Biten Yerden Başlar Yine Yolculuklar
Bu kalabalığın içinde
Yapayalnız hissetmektense…
Şebnem Ferah
Kaybolan kişi, önce durmayı bilmeli… ”Du biraz da şu tarafa doğru kaybolayım bari” demenin manası yoktur. Bir kopuşa, bir yol haritasına ihtiyacımız var.
İnsan neyi istediğini bilmezse, bir bakarmış istemediği bir sürü şeyi olmuş. Bugün için netleşmek, ahitleşmek bu anlamda önemli. Enerjinin minimalize olduğu yerde, tasarruflu-tutumlu olmak zorundayız.
Öncelikle ”yeni” bir serüvenci ekibe ihtiyaç var. Hayalleri olan ”çocuklardan” oluşmalı bu ekip. Bu noktada nesnel koşullarımızın ihtiyacı karşılayabileceği ortadır. Ancak ”yeni”liği korumak önemlidir. Bunun için ilk elden yapılması gereken, beyazlar ile renklileri aynı makinada yıkamaktan vazgeçmektir. Elden düşme renkli t-shirtler her yıkamada renk veriyorlar ve beyazları da ”bozuyorlar”. Dolayısıyla renkliler ile beyazlar ayrı ayrı tasnif ve istihdam edilmelidirler. Atılacak ilk adım bu olmalıdır. Tamamlanmayan yolculuğun hayal kırıklığını aşamayanlar, yıprananlar, ”yolun kendisiyle kavgalı hale gelenler”, tükenmişlik sendromu yaşayanlar bulundukları alanda şekil vermektedirler. Bunun önüne geçilmelidir.
Bana Beni Geri Ver Bir Şansım Olsun
Ancak felaketten sonra yeniden doğabilirmişiz.
Dövüş Kulübü
Heterojen-amorf bir kalabalık, ne istediğini bilmeyenlerin evlerine biriktirdikleri işe yaramaz öte-beriden farksızdır bugün için. Eğer bir şansımız olsun istiyorsak elbirliğiyle yeni bir serüvenci toplamı yanyana getirmeliyiz. Her sabah uyandığımız felaket atmosferinde, yeni bir doğuş yaratmanın yolu budur. Sadece yanyana getirmeli ve öylece bırakmalıyız. Karşılaşmalarını sağlamalıyız…
Bu karşılaşma, bugünden yarına felaket atmosferini yoketmeye mahir olmayabilir, ki güç dengelerini değiştirmek zaman alacak gibidir. Ancak tek şansımız budur. Daha da önemlisi, serüvencilerin kendisi de ”bir şeyler değişecekse, bunu biz yapabiliriz ancak” bilincini ve motivasyonunu yaşamalıdırlar. Bu güven, umut, inanç silsilesi bağlamında kritiktir.
İhtiyaç duyulan şey, acilen felaketin sonlandırılması değildir. Zira bu mümkün de değildir. Ama yakıcı ihtiyaç felakete rağmen güvenle, umutla ve inançla güne merhaba diyerek kavgaya atılabilecek serüvenci yüreklerdir.
Zıtların Birliği: Cehennem Varsa Cennette Vardır!
”Felaketlerin iyi bir tarafı yoktur. Ama insan en büyük felaketlerin
ortasında bile kendini iyi hissedebilir. Yeter ki yanında sevdiği
insanlar olsun.”
Mecnun Çınar
Serüvenciler cehennemin ortasındaki cenneti yaratabilirler. Ceplerinde taşıdıkları umudu, zafere dair inançlarına ve öfkelerine katık etseler, üzerine de sarımsaklı-yoğurtlu makarnayı pay etseler tabaklara… Neden olmasın ki! Ama hiçbir sahtelik yani katkı maddesi olmayacak.
