14-28 Mayıs seçimleri öncesi AKP-MHP faşizmini durdurabilmenin “esnek” taktikleri çokça tartışıldı. En nihayetinde sosyalist solun önemli bir yekünü, Dimitrov’a dayandırdıkları faşizme karşı “en geniş cephe” okumasını, burjuvazinin restarasyoncu kanadına kadar genişletiyor ve CHP’ye platonik olarak bağlanarak, CHP’yi de bu cephe içerisine dahil ediyordu. Peki, CHP kendini bu cephede sayıyor muydu? Ya da burjuvazinin en gerici kesimlerinin iktidarı olan faşizmden kesinkes kurtulmak isteyen ve çıkarları onunla örtüşmeyen sermayenin bir kesimi olsaydı, düzen partileri aracılığıyla toplumun tüm anti-faşist güçleriyle (işçi sınıfı partileri, komünistler, Kürt demokrasi hareketi vb.) açık ittifak arayışına girmez miydi?
Sosyalist solun bu kesimi açısından AKP-MHP faşizmini geriletmenin biricik yolu olarak emekçilere sunulan bu taktik; esasında CHP’nin başını çektiği “restarasyoncu” düzen klikleri ile AKP-MHP arasında, sermayenin farklı fraksiyonlarının tercihlerinde, yönetsel ve yönelim olarak çıkar ve gelecek farklılıkları olduğuna inanıyor; CHP’nin temsil ettiği sermaye fraksiyonunun ve yine Batıcı uluslararası sermaye güçlerinin, AKP-MHP faşizminden kurtulma isteği olduğuna dair bir siyasi öngörüyle davranıyordu. Üzerinden uzunca bir süre geçtiğinde, bu “taktik” sahipleri ne CHP’nin ne de Batıcı uluslararası güçlerin o gün olmasa da bugün de AKP’den kurtulma isteği taşımadığını gördü. Bugün bunu yeniden değerlendirmek kuşkusuz taktiğin sahiplerine ve onun temsil ettiği tabana düşer.
O dönem CHP’ye “oy vermeme/boykot” taktiğini öne süren devrimci siyaset neredeyse “AKP faşizmine dolaylı destek vermekle” itham ediliyordu. Diğer yandan ise bu taktiği savunanlara mesnetsizce atfedilen “sol sapmacılığı” aşan bir gerçeklik vardı. O gerçeklik gözümüzü kapasak da vardı. O da emperyalist-kapitalizmin nereye evrildiği ve o dünyanın bir parçası olan Türkiye sermaye sınıflarının bundan bağımsız ele alınamayacak olan gelecek hazırlıklarıydı. AKP’yi ve Erdoğan’ı sadece “örgütlü kötülük” olarak tarif edenler elbette ki onun sınıflar savaşımında neye tekabül ettiğini ve emperyalizmin yönelimlerinde tuttuğu yeri görmeyen bir siyasal demokrasicilikle malul taktik belirlemenin ötesine geçemezdi. Devrimci siyaset açısından ise mesele, sadece bir tespit yapmak değil, aynı zamanda CHP’nin temsil ettiği sermaye fraksiyonunun da içerisinde yer aldığı Türkiye burjuvazisinin yöneliminde AKP’den kesinkes kurtulma projesi olmadığını, bu yanlış taktikle kitlelerin AKP’den kurtulma isteğinin öncülüğünü CHP’ye havale etmenin, emekçi sınıflar nezdinde halk iktidarının bir alternatif olarak öne çıkma ihtimalini zayıflatacağını öngörebilmekti. Çünkü toplumda oluşan değişim isteği, bu taktikle, uzunca bir zamana yayılan yeni bir sandık beklentisine ve pasifizme itecek ve yükselen çelişkilerin öfkesi dengede tutularak devletin tahkimatına zaman kazandıracaktı. Görüldü ki; 28 Mayıs’tan kısa bir zaman sonra CHP öncülüğünde AKP’nin yıkılmayacağı gerçeğiyle yüzleşen bu taktik sahipleri, dün CHP’ye oy isterken