Gündem, Umut Yazıları

Egemen sınıf senaryoları ve sınıf siyaseti – Can Çukurova

Son haftalarda Türkiye siyasetinin gündemindeki iktidar değişikliği tartışmaları ve siyasal aktörlerin arka arkaya yaptıkları çıkışlar, iktidar partisinin bunları karşılamadaki göreli başarısızlığı, anketlerin gösterdiği sayılar bir anlamda Erdoğan’ın artık iktidardan düşeceği beklentisinin güçlenmesine neden oldu. Kabul edilmeli ki böyle bir atmosfer var. İktidara aday partiler sık sık AKP döneminin yozlaşma siyasetinden farklı olarak ne yapacaklarına ilişkin demeçler de veriyorlar.

Ancak genel olarak muhalefette şöyle bir eksiklik var: Başta işçi ve emekçileri, işsizleri ve yoksulları, yani potansiyel olarak ücretli-emekçileri, hayatta kalabilmek için emeğini satmak zorunda olanları ve genel olarak tüm ülke halklarını ilgilendiren ekonomi politikasına ilişkin somut bir yol önerisi sunulabilmiş değil. Bu durum, Türkiye ve dünya ekonomisine sınıfsal perspektiften bakabilen az sayıdaki ekonomistten biri olan Ümit Akçay tarafından da sık sık dile getiriliyor [1]. Düzen partileri de ekonomiye yaklaşımlarında ekonomik krizin derinliğini, halkın geçinememesini ve ekonominin AKP tarafından yönetilememesini dillendirmekten öteye geçmiyorlar. Henüz ortaya konan detaylandırılmış bir ekonomi programı yok.

Muhalefetin ekonomik program konusundaki başarısızlığından ziyade çekingenliğini, şöyle ya da böyle net bir tavır ortaya koyamamasını nasıl değerlendirebiliriz?

İktidar senaryoları

Ruşen Çakır, “Erdoğan’ın bir sonraki müttefiki kim olabilir?” başlıklı yayınında [2] Erdoğan’ın şu ana kadar şöyle ya da böyle bir biçimde kendini iktidara taşıyacak ya da iktidarda tutacak gruplarla sürekli dengeleri değişen ittifaklar kurduğunu, bir ittifak bozulurken başka bir ittifakla yoluna devam ettiğini vurgulayarak elinde kalan muhtemel ittifak alternatiflerini değerlendiriyor. Dış güçlerle ittifak ihtimalinin çok azaldığını belirttiği Erdoğan’a DEVA ve Gelecek gibi eski AKP’lilerin ya da MHP’nin artık bir getirisi olmayacağını, (Meral Akşener’den alıntıyla) İyi Parti tabanının ise böyle bir ittifaka yanaşmayacağını dile getiriyor. CHP’nin ise Erdoğan’la bir pazarlığa oturmak için elinin çok güçlü olduğunu ve pazarlığa yanaşmasının gerçekçi olmayacağını belirttikten sonra elde kalan alternatiflerden, ülkeyi olağanüstü koşullara sürüklemenin Erdoğan’ın gücünü daha da zayıflatacağını belirtiyor. Ruşen Çakır’a göre ihtimal dâhilinde olan şey, Erdoğan’ın, parlamenter sisteme dönüleceği ve iktidarı bırakacağı koşulları üzerinden muhalefetin tamamıyla bir uzlaşmaya varması.

Ben buradan iki seçeneği çekerek bunların daha ciddi ele alınması gerektiğini düşünüyorum: Birincisi, çabucak akıldışı ilan edilen, ülkeyi olağanüstü koşullara sürükleme senaryosu. Özellikle HDP’nin deklarasyonundan sonra iktidarın her alandaki hem söylemsel hem fiziksel şiddet dozunu arttırarak saldırganlaşması, iktidar açısından sürekli bir geri çekilişin olmayacağının sinyallerini veriyor. Geçtiğimiz günlerde Çavuşoğlu’nun yaptığı sınır ötesi operasyon açıklaması [3] da gösteriyor ki (hem biçimsel hem de amaçsal olarak) daha öncekilere benzer bir sınır ötesi operasyon ya da gerektiğinde bir iç çatışmayla tekrar kendi kitle tabanını toplayabileceği ya da toplumdaki milliyetçi duyguları uyandırarak diğer partilerden kendine kısa süreli seçmen devşirebileceği ihtimali hiç de gerçek dışı değil. Bunlara bir de SADAT’ın dizayn ettiği silahlı kuvvetleri ve ülkü ocaklarına dönmüş polis teşkilatını ekleyince Erdoğan’ın –ne kadar süreyle olabileceği net olmasa da- iktidarını zor yoluyla koruyabileceği araçlara sahip olduğunu biliyoruz. “Bunları yapabilir mi? Böyle bir çılgınlık yapamaz.” minvalinde sorular ve sonuçlar burjuva siyasetinin içten pazarlıklı paslaşmaları ve siyasal tahayyülüne uygun olsa da sınıf mücadeleleri tarihini bilenler için her türlü siyasal ve askeri hamlenin, “çılgınlığın” ihtimal dâhilinde olduğu bilinen bir gerçek. Nitekim mevcut duruma gelene kadar burjuva ve liberal naifliğin kaç kere yanlışlandığını görmüş olduk.