Örneğin; serüvenciler birbiriyle konuşurlarken, kimse kendi konuşma sırasının gelmesini beklemeyecek. Öyle bir dinleyecekki serüvenci dostunu kendi söyleyeceklerini düşünmeye fırsatı kalmayacak. Bu konuşma esnasında öyle bir bağ kurulacak ki sonrasında iki serüvenci de farklılaşacak, değişecek yani tüm sözler hayat bulacaklar, şekil verecekler, dönüştürecekler…
Cehennemdeki gibi ” körler-sağırlar birbirini ağırlar” olmayacak! Serüvenciler birbirleriyle değer kazanacaklar, bunu hissedecekler ve giderek bir olacaklar, ayrı ayrı anlamsız olduklarını farkedecekler…
Sevgi, sıfırdan üretilecek bir şeyden çok cehennemden üzerimize yapışan sevgisizliklerden, yabancılaşmışlıklardan, sahteliklerden, rekabetçilikten sıyrıldıkça ortaya çıkacak, boy verecek bir şey gibidir. Yüklerden arındıkça yükselirsiniz. Gözlerinizi kaçırmadığınız, sarıldığınız da ayrılmak istemediğiniz an, sevgi yüklerinden kurtulmaktadır.
Cehennemi sınırları içindeki kirli derelerden su taşıyarak söndüremezsiniz, önce bir cennet prototipi inşa etmelisiniz. Tüm kötülüklerle, acılarla dalga geçebildiğiniz, sadece içinde uyandığınız için mutlu olabilidiğiniz, uğruna kendinizi feda edebileceğiniz bir cennet…
Unutmadan ” cennete girmek isteyen, öncelikle ölmeyi göze almalıdır. Ölmesi gereken cehennemden kalma ”ben”dir. Ben ölmeden biz olunmaz…
İşbu Dost Meclisi…
”Arkadaşın gelip de, sana, var mısın dediğinde, yokum denmez.Dostun
senden bi ‘şey’ istediğinde ona neden sorulmaz.”
İsmail Abi
Serüvenciler evvela dost olmalıdırlar. Yol için yanyana gelinmiştir ama bu ”iş” değildir. Zaten yanyana gelmek de tercihten öte bir ”olmak zorunda olma” halidir. Dikenli yollar pantolan-kravat ”iş arkadaşlarıyla” yürünmez, kardeşlerle yürünür. Sistemdeki yalnızlığın en hakiki alternatifi işbu dost meclisidir…
Serüvencinin tek derdi, dostunun yüzünü güldürmektir. Yaşamak istediği başka bir mutluluk yoktur. Bu asabiyetçe içselleştirildiğinde öyle bir sirkülasyon yaratır ki, asabiyetin saadeti kaçınılmazlaşır.
Dostların arasında, güneşin sofrasında nefes alıp vermeye başlayan serüvenciler yenilmezliklerini hissetmeye başladıkça, kaybolan büyü peydah olmaya başlar, inceden inceye…
Gözleri Hep Uzaklara Dikmeli
”Mecnun: İsmail Abbiiiiii!
İsmail Abi: Oooop!
Mecnun: Beklemekten vazgeçme sakın. O gemi birgün gelecek.”
Yola revan olan serüvencilerin ayaklarını kaptırmamaları gereken en sinsi tuzak, güncele aldanıp, zafer yürüyüşünün yerine ”günü kurtarmacılığın” ikame edilmesidir. Zafer asla uzakta değildir. Dizilen her taş, bizzat zaferin yolunu döşemektedir. O zaman yenilgiler ”deneyimler hanesine” not edilmeyi hakedeceklerdir.
