Umut Editör Notu: Gerçek gazetesinde Sungur Savran imzası ile yayınlanan “Yalnız komünist” – Hikmet Kıvılcımlı: Bir ön eleştiri – Hikmet ve Hikmet başlıklı üç makaleye dair Serdar Kaya tarafından kaleme alınan “Savran’ın Kıvılcımlı tarihinde küçülmesi” isimli mektubunu devrimci saflarda taşıdığı tartışma değeri açısından yayınlıyoruz. “Devrimci kamuoyuna açık mektup” notu ile birçok yayın kuruluşuna gönderdiği mektubun üçüncü bölümü şöyle;
Savran Kıvılcımlı’nın komünist militanlığını marksist teorisyenlikle yaptığını söyler. Bu çok doğru değildir. Komünist tarihimizin ilk dönemlerinde hapishanelerden kurtardığı zaman içinde TKP’nin gençlik örgütlenmesi başkanlığı, merkez organ üyeliği, Vatan Partisi kuruluşu gibi doğrudan örgüt miliitanlığı da yapmıştır. 60’lardan sonra ise o dönemlerin Dev Genç ve ordu gençliği çalışmalarını, efsanevi işçi önderi İsmet Demir’in Yapı İşçileri Sendikası’nın, İşsizlik ve Pahalılıkla Mücadele Derneği’nin örgütlenmesi ve faaliyetleri içinde bulunmuş bir komünisttir. Ama açıktır ki, teorik çalışmalarının hacmi ve kapsamlarının niteliği Doktor’un teorik kişiliğini oldukça öne çıkartmıştır. Bu haliyle Savran’ın tanımının geçerliğini kabul ettiğimizde onun Doktor’a ait değerlendirmesinin de en kapsamlı kısmının Kıvılcımlı teorileri üzerine olması beklenirdi. Öyle olmamıştır. Kıvılcımlı teorisi üzerine tartışmalar, Savran’ın asıl hesaplaşma hedefi olarak seçtiği kişilik tartışmalarına geçişin zorunlu bir ön etabı halinde ele alınmıştır. Son derece sığ ve yüzeysel. Bu döküm sanki kapsamlı ve derinlikli bir tartışma yürütme imkanı vardı da kullanmadı gibi anlaşılmamalıdır. Bu gelişkinlikte olmadığını zaten kendisi de ifade etmektedir ve tam da bu yüzden; Doktor’un teorileri karşısındaki yokluğunun bilinciyle Savran Doktor’a karşı saldırılarını akıl almaz yöntemlerle akıl almaz konulara doğru kaydırmıştır. Savran, Kıvılcımlı teorisi karşısında sadece yokluğuyla vardır.
Tarih Tezi mi?
Savran, Kıvılcımlı adını anıp da Tarih Tezi üzerine bir şeyler söylemeden geçemeyeceğinden dolayı bu konuda üstünkörü bir şeyler söylemeye çalışır. Ciddi bir tartışmaya girmek için kendini yeterince hazır bulmamaktadır. Olmaya da pek niyeti yoktur. “Binlerce sayfa” okuyup tartışmayı genç tarihçilere bırakır. Doktor’la hacimli bir tartışmaya girmekten kendini uzak tutar. Ancak her konuda olduğu gibi bu konuda da Doktor’a karşı bir mesafe açmayı amaçlayacak birkaç şey söylemeden geçemez. Ve aslında onun için esas olan teorik tarihsel gerçeklerin ortaya çıkması için bilimsel bir zemin yaratmaktan ziyade Doktor’u değersizleştireceğini sandığı diğer konulara hızlı bir geçiş için Tarih Tezi gibi teorik konulara öylesine bir değinmektir. Yoksa hem Doktor’un ilk kuşak sosyalistlerinden olduğuna hem de Savran’ın bugünün solcusu olmadığına ilişkin bilgilerimiz bu “binlerce sayfa” gerekçesini gerekçe olmaktan çıkartır. Sonrası itibariyle de hazır olmadığın, yeterli olmadığın konularda konuşmamak gerektiğine dair bilimsel ahlak yol belirleyici olur. Bunu, en azından Doktor’la ilgili bu tartışmada artık Savran’dan beklemiyoruz.