Bu da ikinci seçeneğe giderken Erdoğan’ın elinin aslında o kadar da güçsüz olmadığını bize gösteriyor. Eğer, muhalefetin geneliyle bir pazarlığa gidilecekse parlamenter sisteme dönüş makul bir talep de olsa Erdoğan’ın iktidarı tamamen bırakmasından ziyade haklarının bir anayasa ve meclis ile sınırlanması da ihtimal dâhilinde olabilir. Velev ki güç dengeleri değişti ve iktidardan mümkün olduğunca az zarar görerek ayrılma kararı alındı, bu durumda muhalefet ile yapılacak pazarlıkta talep edilecek şeyin kendisi, ailesi ve yakın çevresine dokunulmaması olacağını düşünebiliriz ki bunun da muhalefetin geneli tarafından kabul edilmesi ihtimali oldukça yüksek. Nitekim düzen partileri açısından esas olan düzenin devamı olduğu sürece düzenin eski temsilcileriyle esaslı bir hesaplaşma kendi altlarını da oymak anlamına gelecektir.

Ekonomi senaryoları

Erdoğan güdümündeki merkez bankasının son faiz kararının iktidara yakın, Türk lirası ile ödeme yapıp dolar kazanan ihracatçı sermaye grupları ile düşük faizden nemalanan inşaatçı sermaye gruplarının çıkarına olduğu ve bu kararın bilinçli sınıfsal bir tercih olduğu Devrimci Partili İşçiler tarafından belirtilmişti [4]. Bu da bir grubun çıkarına ekonomik krizin sürdürülmesi anlamına geliyordu. Ümit Akçay, yine aynı programda (bkz. dipnot 1) bu krizden çıkışın olmazsa olmazı olarak özelleştirmelere son verilip devlet kontrolünde kamu yatırımlarının ve kamu üretiminin arttırılmasını öneriyordu. Şüphesiz bu sosyalist ekonomi politikasının da olmazsa olmazlarından biridir. Ancak burada yine bir sorunla karşı karşıya kalıyoruz: Muhalefet partileri ya da bunlardan beklenen bir iktidar bunu yapmaya muktedir mi / sınıfsal konumları itibariyle bunu yapabilirler mi?

AKP, daha önceleri, iktidardaki varlığını farklı sermaye grupları arasında bir denge kurma siyaseti sayesinde süreklileştirmişti. AKP’nin farklı dönemlerde izlediği politikalarda emekçiler, halklar sürekli yoksullaşırken hangi sermaye grubuna dâhil olursa olsun sermayedarlar servetlerine servet kattılar. Ancak bu defa AKP, kendi kitle tabanını oluşturan düşük faiz ve yüksek kurdan nemalanan sermayeyi yüksek faiz ve düşük kurdan nemalanan sermaye gruplarına tercih etti. Elde kalan sınırlı müdahale araçlarının zorlaması Erdoğan’ı bu tercihi yapmak zorunda bırakmış olsa da bu tercih sermaye gruplarının iktidarla ilişkisinde gruplardan birinin uzun süreye yayılan huzursuzluğunun bir kopuş ve karşı dönüşle sonuçlanmasına yol açmış gibi görünüyor (bunun TÜSİAD olduğunu söyleyebiliriz).

Muhalefetin somut bir ekonomi politikası açıklamadaki yetersizliğinden bahsetmiştik. Muhalefetin kamusal zenginliğin ve devlet kaynaklarının dağıtılmasına yönelik eleştirileri istisnasız bir biçimde kaynakların yandaşlara gitmesine, Erdoğan ve şürekasının zenginleşmesine, 5’li çeteye, saray harcamalarına, vb. yöneltilmiş durumda. Yani genel olarak işçinin, emekçinin, halkın karşısında olan sermayeye, kapitalistlere, rantçılara yönelik değil de bu sermayenin belli bir kesimine yöneltilmiş durumda. Bu bilinçli bir tercih mi, yoksa henüz olgunlaştırılmamış bir politikanın talihsiz bir eksikliği mi?