ertesi gün CHP’nin “AKP’ye koltuk değneği” olduğunu kitlelere propaganda etmek zorunda kaldı. Oysa herkesin malumu olduğu gibi koltuk değnekleri düşürmeye değil ayakta tutmaya yarayan aparatlardır. Kuşkusuz CHP 13 Mayıs- 29 Mayıs arasındaki dar zamanda değişmemişti. Mevzu bu taktiği öne sürenlerin kısa zamanda söylemini değiştirmek zorunda kalışıydı. Kuşkusuz sosyalist solun bu kesimi sorulsa, CHP’yi varoluşundan bugüne hücrelerine ayırarak analiz eder ve onun hangi sınıfın partisi olduğunu ikircimsiz ifade eder. Oysa “Her şey çok güzel olacak- İmamoğlu’yla” diye oy vermeyle başlayan “faşizmi geriletme taktiği” her defasında “güzelliğin” heba edildiğini gösterdi. Bu kaçıncısıydı CHP’nin AKP’ye “kol değneği” olduğu tespitinin yeniden analizlerde yer edindiği? Öyleyse gerçeğe gözünü kapatarak görülen rüyaların sebebi nedir? Nedeni, sınıf savaşımlarının gerçek ve ağır yasaları yerine “temenniyle – gerçekliğin” alt üst edilmesidir. Ya da en hafif tabiriyle oportünizmdir.
Yeni oligarşik denge
14 Mayıs 2023 gecesi ortaya çıkan tablo sonrasında, sermayenin bir kesimi ve ”Batı“ eğer gerçekten AKP’den kurtulma isteği ve iradesi taşısaydı CHP öncülüğünde sokak protestolarına çağrı zorunlu olarak ortaya çıkardı. Oysa bu çağrı, halkta biriken öfkenin derinliği düşünüldüğünde sermayenin kontrolünden çıkarak, hızla sistemi genel olarak zora sokma riskini taşıyordu. Bu AKP ve CHP öncülüğündeki iki kamp görüntüsü veren sermaye güçlerinin tamamı için kaygı uyandırıcıydı. Ezilen kitlelerin sisteme yeniden bağlanacağı, emeğin talanını esas alan sömürü düzeninin iktidar-muhalefet ikileminde sandıkla yeniden meşrulaştırılarak sürdürülebilirliği esas alındı. 28 Mayıs ise 14 Mayıs’ta bu dengenin artık geri dönüşsüz olarak kitlelere kabul ettirilmesiydi. Toplumda biriken değişim isteği ve öfke bir kez daha “yenilgi” hattına sokularak faşizmin kendini sürdüremeyeceği ve çürüyerek çözüleceği beklentisine dayanan bir siyasetsizlik olarak dayatıldı. En azından 5 yıl sonraki seçimlerde AKP “yenilecekti”. Kemal Kılıçdaroğlu’nun “sivri dilliliği” her ne kadar sistemin bekası açısından sorun olmasa da, içerisine girilecek yeni dengede, Erdoğan’ın makamına saygı adı altında biriken öfke elimine edilmeli ve burjuva siyaseti bu konuda gerekli tüm meşruluğu iktidara kazandırmalıydı. Çünkü Mehmet Şimşek ve ekonomi politikaları iki klik gibi görünen Türkiye sermaye sınıflarının ortak yönelimini gösteren bir ittifakın üzerinde yükseliyodu. Bu ittifak en başta uluslararası sermaye sistemine doğrudan bağlı Merkez Bankası’nın yeniden özerk haline dönüştürerek yeni döneme entegre edilmesiydi. Ve bu ittifak halk açısından ağır bir ekonomik-yoksulluk krizi yaratırken, sermaye sınıflarının yüksek karlılığının sürdürebilirliği için, uluslarası finans kapitalin isteklerine uygun biçimde emek sermaye ilişkisini yeniden yapılandırma ittifakıydı. Peki sermaye fraksiyonlarının tek ortaklaştığı konu bu olsaydı bunun CHP ya da AKP eliyle sürdürülmesi fark eder miydi? Elbette ederdi, çünkü AKP’de bundan daha fazlası var.