Savran, Tarih Tezi’ne üç konuda eleştirisi olduğunu yazar. Bunlardan sadece bir tanesi tezin teorik muhtevasına ilişkindir. Diğerleri ise, Savran’ın Doktor eleştirisindeki kalemleri olan ordu, gençlik, sınıf gibi konulardan daha fazla olmayacak kertede Tarih Tezi’yle ilişkilidir, ama kategorik bir dolgu malzemesi olarak burada ele alındığı haliyle Tarih Tezi’nin güncel politik uzanımlardaki yeri ve tefeci bezirganlığın finans kapitalle arasındaki denge bağlamı üzerinedir.
Savran’in Tarih Tezi’ne teorik olarak getirdiği eleştiri, daha önceki dönemlerde Doğu Perinçek’in yaptığı eleştirinin bir kopyasıdır. Anlaşıldığı kadarıyla, Savran burada ve aşağıda göreceğimiz başka konularda da tek bir satır okuma zahmetine bile girmeden bu tartışmayı yuvarlamayı tercih etmiştir. Bu tartışmadaki asıl amacı tarafımızdan bilindiği için bu artık eleştirilecek bir durum değildir. Gene de dediklerini ele alacak olursak, Savran, Doktor’un “Osmanlı’nın yükseliş deneyimini incelerken iki toplum türünü gereksiz yere özdeşleştirdiğini” ileri sürer. Bunlardan biri “barbarlığın üst aşaması… uygarlıktan önceki son aşamada bulunan komünal toplum” dur. Yani kentleşmiş, yukarı barbarlık aşamasındaki bir toplumdan söz ediliyor. İkincisi ise “komünal hayattan çok uzaklaşmış Selçuklu ve Osmanlı hakim sınıf toplumları”dır. Savran’ın bu ön verileri yanlıştır. Doktor’un Osmanlı devletleşmesinde yukarı barbarlık aşamasındaki değil orta barbarlık – göçebe aşamadaki komünler söz konusudur. Savran da zaten, hemen takip eden satırlarda Anadolu topraklarındaki Türk kavimlerin devletleşmelerinin göçebe aşiretlerden çıkarak geliştiğinin “tartışmasız” olduğunu yazar. Bir imparatorluk, yani sınıflı toplum olan Selçuklu’nun bir boyu olan Osmanlı’nın nasıl komün gerçeğini temsil edebileceğini sorar. Yani öncesi bir tarafa Doktor’un Bizans’ın fethinde Fatih’te barbar görmesini yanlış bulur. Doktor doğrudan cevabını verdiği için Perinçek’in aynı yaklaşımı nasıl ifade ettiğini buraya aktaralım: “Kıvılcımlı, Osmanlı Devletinin kabile demokrasisi gelenek ve görenekleri üzerine kurulduğunu söylüyor. Tam tersine Osmanlı devletinin kurulması kabile demokrasisisin yıkılması ve yerini feodal bir devletin alma olayıdır.” Doktor’un bu konudaki cevabı ise şöyledir: “Kıvılcımlı’nın böyle bir cümlesi yok. Cici sosyalizm beyciklerinin ‘bilimsel’ kafacıkları öyle yakıştırmış. Sonra dönüp o bayağ yakıştırma üzerine Kıvılcımlı’yı arkadan vuracaklar. (…) Tarih tezi, Osmanlılığın kabile demokrasisi üzerine değil kabile demokrasisinden kaynak almış vurucu güç tarafından kurulduğunu görür. Osmanllık kabile demokrasisi üzerine kurulu denirse Osmanlılık yaşadıkça hep kabile demokrasisi üzerine dayandı demek olur ki gerçeğe aykırı düşülür. Çünkü Osmanlı Devleti kuruldukça elbet kabile