Gündem, Umut Yazıları

“Erdoğan giderse kim yönetecek? Kılıçdaroğlu mu yönetecek bu ülkeyi?” – Can Çukurova

Bir önceki yazıda “salt teşhirin toplumun ihtiyaç duyduğu niteliksel dönüşümü gerçekleştiremediğini” belirtmiştim. Bu yazıda kısaca bunun sebebine göz atmak istiyorum. Teşhirin toplumsal dönüşümün birikim haznesine yazılabilmesi için, teşhirde sözü edilen olgunun (teşhirde ifade edilen durumun), muhatapların değer yargılarıyla bir çelişki içinde olması ve bu çelişkinin de muhatabı doğru olana, yani değer yargısının gösterdiğine yönlendirmesi gerekiyor. Teşhir, bu koşullar altında olgunun failinin meşruiyetini yitirmesini sağladığı gibi muhataplarda biriken tepki, zamanla niteliksel bir dönüşüme evrilir.

Ancak Türkiye’de en kallavisinden teşhirin bile artık böylesi bir birikim yaratmadığını ya da çok az etkili olduğunu görüyoruz. Bunun sebebinin toplumda yerleşmiş olan umutsuzluk ve çaresizlik hali olduğu öne sürülebilir. Bense başka bir sebebi ele alma niyetindeyim: teşhir edilen olgunun hitap edilen değerlerle çelişmemesi sorunu. Bu da aslında meselenin önemli bir ölçüde bir “değerler sorunu” olduğunu bize gösteriyor. Örneğin geçim sıkıntısı yaşayan ve bunu dile getiren birine “Sen önce cep telefonunu göster” denilebildiği gibi “Ekonomik kriz var mı?” sorusuna “Ekonomik kriz yok, insanlar nasıl para harcayacaklarını bilmiyorlar, ayaklarını yorganlarına göre uzatmıyorlar” cevapları verilebiliyor. Çünkü toplumsal zenginliğin emeğe göre eşit bölüşümüne yönelik bir değere sahip olmadığımız gibi eşitsizlik de içselleştirilmiş durumda. Bu içselleştirme en bariz biçimde, her gün ortaya serilen yolsuzluk haberlerinde kendini gösteriyor. Kamu kaynaklarına “çökme”nin, burjuva anlamında bile yolsuzluğun, fesat karıştırmanın, usulsüzlüğün “suç” bir yana, “yanlış” (hukuki bir yana ahlaki yanlış) olduğuna yönelik bir yaklaşımın yerini bu tür icraatların bürokrat ve zengin tabakaların yazılı olmayan “hakkı” olduğuna yönelik yaklaşım almış durumda.

Ekolojik kıyımlara karşı olanlara karşı olmaktan ötekine şiddeti meşru görmeye (açıktan olmasa bile sessiz kalarak “zımni rıza” göstererek), erkek şiddetine, tacize tepki göstermemekten bireysel çıkarı kamusal çıkarın önüne koymaya kadar birçok durum göz önünde bulundurulduğunda toplumun, etik ve politik bir çürümenin içinde olduğunu iddia etmek yersiz olmaz sanırım. Bunların yanında bir başka durum ise bize toplumdaki siyasal yabancılaşmanın ve kamusallığın ne boyutta olduğunu gösteriyor: Yazının başlığında yer alan “Erdoğan giderse kim yönetecek?” sorusu, yurttaşların siyasal yabancılaşmasının, yani yaşadıkları toplumun nesnel koşullarına yönelik karar alma ve eylemde bulunma süreçlerinden ne kadar soyutlandıklarını, kendilerini soyutlamış olduklarını görmek açısından oldukça önemli. “Kılıçdaroğlu mu yönetecek?” Sorunun kendisi zaten iki seçenek sunuyor, bir cevap veriyor. Sorunun kendi iki seçenekli çerçevesinde tartışılması ise toplumsal örgütlerin ve toplumsal siyasetin ne derece sakatlandığını gösterdiği gibi “demokrasi” gibi bir değere de ne kadar uzak olduğumuzu ortaya koyuyor. “Toplum, kendi kendini yönetme erkine de yetkinliğine de sahip değil” anlamını içerdiği gibi “halkın iktidarı yönetecek” seçeneği de akıllara gelmiyor. Demokrasi, şu anda toplumda karşılık bulan bir talep de değer de değil. Bu koşullarda bulunmamızda siyasal İslam’la katmerlenmiş kapitalizmin burjuva ahlakının etkisi elbette yadsınamaz. Ancak bu siyasal ve ekonomik koşullar, sorunun aynı zamanda bir toplumsal sorun, bir değerler krizi sorunu olduğunu göz ardı etmemize sebep olmamalı.

