”Kaybediyoruz albayım… Büyüyü kaybediyoruz.”
Poyraz Karayel
”Savaş sanat mıdır?” Tartışmalarını provoke eden eseriyle Sun TZU, dövüşlerin genel gidişatlarına yön veren etkenleri oldukça başarılı bir şekilde analiz etmiştir. Biraz doktriner olmakla beraber, inşa ettiği denklemlerin pas tutmadıklarını ve günümüzde(biraz yağlamak şartıyla) pancar motoru gibi çalıştığını söyleyebiliriz.
Devrimci cenahın üzerine karabasan gibi çöken güvensizlik, inançsızlık, umutsuzluk atmosferini Sun TZU’nun ”momentum gücü” kavramı üzerine inşa ettiği mekanik ile çözümleyebiliriz. Sun TZU’nun kurmaylarından olan Li QUAN der ki: ”Bir ordu da momentum gücü varsa korkaklar bile cesur olur; bu gücü yitirince cesurlar bile korkaklaşır.” Devrimci cenah bugün için momentum gücünü yitirmiştir. Bu bağlamda büyü bozulmuştur.
Cem Yılmaz’ın AROG filminde büyü bozulunca ”Japon kale” gerçek boyutlarına dönüyor yani büyüyordu. Buradaki metaforik anlamdan devam edersek büyü bozulmadan önce kalenin küçük, kalecinin büyük olduğunu görürüz. Araya atılan nefis pasta kalecimizle karşı karşıya kalan rakip forvetin ayakları birbirine dolaşıyordu her defasında. Şimdiyse kalecimiz yediği gollerle panik atak krizleri geçirirken; daha dün gol makinesi diye alındığı halde daha sonra ”çamaşır makinesi” çıktığı ithamlarıyla boğuşan forvet şimdilerde leblebi gibi gol atmaya başlamıştır.
Senegal’in Voodoo Büyücüleri Yüzünden Mi?
Karikatür aleminde kabul gören bir teoriye göre başımıza ne geldiyse sorumlusu İlhan Mansız’dır. 2002 Dünya Kupasında Senegal’e attığı altın golden sonra tribünleri dolduran Senegal’li voodoo büyücüleri bize öyle bir kara büyü yapmışlar ve öyle bir beddua etmişlerdir ki o günden beri bela başımızdan eksik olmamıştır. Senegal maçından sadece günler-haftalar sonra 2002 genel seçimlerinin yapıldığı düşünüldüğünde insanın içine bir ”şüphe” düşmüyor değil.
Elbette bahsettiğimiz ”büyü” bu neviden değildir(Diyerek başta Dembaba olmak üzere tüm Senegallilerden helallik istemiş olalım). Biz devrimciliğin kurucu unsuru olan ”büyü”den bahsediyoruz. İdam sehpalarına tekme attıran, Kızıldere’de ”Biz buraya dönmeye değil…” restini çektiren, ”Halkımız sizi çok seviyoruz” diye veda ettirten büyüden…
Çanak-Çömlek Patlamaz Mı?
Mevsim rüzgarları ne zaman eserse,
O zaman hatırlarım çocukluk rüyalarım,
Şeytan uçurtmalarım…
Teoman
Heval bir yazısında şöyle demişti: ”Kavgayı sevmezdim, elbette saklambaç oynamayı tercih ederdim…” Peki neyin arkasına saklanacaktı Heval ve devrimciler; öldürülen Filistinli çocukların mezar taşlarının arkasına mı yoksa Ali İsmail’in katledildiği sokaktaki fırının kasalarının arkasına mı? O zaman ebe, bizi uzaktan farkedip ”insan” sanarsa, ”insan” yerine koyarsa ve bizi sobelerse, çanak çömlek patlamış olmaz mıydı? İşte devrimcileri kavgaya mecbur eden oyunun bir türlü tamamlanamayan trajik yapısıdır aslında ya da her şey Çakal Carlos’un dediği kadar basittir: ”Cellatları yelpazeyle püskürtemezsiniz.”
Velhasıl, devrimciliğin büyüsü -bir yönüyle- yarım bırakılmak zorunda kalınan oyunlardandır. Bu çocuklar, oyunlarına devam edebilmek için yanyana gelmektedirler. Bir sona varmak değil, yeni bir başlangıç yaratarak oyunlarına devam etmek isterler. Bir mahallede çocukların en sevmediği tipoloji, onların oyunlarını bozan, toplarını patlatan tipolojidir. Bahsettiğimiz motivasyonla yanyana gelen çocuklar -ancak büyüle açıklanabilecek- bir kolektif enerji yaratmışlardır dünden bugüne. Oyunlarını bozanların gücü, kudreti, onları cezalandırabilecek imkanlara sahip olmaları, çocukların ”oyunlarına devam etme” motivasyonunun, bu büyülü gücün yanında ”solda sıfır” kalmıştır hep.