demokrasisi yıkılmıştır. Kabile demokrasisi hem kendisi yıkılıyor hem Devleti kuruyor, bu nasıl olur denecek? Bu çelişkidir denecek. Tamam biz de onu söylüyoruz. Eğer bu söylediğimiz kendi aklımızdan uydurulmuş bir çelişki olsaydı elbette saçma olurdu. Ne var ki Osmanlı tarihini som gerçekliği o çelişkinin zembereği ile kurulmuştur. Yani islam ve bizans derebeylik devletlerini yıkan da, Osmanlı devletini kuran’da aynı zamanda aynı ilkel sosyalizm ilişkilerini yaşatan kabile demokrasisinin ilk Osmanlı ilblerine(gazilerine, şovalyelerine) verdiği güçtür. İlk Osmanlılar Bizans tekfurları yahut Selçuk Sultanları gibi derebeğileşmiş bulunsa idiler, fethettikleri yerlerde Dirlik Düzeni denilen köklü toprak reformunu ve tarihsel devrimi yapamazlardı. O zaman toprak köleliğinden ‘çiftçi’ durumuna geçmek isteyen ezik köylüye halk yığınlarınca kucak açılarak karşılanmazlardı. Dolayısı ile Osmanlı fütuhatı, saman alevi gibi, üç kıtayı çarçabuk saramazdı. Osmanlı devleti 600 yıl yaşıyamazdı. Bütün o zincirleme tarih olayları en kör gözün bile görmezlikten gelemiyeceği gerçekliklerdir. Hacıağa yahut Finans kapital veletlerinin keyiflerince uyduracakları sosyalizm kalpazanlığı ile görmezlikten gelinemezdi. Buna karşılık, o tarihsel devrim prosesinin vurucu gücü olan ilkel sosyalizm (Ak Aydınlık beyciklerinin sevdikleri deyimle:’Kabile Demokrasisi’) Osmanlı devletini kurarken, kendi kan örgütlerinin yıkılışını getirmedi mi? Getirdi. Devleti kuran güç yıkılır.” (CIA Sosyalizmi: Tarih Kalpazanları, Sosyalist gazetesi, 9 Mart 71, vurgular Doktor’un)
Özetle Osmanlı kabile demokrasisi “üzerine” yükselmemiştir. Böyle olsaydı yukarı barbarlığın kentinden çıkma Asur gibi, Mısır gibi, Çin gibi bir orijinal medeniyet olurdu. Ama Osmanlılık göçebe devletleşmesi sürecinde bir taraftan çözülürken diğer taraftan devletleşmiştir. Bu nedenle Osmanlı tarihinde iki derebeyleşme süreci yaşanmıştır. Birincisi göçebe devletin derebeyleşmesidir; Yıldırım Beyazıt zamanına denk gelir. Timur rönesansı sonrasında Fatih’le başlayıp Kanuni’de tümüyle egemen olan ise imparatorluk derebeyleşmesidir. Dolayısıyla farklı toplumsal düzeylerin bir aradalığı eşitsiz gelişimin bir sonucu olarak burada da karşımıza çıkmaktadır. Osmanlı araştırmaları üzerine otorite olan Cemal Kafadar da Doktor’un bu yaklaşımlarını tekrarlar. “Bu dirlik sisteminin [yani göçebe devletleşmesi –nb] Türk-Moğol gelenekleriyle sınırlı olduğu anlamına gelmez. (İranlı) Büveyhiler ve (Kürt) Eyyübiler, Orta Çağ Galya’sındaki Merovenjlerin de yaptığı gibi, benzer uygulamaları takip ettiler.” (İki Cihan Arasında: Osmanlı Devletinin Kuruluşu, s256)