Sosyalist solun bir kesimi tarafından AKP’yi yenmek için öncülüğü gönüllü ve terk taraflı devrettiği CHP’nin temsil ettiği sermaye fraksiyonu ile AKP’nin temsil ettiği sermaye fraksiyonunun çıkarları gelecek dünya tahayyülündeki ortak amaçlar açısından örtüşmektedir. Bu açıdan CHP’ye verilen her dolaylı/dolaysız destek sermaye sınıflarının yeni dengesinde AKP’yle havuzda birleşmektedir/ birleşecektir. Esasta yeni oligarşik denge olarak ifade edilebilecek bu süreç üç temel başlığı öncelemektedir.
1- Üçüncü emperyalist dünya savaşında yeni oligarşik denge
Dünya pazarlarının yeniden emperyalistlerce paylaşımı, büyük savaş olarak 3. kez tarih sahnesine çıkıyor. Bir savaşın evreleri olarak kampların ortaya çıkması, kuşatma evresi ve savaşın büyük savaşa dönüşme evresi olarak tasnif edilebilecek bu sürecin, kuşatma evresini yaşıyoruz. Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye sermaye sınıfları da savaş öncesi oluşan hegomanya boşluklarında yer edinerek sermaye birikimini ulusal pazarların ötesine taşımak istiyor. Bölge pazarlarında pay sahibi olmak için Batı ve Doğu arasındaki her çelişkide özne olmaya gayret ederek kendini tahkim etmeye yöneliyor. Bu savaşta pasif davranmak yerine çıkarlarını, en azından şimdilik bölgesel düzlemde aktif savaşı tetiklemek üzerine kuruyor. Başka bir deyişle Türkiye sermaye sınıfları üçüncü dünya savaşı konjonktörüne sahibi oldukları devlet aracılığıyla bütünlüklü hazırlanmayı ve Batı emperyalizminin çıkarları içerisinde bugünden daha fazla güç teşkil edecek bir özne olmayı hesaplıyor. İşte sermayenin bu heveslerinin koçbaşı olarak AKP, CHP’den daha fazlasıdır. Ahlat’ta cisimleşen gerçeklik, AKP’nin bölgesel düzeyde Türkiye sermaye sınıflarına daha fazla nüfus alanı açanların fotoğrafıdır. Cihatçı çetelerin yaklaşık 150 bini, AKP eliyle yönetilmekte ve savaştırılmaktadır. Bunlar Suriye’den, Libya’ya AKP’yi aşan ve yayılmacılıkta Türkiye sermayesi – NATO adına dövüştürülen bir güçtür. Bu çeteler aynı zamanda Sünni hat içerisinde Türkiye işgallerine yerleşik dayanak sağlayan unsurlardır. Savaş konjontöründe CHP, bu gücü sermaye sınıflarının çıkarına, geleneksel kodları nedeniyle dövüştüremez. Yine Batı emperyalizminin ve siyonizmin İran ve “yeniden” açılacak Suriye cephesinde, direniş eksenine karşı savaşan İsrail’in alan temizliği sonrası, İran’la savaşacak Sünni hattın inşasında, Türkiye sermayesi adına “ümmetçilik” parantezinde ancak AKP rol alabilecektir. CHP’nin Türkiye‘deki yeni oligarşik dengedeki rolü “sekülerlik” parantezinde savaşın özünü kitleler nezdinde perdelemek ve yedeklemek olacaktır. Elbetteki Türkiye‘deki sekülerlik cihatçılara sempati ile bakmaz, ancak iki “gerici” unsur olarak cihatçıların ve Şiacılığın ülke toprakları dışında savaşması karşısında “tarafsızlık” gözlüğüyle, genel bir “barış hamaseti” konumuna çekilebilir. Bir ulusal hareket olan Lübnan Hizbullah’ı önderi Nasrallah’ın katledilmesi karşısındaki kimi açıklamalar, Filistin davasına verilen desteğe ve Lübnan Hizbullah’ının onun yanında savaşmasına rağmen, toplumda yer tutan aynı “sekülerlik” içerisindeki tepkilerle, “tarafsızlık” deneyi olarak Türkiye egemenlerine veri sunmaktadır.