Çocuklar kola-çekirdek buluşmalarında, daha önce ”oyun düşmanlarına” bulaşanların başına örülmüş çorapların hikayelerini dinlemişlerdir… Kimi çocuk sokağa çıkma yasağı almıştır, kimisi iki tokatla yırtmıştır. Bu onları bazen püskürtse de bazen canlarını sıksa da aralarından biri ”ne yani oyun mu oynamayalım” çıkışını her zaman yapmayı bilmiş ve anlatılan hikayelerdeki ”yenilmişlerin” de kefaretine talip olmuştur.
Bütün Çocuklar Büyür Mü?
Ben sana hep ne dedim…
Büyümek bir çocuk için en sakıncalı şey…
Sen sakın büyüme tamam mı?
Büyürsen ölürsün…”
Poyraz Karayel
Çocuklar ne zaman büyürler: Oyunlarından vazgeçtikleri zaman. Gördükleri harabeyi sineye çekenler, meydanda bacağından asılı duran o koyun kendisi olmasın diye çırpınanlar, eski toprak sahalarının üzerine dikinlen AVM’de dolaşmayı gazozuna maç yapmaya tercih edenler ve kesilen topların, yenilen tokatların karşılıksız kalmasına gönlü razı olanlar… İşte büyüyenler bunlardır. Bunlar ”artık yaşamaya başladıklarını” iddia etmekte mahirdirler. Halbuki ”yaşamak, hayata karşılık hayallerden vazgeçtiğimiz bir kaybetme biçimi(nden)” [Mahir Ünsal Eriş] ibarettir. Bunların çoğu, güvensizliğin, yalanın, sahteliğin kurumsal olduğu ”hayatlarında” kolonya koklasalar vicdan azabı çekerler. Kazandıkları paralarla samimiyetsizlik alır, Mona Lisa gülüşleri satarlar. Bazı bölgelerde bunların gerçekten içi acıyanlarına da rastlanılmıştır…
Bazı çocuklar ise hiç büyümezler. Bu çocukların genellikle diz kapaklarında yara bandları, dirseklerinde çizikler olur. Büyüyen çocuklar gibi yaraları kabuk bağlamaya fırsat bulamaz, hep yeniden kanarlar. Ancak incelenen birçok kriminal raporda anlaşılmıştır ki; akan kan değil, öfkedir, inançtır, umuttur. Bu sebepten olacak ki sedye üzerinde görüntülenen bu çocukların yüzünde acıya rastlanamamıştır. Ekseriyeti umutla gülümserken kameralara yakalanmışlardır.
Sun TZU’da Kalmıştık
Yazarım derdimi kendime,
Kaderin benle bu derdi ne…
Eypio&Burak King
Momentumun kaybedildiğini ve büyünün bozulduğunu belirtmiştik. Kuşkusuz bu kendiliğinden olmadı. Alınan yenilgiler bu noktada etkili oldu. Ancak esas belirleyen yenilgilere paralel yapılan hatalardır. Hatalar, yenilgilerin büyüyü bozmasına yol açtı. Yoksa yenilgiler büyüyü bozmaya tek başına yetmez. Şöyle bir düşünüldüğünde Spartaküs’ten Ebuzer’e, Munzer’den Şeyh Bedrettin’e epey zamandır çocuklar yenilmektedir ama bu yenilgilerin kendisi, yeni çocukların büyülenmelerine engel olmamaktadır…
Büyünün, devrimciliğin kurucu unsuru olduğundan bahsetmiştik. Che, büyüyü olası bağlamlarından biriyle ele alarak ”kinsiz bir insan vahşi bir düşmanı yenemez.” derken tespitimizin nedenlerinden birine değinmiştir. Bu nedenler çoğaltılabilir: Zayıfın güçlüye, hazırlıksızın hazırlıklıya, azın çoğa karşı kavgası olan devrimcilik yapısı itibariyle meşakatlidir. Devrimcilik zordur, bedellerin göze alınmasını ön varsayar. ”Tüm bunları göğüsleyebilmek büyülü bir ortam ile mümkündür” demeye çalışıyoruz…
Sıraladığımız iki tespiti -büyü bozuldu ve büyüsüz devrimcilik olmaz-, içler-dışlar çarpımı yaparak değerlendirdiğimizde, basit bir sonuç ile karşılaşıyoruz: Büyüyü yeniden inşa etmeliyiz… O zaman, büyüyü nerede kaybettiysek orada arama çalışmalarını başlatmalı, büyünün eksik olan parçalarını arama-kurtarma ekibine tarif etmeli ve etrafta biriken meraklı kalabalıkla uğraşmayı bırakıp işimize odaklanmalıyız!