Savran’ın Tarih Tezi’yle ilintili ikinci eleştirisi Fetih ve Medeniyet broşürüyle İstanbul’un fethinin niçin Türk ulusuna bir propaganda vesilesi kılınması üzerinedir. Savran’a göre “bu broşürde İstanbul’un kılıç zoruyla alınması gibi bir olay tek kelimeyle yüceltilmektedir”. Savran’ın geçelim binlerce sayfayı 30 sayfalık bir broşürün kapağını bile açmadan bilgisizce ve sadece mahkum etmek üzere konuşmasının en tipik örneklerindendir, bu eleştiri. Oysa Kıvılcımlı, bu broşüründe, fetihlerin yakıp yıkıcılığına karşın İstanbul’da bütün ibadethanelerin ve halkın korunması nedeniyle Kanuni zamanında yapılan bir tartışmayı ve verilen fetvayı öne çıkartır; İstanbul “anveten” yani zorla değil sulhle alınmıştır. Halkın savaşa isteksizliği ve kapıların açılması, çökkün Bizans tekfurluğuna karşı komünün temsil ettiği üretici güç ileriliğine bağlanır Yani Fetih ve Medeniyet kılıç zorunun değil ilkel sosyalizmin güncel bağlamında sosyalizmin propagandasını yapar. Keza yukarıdaki tartışma bağlamında ise Fatih’in henüz sarık ve kafes örgütlenmesinden önce kafasında göçebe savaşçılara ait börk olduğunu belgeler vb. Dolayısıyla bu tartışmayı da Savran’ın kendi husumetini yansıtmasından başka geliştirici bir şey bulamadan kapatmak zorunluk olur. Savran’ın fetih meselesini tartışması da şaşırtıcı bir ilkelliktedir. Fetihlerin kadim çağın bir üretim ilişkisi olduğundan (Marx-Engels) habersizce konuşur. “Türk ulusunun övüneceği şeyler başkadır. Başka bir halkı kılıçtan geçirerek başkentini zapt etmek bunlar arasında yer almaz.” Gelinen yere bakın ya da iyisi mi boş verin, Savran’ı bir Türk olarak ulusunun övüneceği şeyleri aramakla baş başa bırakıp onun bir başka cehaleti üzerinden ülkeye dair bir iki noktayı daha tartışma imkanı üretmeyi deneyelim.
Savran’ın Doktor’un egemen sermaye blokunda kullandığı finans kapital ve tefeci bezirganlık arasındaki ilişkiye getirdiği yorumlarda tez bilgisizliği ve gerçek yabancılığı söz konusudur. Savran, Doktor’u ülkede finans kapital gerçeğini ilk öne çıkaran marksist olmasından dolayı takdir eder etmesine ama sanki böyle değilmişçesine “Doktor hâlâ tefeci bezirgan takımıyla uğraşırken, o hayattayken ve Türkiye’deyken 2 Nisan 1971 tarihinde” TÜSİAD’ın kurulduğunu ve 12 Mart’ı TÜSİAD’ın yaptığını yazar. Aynı zamanda TÜSİAD’ı finans kapitalin değil sadece “modern sanayi sermayesinin” bir siyasi aparatı olarak tanımlar. Doktor’un yukarıda 12 Mart yazılarında aktardığımız yazılarındaki pasajlarda görülebileceği gibi siyasal süreçleri hep finans kapital kaynaklı değerlendirmesine karşın Savran, Doktor’u “kendi getirdiği özgül kalıpların içinde donmuş” addeder. “Doktor bildiğimiz kadarıyla bu askeri müdahale ile TÜSİAD’ın kurulmasının aynı tarihi diyalektiğin ürünü olduğuna dair tek kelime söylemiyor.” Doktor, semeri değil de eşeği anmış, Savran bunu bile görebilecek durumda değil. O hâlâ sanayi sermayesi üzerinden ülke gerçeğini okumaya çalışıyor.