2- Sömürgecilikte yeni oligarşik denge
Büyük savaşa göre hazırlanmayı önüne koyan Türkiye sermaye sınıfları, savaşın aynı zamanda kendi devlet yapısında da zayıflama riski barındıracağını öngörüyor. Ve bu savaş içerisinde “Rojava” gibi bir deneyimin, başta Bakur’da ve diğer Kürdistan parçalarında özgürlük hareketi önderliğinde demokratik devrimlere yol açmayacağı ve yayılmacılıkla çıktığı yolda yüzyıllık sömürgesini kaybetmeyeceği bir savaşı sağlama alma hattı izliyor. Yeni oligarşik dengenin ikinci ve güçlü bağlayıcılığı PKK’yi ve onun önderliğini tasfiye anlaşmasıdır. Bu aynı zamanda Türkiye sermaye sınıflarıyla NATO’nun anlaşmasıdır. Askeri olarak kuşatma ve yenilgi hedeflenirken, Bahçeli’nin DEM Partili vekillerle tokalaşması ve ABD’nin Rojava’daki varlığı gibi birçok hamlede, Kürt özgürlük hareketinin dişiyle tırnağıyla yürüttüğü savaş karşısında, onun etrafında kümelenen ve ulusal hareketlere içkin olan burjuva ve liberallerin kendi sömürgeci sınıflarından beklenti içerisine girmesini ve bir biçimde PKK etrafında kümelenen demokrasi cephesinin çözülmesi hedefleniyor. Aynı zamanda süreğenleşen CHP’ye oy verme taktiği, Kürdistan’daki serhildancılık, Batı’daki ayaklanmacılık niteliklerini zamana yayılmış biçimde çürütüyor. Yeni oligarşik dengenin ve NATO’nun ihtiyacı PKK’ye “Kırk satır mı, kırk katır mı?” dayatmasıdır. Bu dayatmanın özcesi şudur; “Ya savaşta yenileceksin ya da paradigmalarını terk ederek Batı emperyalizminin çıkarları ve ihtiyaçları doğrultusunda rol alacaksın.” İkisi de en nihayetinde yenilgi dayatmasıdır.
3- Ayaklanmalara karşı yeni oligarşik denge
Yoksullaşmanın durmadan aşağıya doğru derinleşmesinde, emeğin karşılığının en ağır biçimleriyle talan edilmesinde ve doğanın yağmalanmasında 22 yıllık AKP iktidarı, sermayenin tüm kesimlerine “cennet” hayatı yaşattı. Sermayenin servet birikimi halen yüksek kârlılıkla bilançolanırken, “AKP’nin çözülmesinin sürdürülemez ekonomik krizlerden kaynaklanacağını” bekleyenlerin aksine, AKP iktidarının sermaye için sürdürülür bir sınıfsal tercih olduğu görüldü. Ancak sermayenin emekçilere karşı yürüttüğü sınıf savaşımında, bunun bir toplumsal patlamaya, bir ayaklanmaya dönüşmeden sürdürülebilmesi öncelikli tercihidir. CHP’den farklı olarak faşizmin en önemli niteliğinden biri olan kitle hareketine yaslanması vasfı AKP’de bütünleşmekte, tarikatlarla kuşatılan ve örgütlenen milyonlarca emekçi tam bir biat sarmalı içerisinde, her koşulda üretime devam etmektedir. Bu emek ordusunun çalışma alanları yandaş sendikalarla kuşatılmış, sosyal hayatları da dinci-gerici etkinliklere ve tarikatlara bağlanmıştır. Faşist partiyi diğer burjuva partilerden farklılaştıran en önemli özelliklerinden biri, yönettiği kitle tabanında grevsiz, örgütsüz sermayenin her türlü yağması adına üretime devam ettirebildiği emek gücüdür. Yine göçmen işçilerin çoğunluğunun Sünni-cihatçı politik hegomanyanın altında oluşu ve onların Erdoğan’la kurdukları “gönül bağları” nedeniyle başka bir biçimde faşizmin üretimde yönettiği emek gücü haline gelerek, sermaye için artı-değere el konulacak yeni ordular yaratılmaktadır. Üstelik “gönüllü” ucuz ve örgütsüz… CHP’nin bu