Deneyimlerden öğrenerek, eyleme tarzına sihirli dokunuşlar yapılabilirse, parçalar yerli yerine oturtulabilir ve hiçbir emek heba olmaz. Burası kritiktir. Zaferin ”uzakmış gibi” görünmesine yol açan şey, felaketin büyüklüğü değildir. Felaketten zafere uzanacak çıkış koridorunun nasıl inşa edileceğine dair belirsizliktir. Bu belirsizliğin tek sebebi ise felakete kapı aralayan yetersiz, strateji-taktiklerden sıyrılarak, değişimin diyalektiğine yönelimin yeterli seviyeye erişilememiş olunmasıdır. Felaketin olduğu yerde, yeni çıkış yolları, zafer momentleri de vardır, belki ”gizlidir” ama vardır. ”Eski” de ayak diremektense ”yeni”nin bilinmezliklerle ama aynı zamanda imkanlarla dolu karmaşık labirentlerine dalmayı, heyecanlı adımlarla ”kırılma noktalarını” köşe bucak aramayı tercih etmek gerekiyor.
Tek Vaatle Seçime Girmek: ”Her şey ‘gerçek’ olacak!”
”Hepimiz bazen hayal kırıklığına uğrarız…
Hayat bu. Zaten onun amacı hayallerimizi kırmak.”
Ayşegül Umman
Serüvencilere gül bahçesi vaadetmiyoruz. Kimsenin öyle bir talebi de yok zaten… Ayşegül haksız değil, ne yaparsak yapalım hayal kırıklıkları peşimizi bırakmayacak…Burada bir seçim söz konusu: Ya koskocaman bir hiçlik uğruna ve hiçlik içinde debelenerek yaşayacağız hayal kırıklıklarını -örneğin- Avrupa’nın ücra bir köşesinde- ya da alaşağı etmek niyetiyle ve bile bile girdiğimiz cehennemin içindeki minnacık cennetimizde -bir dostun sıcak gülüşünde mesela…-. Vaadedilebilecek tek şey bu cennette yaşanacak hiçbir şeyin sahte olmayacağı olabilir…
Serüvenciler büyülü cennetlerine kavuşabildiklerinde ne cehennem yok olacak ne de acılar dinecek bir anda. Ama tüm bu kötülüklere rağmen Adnan Yücel’in mısraları söylenebilecek ya siz ona bakın: Artık ister dolu yağsın ömrümüze/ister kar/biz ki bildikten sonra sevmeyi/bütün sabahlar/acı renginde olsa ne çıkar…
Son Yerine: Öncü ve Sun TZU’nun ‘Dağı’
”Ya gözlüklü çocuk sen ne kadan heves kıran, ne kadan morel bozan, ne kadan olumsuz düşünen bir çocuk olduğunun farkıda mısın, acaba?
Gaza gelmek bitirmenin yarısıdır bizim için..”
İsmail Abi
Sun TZU’yla başladığımız momentum meselesine nokta koyma vakti geldi. Sun TZU momentum kavramını bir benzetme ile sadeleştirmiştir: ”… Momentum yuvarlak kayaları, yüksek bir dağın tepesinden yuvarlamaya benzer – işte bu güçtür-.” Bu örneği de kurmaylarından Du Mu -şu uzak doğulu isimlerini de hayranım :)- derinleştiriyor: ”Kayaları onbin ayaklı bir dağdan aşağıya yuvarla -kimse onları durduramaz-. Bunun nedeni kayalar değil, dağdır. ”…Eee yani derseniz… Bugün için dağdan aşağıya yuvarlanmış vaziyette olan devrimci cenah, evvela dağa yeniden tırmanmaya gözü kesen serüvencilere ihtiyaç duymaktadır, yani kimilerinin kulaklarını tırmalayan kavramla ifade edecek olursak öncülere ihtiyaç vardır.
Öncülerin görevi dağa tırmanmaktır. Tarihteki hiçbir öncü, tırmanacağı dağın yamacına tüm korkularından arınarak gelmemiştir, gelememiştir. Öncü olmak için olmazsa olmaz olan cüretkar olmaktır, korkusuz olmak değil. Bu anlamı itibariyle öncülerin dağa tırmanma hikayesi dövüş kulübüne de benzer. ”Dövüş kulübüne gelenlerin çoğu dövüşemeyecek kadar korktuğu bir şey yüzünden oradadır. Bir kaç dövüşten sonra çok daha az korkmaya başlarsınız.” (Dövüş Kulübü-Chuck PALAHNIUK). Öncü attığı her adımla beraber korkularını da uçurumdan aşağı savurmayı öğrenecektir.