Yetmiyor; sanki finans kapital gerçeğini ısrarla konuşup aktaran Doktor değilmiş gibi Savran, bu durumun 12 Eylül’ü açıklamakta sorun getireceğini düşünüyor: ”Yaşasaydı, 12 Eylülü nasıl analiz ederdi, insan merak ediyor” diye sorguluyor. Savran, Modern+antika sermaye melezliğinin formülasyonunun bizzat bu iki sermaye yapısı arasında yapısal bir farkı ifade etmesini idrak edemeyerek Doktor’un, finans kapital’in tefeci bezirganlık’tan bağımsız müdahale gücünün olduğunu göremediğini ileri sürer. Ona göre tefeci bezirganlığın sermaye ve toplum hayatımızdaki etkisi 50’lerden sonra kalkmıştır, sanayi sermayesi öne geçmiştir. Peki bu durumda Doktor’un finans kapitali ülkede ilk gören marksist övgüsü nereden geliyor: “Önce Doktor’a hakkını verelim: Türkiye’nin tarihi gelişmesinde modern sermayenin tarih sahnesine finans kapital biçiminde çıktığını saptamak bakımından Doktor bir öncüdür.” Doktor finans kapitalin 30’dan beri egemenliğini 35’den beri anlatıyor. Ve bütün sermaye bloku oluşumuna karşın devlet sınıfları eliyle tefeci bezirganlık üzerinde tahakküm kurduğunu belirliyor. Doktor’un bütün anlatımı bu iken Savran, “Biz Kıvılcımlı’nın hiçbir çalışmasında Türkiye hâkim sınıflarının bu tarihî önemdeki değişimini incelediğini, hatta bunun sözünü ettiğini bilmiyoruz” diyor. Bu satırlar Savran’ın Doktor’un egemen oligarşik blok ve onun iç dinamiği konusunda belirlediği tezlerinden hiç bir bilgisinin olmadığını açığa vuruyor. Doktor dönem analizlerinde finans kapital adına yapılan ordu müdahalelerinin egemen bloku çatlatacağını ve bunun devrim imkanı yaratacağını ifade eder. Finans kapitalin tefeci bezirganlıktan ayrı ve ona karşı keskin tutumunun yansıması olarak, Yalçın Küçük’ün ben buldum dediği Türkiye’deki ordu darbelerinin mekaniğini Doktor, 27 Mayıs kitabında, Halk Savaşının Planları kitabında böyle koyar. Savran nerede ne okur, ne anlar anlaşılmaz ama böyle saçma sapan konuşmaktan hiç geri durmaz, çünkü derdi bilimsel bir tartışma yürütmek değildir, kendini yüceltmek için doğru eğri illa da Doktor’a karşı bir şeyler söylemek zorunda hisseder kendini.
12 Eylül’ün analizi konusunda ise ne yazık ki Doktor’un bir sözü yoktur. Ama elbette onun verdiği paradigmalar üzerinden doktorcuların kapsamlı değerlendirmeleri vardır. Örneğin benim 24 Ocak Kararları üzerine ve ardından günümüz sermaye sınıfı hareketleri üzerine değerlendirmelerime bakılabilir. Bu değerlendirmelerde Savran’ın sandığının aksine Özal’dan itibaren sermayenin blok hareketinin daha da yoğunlaştığı ve nihayetinde tarihsel kasaba ve ticaret sermayesinin özel konjonktür imkanlarında AKP’yle öne çıktığı anlatılır. Özetle, Savran’ın Doktor düşmanlığı, kendini öne çıkarabilmek için her ne olursa olsun Doktora karşı bir şey söyleme kötü niyeti onun teorik konuları kavrama ve irdeleme yetilerinde iyice bozulmalara yol açtığı görülmektedir. Açıktır ki Doktor’un tezlerinin üzerine karşıt bir şey söylemenin de başka yolu yoktur.