yoksullaşma ve ekonomik kriz içerisinde “iktidar” olması onun etkisinde olan kitle tabanının özellikleri açısından, üretimde emeğin yağmalanmasını sürdürme hattına karşı, dirençlerle karşılaşması riski vardır. Zorun ve kitlelerin örgütlenmesinde en kararlı unsur AKP-MHP faşizmidir. CHP’nin, sermayenin tüm taraflarınca elde edilen servet birikimlerinin sürdürülmesindeki kilit rolü, AKP-MHP faşizminin kitle tabanı dışında kalan ve 22 yıldır ideoloijik-politik-kültürel olarak teslim alınmayan ve iktidara öfke biriktiren yoksul kitlelerin, iktidar-muhalefet tahterevallisinde sistem içinde tutulmasıdır. CHP sadece bu kitleleri değil, sosyalist solunda bir kesimini kendi gölgesi altında yedeklemektedir. Türkiye’de muhalefet partilerinin “parlamenter sistem” çağrıları basit bir propagandanın ötesine geçmeden, sermaye tarafından devletin yönetim biçimi olarak ”Başkanlık rejimi“ netleştirilmiştir. Sermaye buna savaş konjonktöründe ve emeğin ağır yağmalanmasında hızlı pratikleşitirilen bir sistem olarak ihtiyaç duymaktadır.
Yeni oligarşik denge toplumsal ayaklanmalara karşı zorun ve faşizmin kitle tabanının örgütlenmesini sürdürürken, dışında kalan kitleleri CHP muhalefetiyle yeniden sistem içinde tutmaktadır. Çünkü burjuvazi yoksullaşma ve büyük savaş konjonktörlerinde “Ekim Devrimi”ni tecrübe etmiştir. Bu açıdan devrimci maddeyle devrimci öznenin buluşması riski, anında bastırılması gereken tehlikedir. O nedenle devrimci siyasetin her biçimi bu yeni oligarşik denge içerisinde ağır tasfiyelerle karşı karşıya kalacaktır/kalıyor. 14-28 Mayıs seçimlerinde görüldüğü gibi CHP sosyalist solun bir kısmını kendi gölgesi altına alırken, sol ve emekçi kitlelere seslenmesi için bir takım araçlarını sosyalist solun bu kesimlerine açmaktadır. Çünkü sosyalist ve devrimci ajitasyonun gücünü kendine yedeklemek isteyen CHP, bu yöntemle sadece gölgesinde geliştirdiği sosyalist solu değil o sosyalist solun kesişme alanlarında olan devrimci siyaset zeminlerinin de, ittifak ve cephe ilişkilerini dizayn ve manipule etmek istemektedir. Özellikle Kürt demokratik siyasetinin Batı’da kurmak istediği ittifaklar da, devrimci siyasetin tarihsel ve stratejik öncüleri tasfiye edilerek güçten düşürülürken, sosyalist solun reformist damarı içi boş biçimde şişirilmiş, alan açılmış ve Kürt demokrasi mücadelesine ittifak muhattabı olarak öne çıkarılmıştır. Bugün de “genişleme” ve yeni ittifaklar arayışında örgütler başlığında, aslında en geniş haline ulaşan biçim alınmıştır. Bu genişlemeye katılmayan bir-iki yapı, kapsanmadığından değil ideolojik – politik saflaşmanın netleşmesindendir. Seçim dönemi bu ittifakın bazı parçalarınca uygulanan taktikler, propaganda ve ajistasyon, Batı metropollerinde HDP’ye güç kaybettirirken, tartışmalar Türkiyeli ve Kürdistanlı emekçilerin zihinlerinde, ilkel milliyetçiler ve Kemalist sol eliyle “birleşik devrim” fikrinde aşınmalara yol açtırmıştır. Devrimci siyasete ise ideolojik ve örgütsel tasfiye dalgası hem devlet eliyle hem de oportünizm tarafından ağırlaştırılarak sürecektir. Çünkü yeni oligarşik dengede ayaklanma dinamiklerinin kontrol altında tutulması, düzen sağı ve solunun birleştirici harcıdır.