Marksizm bizlere özgün bir ekonomi teorisi sunduğu gibi özgün toplum ve siyaset felsefeleri de sunar. Bu felsefeler, sosyalist ve komünist bir toplumun örgütlenme tarzının ve değerlerinin hangi temeller üzerinde şekilleneceği konusunda bizlere yol gösterir. Marksizmin determinist yorumları, kapitalizmin kendi iç çelişkileri sonucunda yıkılacağını, bu ekonomik koşulların ve sebep olduğu çelişkilerin kaçınılmaz olarak işçi sınıfının bilinçlenmesini sağlayacağını, işçi sınıfının da sosyalist toplumu, sosyalist adaleti ve sosyalist ahlakı (etiği) kuracağını, tüm üst yapı kurumlarının bu temeldeki dönüşümle değişeceğini iddia etmiştir. Ancak ne Marx, ne Engels [1,2], ne de bir iradeci ve bir siyasal devrimci olarak Lenin böyle düşünmez. Salt ekonomik temele odaklanan bir mücadele eksik kalır zira sınıf savaşımı salt iktisadi temel üzerinde yürütülen bir mücadele olmadığı gibi üretici güçlerin gelişmesi ve üretim ilişkilerinde bir dönüşüm de her şeyi çözüp toplumu ileri atacak sihirli bir anahtar değildir. Tek faktörlü ve tek yönlü bir mücadele hattı, iktisadi temelin her şeyi belirlediği ve insanların yalnızca iktisadi koşulların edilgin nesneleri olduğu görüşü, tarihin mevcut gerici kapitalist aşamasını [3] tarihin seyrinde kaçınılmaz ve gerekli bir aşama olarak gören teleolojik, tek yönlü ve determinist görüşler sosyalistleri arzuladıkları toplumsal koşullara ulaştıramaz.

Sosyalist siyaset, kendi içinde ekonomik, siyasal ve toplumsal mücadeleleri içermelidir. Toplumsal değerlerde bir değişimi iktisadi koşulların dönüşümünün neticesi olarak beklemek ile ekonomik mücadelenin yanında, toplumsal değerlerin değiştirilmesine yönelik toplumsal mücadele yürütmek arasında radikal bir fark var. Burjuva anlamında olmayan eşitlik, adalet, demokrasi, ortak fayda, toplumsallık, bireysellik, doğallık, özgürlük kavramları, bizim temel kavramlarımızdır. Sosyalizm, toplumu dönüştürürken insanları da dönüştürür ve oluşacak bu insan, bu ethos bir etik sorunudur. Bu nedenle sosyalist mücadele, aynı zamanda her zaman bu sosyalist ethosun oluşması için çabalamalı, bu nedenle de kendi değerlerini ön plana çıkaran eylem ve söylemi işlerliğe koymalıdır. Bu ethos, toplumun diğer kesimleri bir yana, kendini sosyalist olarak görenlerde bile yeterince gelişmemiş olabilir. Bu nedenle değerler krizini aşmaya yönelik toplumsal mücadele, sosyalist siyaset için gerekli olduğu kadar hayatidir de. Bunun bir yolu bu değerleri toplumda görünür kılmak, gerekçelendirmek, açıklamak ve sürekli tekrar etmektir. Bu mücadele, “sınıfa bilinç taşıma” misyonunun ayrılmaz bir parçasıdır.

Dipnotlar:

[1] “Politik, hukuki, felsefi, dini, edebi, artistik, vb. gelişmeler, iktisadi gelişmeleri temel alır. Ancak tüm bunlar birbirleri üzerinde etkide bulundukları gibi iktisadi temel üzerinde de etkilidirler. Geri kalan her şey edilgin bir etkiye sahipken iktisadi konum tek neden ve tek başına etkin olan değildir. Tersine, en nihayetinde kendini dayatan iktisadi zorunluluğun temelleri üzerinde bir etkileşim vardır.” (Engels’in Borgius’a mektubu, 1894, Londra) <https://www.marxists.org/archive/marx/works/1894/letters/94_01_25.htm>

[2] “Tarihin materyalist kavranışına göre, tarihte en nihayetinde belirleyici öge, gerçek hayatın üretimi ve yeniden üretimidir. Ne Marx ne de ben bundan daha fazlasını iddia etmedik. Böylece, eğer birileri bunu ‘ekonomik unsur tek belirleyici olandır’ şeklinde çarpıtacak olursa bu önermeyi, anlamsız, soyut, mantıksız bir ifadeye dönüştürmüş olur.” (Engels’in Königsberg’teki J. Bloch’a mektubu, 1890, Londra) <https://www.marxists.org/archive/marx/works/1890/letters/90_09_21.htm>

[3] Bu görüşe Marx’ın kapitalizmi devrimci, ilerici bir üretim tarzı olarak gördüğü görüşü ile karşı çıkılabilir. Ancak kapitalizmin üretici güçleri, genel üretici kapasiteleri çok kısa sürelerde akıl almaz derecede büyütmesi, onun genel olarak gerici olduğu iddiam ile çelişmez. Kapitalizmin yabancılaşmış bir toplum örgütlediği, yabancılaşmış bireyler ürettiği ve yeniden ürettiği, işçi sınıfını sürekli olarak yoksullaştırdığı, kitleleri sefalet koşullarına mahkûm ettiği ve dünyayı yok oluşa sürüklediği bir gerçektir. Bunları ne ilerleme ne de ilerlemenin yan etkileri ya da bedeli olarak ele almanın sorunlu olduğu kanaatindeyim.

Paylaşın