Savran’ın Derinliklerde Boğulması
Savran, Doktor’la savaşını son aşamada kişilik meselesi haline getirir ve onun kişilik sorunlarının en yorumsuz yansıması ise Doktor’a yönelttiği derinlikli psikanaliz denemesindedir. Haddi olmayan her şey üzerine konuşmak, kendini böylece öne çıkarmak onun bir karakter özelliği olarak sürekli karşımıza çıktı. Son evrede ise Doktor’un “’bütün dünya’ küçüle küçüle ‘ben’ oldu” sözünü alan Savran konuyu şöyle sürdürür. “Biliyoruz, bağlam hastalığı dolayısıyla dünyanın gerisi ile ilgilenememesi. Ama cümlenin yazılış tarzı masum değil. İtiraz mı edeceksiniz? Eee ‘derinlikler psikolojisi’ böyle bir şeydir. Sadece niyet ettiğinize değil onu söylerken ağzınızdan dökülen cümlenin yapısına bakar çünkü bilinç dışının yansımasını aramaktadır.” “Bağlam” hastalıkmış ama Savran’ın şu lümpen bilgiçlikle daldığı derinlikler görülmelidir. Doktor’un anlatımının tamamı şöyledir: “’Bütün dünya’ küçüle küçüle ‘ben’ oldu; ben de küçüle küçüle alt karnımı çelik matkapla boyuna delen ağrılar, sancılar torbasına döndüm. Ben insan değil acılar oturağıyım. Hep onları düşüneceğim ve çekeceğim. Gaz mı patlayacak bıçakla yarılırca yanan mesaneden, karnım üstüne çıkarılmış çiş sondası ucundan kan mı gelecek? Her yanım sızlıyor. Kıpırdasam mı, yan mı dönmeye çalışsam? Bir ara uyuşan kolikler ansızın uyanır mı? Yemeğin günde beş altı kez getirilen bitmez tükenmez ikramları beni öldürecek. Dayak yemek, işkenceye götürülmek, yemek, kuşluk, ikindilik ve ilh gibi beslenme ısrarlarına uğramak oluyor. Ne yapacağım? Hep kendim! Boğazım. İlacım. İğnem. Hani benim sosyal yanım?”
Biliyormuş Savran, bağlam hastalıkmış… Doktor’un acılarından sokakta gezen köpeklere gıpta ettiği günlerdir ve Savran, en demagojik en “bağlamsız” tiradlarını bunun üzerine atar. Kendi “küçük” ben’ini Doktor’un acılarının yoğunluğu üstünde yükseltmeye kalkar. Doktor’un acılarının büyük hazzı içindedir. Onları görmez bile.O kendince kendi yükselişini yaşamaktadır ve ekler: Ava giden avlanır! Hem de bu ifadeyi yazısının içinde iki kere geçirir. Ava giden avlanır! Aklınca Doktor’u avlamıştır, bu küçük insan. Savran, kendi komplekslerinin ve yetmezliklerinin girdabında sadece kötülükleriyle yüzebileceğini bilir. MİT borazanlığından yalanlarına, bir insanın, değerli bir komünistin acı dolu son anlarına iğrenç bir soytarılıkla yaklaşmasından bellidir ki Savran kötü bir insandır! Şimdi onun derinlikli analizi bir daha okunmalıdır. Okunmalıdır ki bütün bu sayfalar dolusu yazdığı Doktor değerlendirmesinin asli amacının Türkiye devrimine ait siyasal gerçekleri açığa çıkarmak ve bunlardan bir gelecek doğrultusu üretebilmek değil bunca yıl hiçbir değer katamadığı siyasal kişiliğini Doktor’un cenazesi üzerine basarak yükseltmek için olduğu anlaşılsın. Şimdi Doktor’u avlamanın zafer keyfindedir kendince. Ne büyük yanılgı! Sınıf mücadelesi her gün onun politik değersizliğini yüzüne haykırırken gelecek onun bilinmez, anılmaz ve görülmezliğiyle üzerine yürümektedir. Devrim bu zavallının varlığından habersiz Doktor’u konuşmayı, ondan öğrenmeyi sürdürecektir.
Yazının 1. kısmı için; https://umutgazetesi36.org/arsivler/64077
Yazının . kısmı için; https://umutgazetesi36.org/arsivler/64122