“İç cephe tahkimatı”
Erdoğan ve Bahçeli tarafından “iç cephe tahkimatı” olarak siyasete taşınan kavram, yukarıdaki zaviyeden bakılınca dünya savaşı konjonktöründen ayrı düşünülemez. Esasında bu çağrı Türkiye halklarına değil sermaye ve iktidar güçlerine yöneliktir. Türkiye sermaye sınıflarının savaş konjonktöründe kazançlı çıkmasının yolu bu yeni oligarşik denge içerisinde mümkün görülmektedir. O nedenle aynı zamanda bir savaş hükümeti olan AKP-MHP önderliğindeki iktidar bloğu etrafında sermayenin ve diğer düzen partilerinin çıkar bütünlüğünü sağlamak, dışarıda yürütülecek savaşın daha zinde kurgulanmasına ve içeride emeğin sorunsuzca yağmalanmasına güç katacaktır. Toplumu bir savaşa hazırlamak aynı zamanda savaş öncesi bir düşman hazırlanmasını gerekli kılar. Bu özgürlük hareketleri gibi bir düşman değil doğrudan bir devlet olmalıdır. Her ne kadar İsrail’le savaş gerektirecek bir çıkar çatışması içinde olunmasa da – hatta Ortadoğu’yu şekillendirmede aynı cephe de yer alsalar dahi- kitlelerdeki biriken öfkeyi değerlendiren Erdoğan, “İsrail’in Türkiye’yi işgal planı olduğunu” ilan ederek halkta bir dış düşman algısı yaratmayı amaçladı. Dünya savaşının seyrine ve gelişimine bağlı olarak Erdoğan ileri tarihlerde bu düşmanları çoğaltacak ve zenginler için ölebilecek yoksulları “asker” olarak hazırlayacaktır.
Özgür Özel, CHP delegelerinin demokratik teamülleriyle seçilmiş bir genel başkan değil bu yeni oligarşik dengenin siyaseten inşa edilmesinde görev verilmiş bir unsurdur. Erken seçim, kitlesel eylemler, yürütmenin işlevsiz kılınması, muhalefet açısından kitleleri oyalama söylemi dışında bir değer taşımıyor. Çünkü sermayenin bu evrede bütünlüklü hazırlıkları “dere geçerken, at değiştirilmez” mottosuyla ilerliyor. Genel anlamda iç cephe tahkimatı bir savaş terminolojisidir. Bu esasen aynı cephede olan sermayenin çeşitli kesimlerinin “barışının”, karşı cephede olan işçi sınıfı, ezilen halklar ve çıkar çatışması yaşanan bölgesel aktörlerle “savaşın” tahkimatıdır.