Her burjuva muhalefeti gibi Türkiye’de de iktidara aday olan burjuva partilerinin sermayenin desteğini, bir anlamda icazetini almaları gerekiyor ki bu da iktidarda izlenecek ekonomi politikasını belirliyor. Kamu yararını gözeten, halkçı, işçi sınıfının koşullarını iyileştirecek ve örgütlülüğü arttırabilecek, hatta ekonomik krizi uzun vadede bertaraf edebilecek bir çözüm olarak kamu yatırımlarının arttırılması görülse de muhalefet, dayanacağı sermaye gruplarının taleplerini göz ardı edemeyecek kadar sermaye ile göbekten bağlı durumda. Piyasaya devlet müdahalesinin artıp da serbest piyasadaki sermaye etkinliğinin azalması, özelleştirmelerin durması, emeğe yönelik hakların arttırılması, kamu kaynaklarından sermayeye akan payın sekteye uğraması şüphesiz ki seküler ya da dindar, demokrat ya da otoriterlik yanlısı görünsün, hiçbir sermaye grubunu hoşnut etmeyecektir. Bu nedenle de aradığı sermaye desteğini bulabilecek muhalefetin önündeki tek seçenek Koç Holding YK Başkanı Ömer Koç’un önerdiği gibi “2000’li yılların ilk 10 senesinde” izlenen IMF programına benzer biçimde “Kurları, maliyetleri ve nihai netice olan enflasyonu azaltma”ya yönelik esaslı bir reform ajandası olacak gibi görünüyor [5]. Nitekim bu tür IMF eksenli neo-liberal ekonomi politikaları şimdi muhalefette bulunan AKP dönemi neo-liberalizminin baş mimarı Ali Babacan’ın da, Kılıçdaroğlu ve Babacan ile görüşen Daron Acemoğlu’nun da [6] savunduğu ekonomi politikalarıdır.

Dolayısıyla sınıflar arası güç ilişkilerinin bize gösterdiği, düzen muhalefetinin, halk için halkçı bir ekonomi politikası izleyemeyeceğidir. Bu da aynı zamanda muhalefetin uzun zamandır devam eden ekonomik krizin yakıcılığına rağmen somut bir ekonomi politikası açıklayamamasının sebebi gibi görünmektedir. Zira seçime giderken sermaye yanlı bir ekonomi politikasının açıklanması, muhalefetin arkasındaki halk desteğini kaybetmesine sebep olabilir ki bu da başta ekonomik nedenlerle iktidarın kan kaybettiği bir konjonktürde muhalefetin göze alabileceği bir risk değil gibi görünüyor.

Sonuç

Sonuçta karşımıza çıkan resimde iktidarının selameti için ülkeyi (iç) savaşa sürükleyebilecek bir Erdoğan ya da Erdoğan’la dokunulmazlık paktı imzalayabilecek bir muhalefet, diğer taraftan yüksek kurdan beslenen bir sermaye grubunun çıkarlarınca dizayn edilen bir ekonomi politikası ya da düşük kurdan beslenen bir sermaye grubunun çıkarlarınca dizayn edilecek bir ekonomi politikası yer almaktadır.

Bu çerçevede onlarca yıldır ne Türkiye halklarına, ne sınır ötesi operasyon düzenlenen ülkelerin halklarına, ne de 20 yıldır sosyal hakları budanarak reel ücretleri düşürülen, en zor şartlarda çalıştırılıp en kötü koşullarda yaşamaya itilen, açlığa, sefalete sürüklenen işçi sınıfına karşı işlenen suçların bedelini ödeyecek bir iktidar var [7]. Ekonomik açıdansa resimde, muhalefetin kamusal bir ekonomi politikası değil de somut bir ekonomik program açıklamaktan imtina etmesine sebep olan sermaye yanlı bir ekonomi politikası izleneceğine yönelik güçlü sinyaller var.

İşte bu resmin dışında kalan, hem halkların adalet talebini yerine getirebilecek, hem düzen restorasyonunun önüne geçerek böylesi yıkıcı sonuçların tekrarlanmasını engelleyecek siyasal hamlelerin, hem de radikal bir ekonomik dönüşüm sağlayabilecek ekonomi politikalarının hayata geçirilmesi ancak ilkeli, güçlü bir sınıf siyaseti ve sınıf hareketi ile mümkündür. Aksi halde mevcut resim, her koşulda, sermayeye göbekten bağlı devletin devamı ve restorasyonu sürecinin sınıf karşıtı sınırları içerisinde kalmış olur.

Dipnotlar:

[1] https://www.youtube.com/watch?v=GhXENfMHlvc

[2] https://www.youtube.com/watch?v=75WKq9_YBQY

[3] https://www.gercekgundem.com/siyaset/305912/cavusoglundan-ypgye-sinir-otesi-operasyon-sinyali-abd-ve-rusya-sozlerinde-durmuyor

[4] https://twitter.com/devrimcipartii/status/1447457854886191109

[5] https://www.koc.com.tr/medya-merkezi/haberler/2021/koc-toplulugu-geleneksel-anadolu-bulusmalari

[6] https://t24.com.tr/haber/prof-dr-acemoglu-chp-genel-baskani-kemal-kilicdaroglu-ile-gorustu,973000

[7] Yapılacak bir seçimde aleyhlerine çıkacak bir sonucu ağırbaşlılıkla kabul edecek bir AKP-MHP iktidar bloğunun muhalefet iktidarı tarafından açılacak soruşturmalarla halktan gasp ettiklerinin geri alınacağı ve işledikleri tüm suçların cezasını alacakları bir senaryo herhalde siyasetten az çok anlayan hiç kimse için pek gerçekçi görünmüyordur. Mantık biliminin sınırları dâhilinde böyle bir seçeneğin bulunduğunu şerh düşmek zorunda olsam da sınıflı toplumlar tarihi ve tarihsel materyalizm, böyle bir durumun bir eğilimden ziyade olsa olsa istisna olacağını söyleyecektir.

Paylaşın