Büyüyü Nerede Kaybetmiştik?
Dün gece çok aradım.
Aradım bulamadım.
Kör olası çöpçüler,
Aşkımı süpürmüşler.
Erkin Koray
Kaybolduğunu elektrik direklerinde asılı olan ”Aranıyor” ilanlarından öğrendiğimiz büyüyü, eksiksiz bir şekilde yazıya dökmek mümkün değildir. Varlığında çoşkun seller gibi çağladığımız, yokluğunda ise en ufak hareketi bile yapacak gücü bulamadığımız büyü, ”şunları şunları katıp karıştırırsanız ortaya çıkacaktır” şeklinde kısa yoldan tarif edemesek de hangi faktörler varolmadığı zaman büyünün yok olacağını belirtebiliriz.
Örneğin; güven duygusu, bu faktörlerin başında sayılmayı haketmektedir. Kendine güven, yoldaşına güven ve asabiyete güven… Bu güven silsilesi, düne kadar birbirlerini tanımayan belki sistem içinde birbirleriyle ”Best Friend”, ”Kankeyto” olamayacak olan, kimisi hamburger kimisi menemen yiyerek büyümüş, huyu suyu, alışkanlıkları farklı olan ”toplamı”, patlamaya hazır bir yanardağa dönüştürür.
Kendine güven duygusu, sistem ve aparatlarınca örselenmiş insan, devrimcileştikçe sahip olduğu meziyetleri açığa çıkartmaya başlar. Güvendiği dostlarıyla 300 Spartalılar gibi kenetlenir. Herkes yanındakinin kalkanıyla korunmaktadır artık. ”Ben”, ”Biz” içinde hem erir hem anlam kazanır. Ortaya çıkan asabiyet, ”Ben”lerden oluşan ama ”ben”lerin alt alta yazılıp toplanmasından çok daha fazla ve gelişkin bir ”biz”dir artık.
Yaşanan ağır ve yıpratıcı süreçlerde, bu güven silsilesinin halkalarının birbirinden koptuğu söylenebilir. 300 Spartalılar filminin meşhur sahnesini herkes hatırlayacaktır… Persler ”Oklarımız güneşi bile kapatacak.” tehditini savururlar. Ama Leonidas cevabı yapıştırır: ”O zaman gölge de savaşırız!” ve öyle de olur. Ok yağmuru başlar ama 300 Spartalı senkronize hallerini bozmadan, ”Biz” olarak davranırlar ve ok yağmurunu atlatırlar… Zaten bu yağmura başka türlü direnmekte mümkün değildir… Büyünün bozulmasına yol açan, güvensizlik yaratan, bu sağanak altında, kalkanını dostunun üzerinden çekerek kendini korumaya çalışanların ortaya çıkmasıdır, diyebiliriz. Savunma hattında açılan gedik, tarihte bir ilk midir? Elbette hayır. Bu mücadelenin doğasında vardır. Ancak güven silsilesini dağıtan, açılan gedik daha doldurulmadan paniğe kapılan başkalarınında kalkanlarıyla topuklamaya ”yeltenmeleri” olmuştur. ”Yeltenme” diyoruz çünkü kimse cenk meydanından ok yemeden kurtulamamıştır.
Filmde 300 Spartalılar yenilmiştir ancak gerçek hayatta da -güven silsilesinin dağılmasından kaynaklı- devrimci cenahın kaybetmesinden söz etmek daha doğru olur. Aradaki fark; 300 Spartalılar sadece yenilmiş ama hiçbir şey kaybetmemişlerdir. Ama devrimci cenah başta birçok eski yoldaşı olmak üzere, güven duygusunu kaybetmiştir. Kaybedilenler yenilgiyi gölgede bırakmıştır.
Güvensizlik büyüyü-momentumu boşa düşürmüştür ve cesurlar bile korkaklaşmıştır.