Öncülük ”deli” işidir. Tıpkı Vizontelede’ki Deli Emin gibilerin işidir yani… Ne oluyordu filmde… Vericiyi yüksek bir yere koyun dedikleri için Deli Emin gözünü -daha önce hiç tırmanmaya cüret edilememiş bir dağ olan- Artos’a dikiyordu… ”Yükseğe, en yükseğe, Artos’a” diye diye turluyordu köy meydanında Deli Emin. Tüm köy, -en az Leyla ile Mecnun’da ki gözlüklü çocuk kadar sağ duyulu olan- ”sırma saçlı” belediye danışmanı da-ki ikinci filmde ne mal olduğu ortaya çıkmıştır.- dahil herkes, öncüleri durdurmaya, başarısız olacaklarını anlatmaya çalışıyordu. Kimileri ise adilikle dolu bir merhametle üzülüyor/ acıyorlardı bu ”delilere”… Gel gelelim verici dağa yerleştirilipte vizontele çalıştırıldığında tüm bu ”yapmayın-etmeyin”ciler halaya duruyordu hatırlarsanız…
Cüret momentleri böyledir: Önce sağ duyulu ”akıllılar” -Abi’nin deyişiyle ”aklı tutsak düşmüşler”- öncünün eteklerine yapışırlar, öncüyü durdurmak için ellerinde geleni yaparlar. Eğer öncü başarısız olursa en az egemenler kadar sevinip, ”bak ben dememiş miydim” çığlıkları atarlar. Yok eğer öncü başarmışsa dünü unutup Vizontele filmindeki gibi zafer halaylarına katılırlar…(Taksim 1 Mayıs’ında ısrarlı olmayanların alan açılınca sırık gibi bayrak sopalarıyla hiçbir şey olmamış gibi Taksim’e doluşmalarını bu anlamı itibariyle belirtmek tarihsel bir görevdir).
Öncü cüret etmeli, dağa tırmanmalıdır. Ya düşerse? ”Sağ duyulu” akılların göremeyeceği bir ip bağlıdır bellerine… O ipi Aziz, Eylem, Cenk ve diğerleri sımsıkı tutmaktadır öteki ucundan… Yani en azından yalan, sahtelik, alçaklık dolu cehenneme geri düşülmeyeceği kesindir.
Ve son bir not… Öncüler, serüvenciler daha ”saatlerini devrime ayarlar, ayakkabılarının bağcıklarını sıkıca bağlarken” başlarlar sevinmeye… Mecnun, İsmail abi, Yavuz ve diğerleri gibi daha maç başlamadan atarlar galibiyet turunu… Kazanacakları kesin olduğu için değil… Olur da kaybederlerse hevesleri kursaklarında kalmasın diye… Kaybettikten sonra üzüleceklerine daha kazanmadan sevinenlerdir serüvenciler.
Biri hala büyü nedir diye mi soruyor… İşte büyü budur…
Mahir’in duruşma da Ulaş’a sarılması, hafızalarda kalan ”Müdür, Müdür!” çınlaması, Aziz’in kahkahalardan dolayı çektiremediği fotoğraftır.
…
Biliyorum yorgun koşuyor sabahlar
Bakışlar cansız
Ve sevinç parlaklığından uzak
…
Acılara inat yaşamak zamanıdır şimdi
Alabildiğine sevmek zamanıdır.
…
Ne zaman söylenecek türkümüz
Her yerde ve hep bir ağızdan
Sen söyle ne zaman
Adnan Yücel