaştırılması faşizmin ve merkez kapitalizmin bu durumu ne kadar önemsediğini göstermektedir. Afganistan’ın işgali, AKP faşizminin merkez emperyalist ülkelere verdiği sözleri tutması anlamında hayati bir noktadadır.
Şimdi bu noktada diğer bir kritik mesele Çin ve Rusya’nın Afganistan’a yönelik politikasıdır. Çin, 21. yüzyılın projesi olarak duyurduğu Bir Kuşak Bir Yol projesi ile daha fazla istikrara kavuşmasını istediği ekonomik, askeri ve siyasal ilişkilerine yönelik olarak yanı başında sayılabilecek bir engel pozisyonunda olan Afganistan’ın bu istikrarı değiştirmemesi için Taliban’la bir dizi görüşmeler gerçekleştirdi ve gerçekleştirmeye devam ediyor. Zira NATO’nun Afganistan’dan çekilmeye başlaması da ona harcanan savaş bütçesi ile askeri-siyasal ve ekonomik getirisinin denkleşmemesinden kaynaklıdır. Diğer bir noktası da Amerikan Rüyası’nın Çin karşısında gittikçe düşen ivmesidir. Çin’i çevreleme siyaseti bu sebeple her noktada devam ettiği gibi Asya coğrafyasında da devam ediyor. Bu haliyle Afganistan’ın Rusya ve Çin tarafından kontrol edilmesi askeri açıdan Rusya’yı daha çok, ekonomik olarak da Çin’i daha çok etkilemektedir. Bu neticeler ışığında siyasal İslamcı pozisyonuyla bayrağı devralmaya çalışan AKP faşizmi “ben onlarla dil tutturabilirim” diyerek Afganistan’da da işgalcilik gömleğini giyecek. Afganistan’ın merkez emperyalist ülkelerce tutulabilmesi demek, Çin’in istikrarsızlaştırılması anlamında bir adım olacak ve onun Avrupa ülkeleri ile olan ekonomik, politik ilişkilerini sorunlara boğacak. Yanı başında “istikrarsız” bir Asya demek Çin’i sürekli olarak güvenlik politikalarına boğmak demektir.
Bu veriler ışığında Afganistan politikası siyasal İslamcılık oyunlarıyla kesinkes tutacak gibi görünmemektedir. Ülkemiz içerisinde “Afganları istemiyoruz” diye ortalığı ayağa kaldırmak isteyenlerin faşist örgütlülük içerisinde yer aldığını bilmek gerekmektedir. Ezilen halklara yönelik bu saldırılar faşizmin kendisini yeniden dizayn edişinde bir süreçtir. Siyasal İslam bayrağının taşınmasının yanına milli duyguları ekleyerek MHP ile olan krizini de bir pratik içerisinde eritmeye çalışmaktadır. En başta söylenilen gibi, gündelik bir vaka okumasıyla bakarsak hatalı çıkarız. Fazlaca sebebi ve sonucu olan bir süreçtir.
Birleşik mücadele güçlerine düşen görev faşizmin dışarıda sürdürdüğü savaşın sonuçlarını içeriye taşımaktır. Faşist örgütlenmelerin sokaklarda insanlara saldırmasına karşı özgürlüğün sokakta olduğunu ve devrimcilerin iradesi dışında hiçbir şeyin olmayacağını göstererek faşizme karşı mücadele pratikleri sergilemek gerekmektedir. O faşistlerin ve faşist iktidarın istediği gibi hareket etmesini engelleyecek, sürekli olarak faşist iktidarı bir ideolojik, siyasal, ekonomik ve güvenlik sorunlarına itmek gerekmektedir. Bununla beraber de kitlelerin öfkesinin ezilen halklarda değil iktidarda aranmasının gerektiği devrimci cevaplarla öğretilmelidir.
Birleşik mücadele güçleri bu faşist saldırılara karşı –çıkış eylemini birincisi sayarsak- ikinci önemli çıkışını yaratabilme imkanlarına sahiptir. Çöküş sürecinde olan faşist rejimin genel siyasal yönelimine karşı devrimci siyaseti büyütmek ve yükseltmek en temel görevdir. Bu sebeple faşizmin işgal, talan ve kendisini yeniden dizayn etme politikalarına karşı birleşik mücadelenin eylem ve söz çizgisi Altındağ’ın altın saçlı çocuğu gibidir.