Serbest Düşüş Deneyi ”TEMSİLİ”
Nedamet sektörünün hiç görülmediği kadar canlanmasıyla güven ibresi sıfırında altını göstermeye başlamıştır. Devrimci cenahta çalmadık kapı bırakmayan nedamet belası dolar ve euro gibi tüm zamanların rekorunu kırmıştır. Bunun önemli nedenlerinden biri sıkça bahsettiğimiz ”yüksekten düşme” olabilir. Her ne olursa olsun bu tablo güven silsilesini ”tamir edilemeyecek” hale getirmiştir. Bu koşullarda, bisikletin lastiğinin yama tutmaz halde olduğu kabul edilmeden bir adım dahi atılamaz. Lastiğe yama yapmakta ısrarcı olundukça, delik sayısı azalacağına artacaktır… Lastik çürüğe çıkmıştır.
Domino Taşları Devrilmeye Devam Ediyor
Puslu karanlık bu yaslı günümde…
Pentagram
Güvenin erozyona uğradığı süreç boyunca, büyünün olmazsa olmazlarından olan umut ve inançta yavaş yavaş voltalarını almışlardır… Bu kaybedişler, devrimci cenahın üzerini örten ölü toprağı haline gelmiştir. Devrimci cenah güven problemi yaşayan, mücadele ile zafere yürüyebileceği inancı taşı(ya)mayan, umudu yitirmiş bir toplamdan ibaretleştikçe büyü yerini ”kara” büyüye terketti. Burada anlatılmak istenen: büyünün yokluğu, mücadeleyi ruhsuz-atıl bir atmosfere mahkum eder ama kara büyü niteliksel bir farklılıktır. Kara büyü zehirdir. Bir tür depresyon halidir. Yapılan, yapılacak olan, bundan önce yapılmış olan her şeyi değersizleştirmeye, hiçleştirmeye çalışan ”bir şeyler” vardır her yerde. Orada, burada, şurada… Büyünün olmayışı olsa olsa ”yokluk”tur işte! Ama kara büyü; çelme takan, morel bozan, heves kıran bir melanettir.
”Mücadele Böyledir Yoldaş” Mı?
Kan revan içinde hep,
Kanamaz Denen Yerlerim…
Emre Aydın
Mücadele tarihi bu ve benzeri gerilemelere tamemen yabancı değildir. Ama içinde bulunduğumuz durumun özgün bir yanı var. Genelde alınan yenilgilerle geri noktaya sürüklenilir. Varılan en son nokta da kadrolardan müteşekkil olan bir devrimci ”sigorta” devreye girerek gerilemenin -durdurulması anlamıyla- hudutunu çizerler. Özgürlük tam da bu sigortayla ilişkilidir. Yaşanan süreçte yenilgilerle geri noktaya sürüklenilen günde sigortanın devreye girmesi beklenen ”an”a varıldığında, gerilemenin hudutunun çizilmesi gerekirken; sigorta olması beklenen kadrolar bizzat kendi elleriyle ”sürüklenmeyi” iradi bir ”gerileme koşusuna” çevirerek, gerilemeyi tanışık olmadığımız yerlere vardırdılar. ”Sigorta” devreye girmemekle kalmadı, yangına yol açan, voltajı artırıcı etkiler yaptı diyebiliriz.
Kanamaz denen yerlerimiz kan revan içinde kaldı. Açıkçası bunu kimse önceden tahmin edemedi. Dolayısıyla yaşanan süreçleri, kuru kuruya ”Mücadele böyledir yoldaş” cümleleriyle açıklamaya çalışmak, sürecin özgünlüğünü atlamak olacaktır. Bu ”özgünlük-orijinallik” meselesine takıntılı değiliz. Cin fikirli kimselerin içinden geçirdiği gibi ”kimseyi koruma-kollama” derdinde de değiliz. Mesele şudur; eğer bu orijinallik yakalanamazsa yaşanan gerileme ”bir nicel gerileme” olarak ele alınır ve çözümler de bu minvalde üretilmeye çalışılır. Örneğin; salt boşalan alanların doldurulması, duran çalışma alanlarının kaldığı yerden işler hale getirilmeye çalışılması gibi… Halbuki ortada niteliksel bir yıkım söz konusudur. Çözüm bu niteliksellik hesaba katılmadan aynı şekilde niteliksel atılımlar, kopuşlar yaratılmadan mümkün değildir.
*Devamı gelecek…