Devrimci cephenin tahkimatı
Türkiye sosyalist solunun önemli bir kesiminin ve Türk-Kürt sol liberallerin ortak rüyası AKP giderse ülkeye bir liberal demokrasinin geleceği üzerine şekilleniyor. Çünkü iç ve dış siyasetin bütün yönelimlerini Erdoğan’ın nevi şahsıyla bütünleştiren “tek adam rejimi” olarak tarifliyor. En somut ifadesi “Hedefimiz önümüzdeki seçimlerde ana muhalefet olmaktır”* sözleriyle 14-28 Mayıs seçimlerinde CHP ‘yi iktidarda gören ve kendisini de ana muhalefet partisi olarak konumlandıran bu yapıların, popülizm dışında (hele ki savaş konjonktöründe) bir sınıf savaşımını yürütme ihtimalleri hem düşünsel dünyalarında hem de pratiklerinde yoktur. Yine bu konuda Sendika.org’ta** yayınlanan Haktan Özkan’ın yazısındaki “özeleştirel” bazı başlıklar, temsil ettiği yapının bir dönem bu çarpılmanın etkisinde kaldığını doğruluyor. Ancak Özkan’ın yeni yol haritası “halkın hakları var” başlığıyla, eskinin tek düze mücadele araçlarıyla sürdürülmesinin tekrarından çıkamıyor.
Sosyal demokrasi yada liberal burjuva demokrasileri kendini yaratan tarihsel koşulların sonlanmasıyla, ortaya bir daha aynı biçimde çıkmamak üzere silindiler. Fakat devrimci zorlamalar karşısında iktidarların reformcu adımlar atmak zorunda bırakılması, iktidar perspektifli yürütülen sınıf savaşımlarına bağlıdır. 2008’de emperyalist-kapitalist dünyanın sözcülerinden Netanyahu nasıl bir dünyaya hazırlandıklarını şöyle ifade ediyordu: “Gelecek; Obama’nın tanımladığı haliyle liberalizme, yani hoşgörü, eşit haklar ve hukukun üstünlüğüne yer yok; gelecek otoriter kapitalizme, ekonomik ve teknolojik üstünlüğe sahip agresif ve çoğunlukla da ırkçı bir milliyetçiliği savunan hükümetler getirecek.”*** Yani gelecek Netanyahu’ya, Erdoğan’a benzeyen liderleri çoğaltacaktı. Bugünkü Avrupa siyasası düşünüldüğünde, tablo bunu doğrular nitelikte. Çünkü 2008 dünya ekonomik krizi ile birlikte emperyalist-kapitalist güçler, dünyayı, yeniden paylaşmak üzere büyük savaşa doğru şekillendiriyor.
Dünyada ve ülkemizde devrimci öncülerin mevcut düzeyi düşünüldüğünde, geleceğin “baskın” planları iktidar güçlerince şekillendiriliyor. Verili aşamada Türkiye sermayesinin savaş konjonktürü içerisinde kendini tahkimi ve yönelimi, içerde faşizmin ve sömürgeciliğin daha da ağırlaşan biçimde inşasına devam edilmesidir. Dünyanın alt üst olacağı ve savaşın kurallarına göre şekilleneceği bir konjonktürde, Türkiye sermayesinin yönetsel ihtiyaçlarını bundan ayrı düşünmek yada değerlendirmek eşyanın tabiatına aykırıdır. Ne sürdürülemez bir iktidar görmek ne de zorunlu bir yumuşama ve çözüm süreci beklentisi, sınıf savaşımı yasalarına içkin değildir. Erdoğanlı ya da Erdoğansız Türkiye sermayesinin yönelimi ve kurumsallaşması bu eğilimle devam ediyor. Bu eğilimi an’da en iyi temsil edecek olan Erdoğan ve onun ittifakları olduğu için, içerde ve dışarıda esaslı zorlamalara girilmeden sınırlı “muhalefetle” yol açılmıştır. Yani gelecek en ağır biçimleriyle gelmeye devam edecek. Üstelik dünya sosyalist hareketi, yeniden 2. Enternasyonal’in sınavıyla yüzleşecek ve “anavatan savunması” millilik adına kendi burjuvalarının arkasına yedeklenmeyle saflaşacak gibi görünüyor. Bunun ülkemizdeki en cisimleşen hali “emperyalizmin bir iç olgu” halinde olduğunu görmeyen ve anti-kapitalizmden ayrıksı bir anti-emperyalizmi öncelleyen, sosyal-şoven sol ile Kemalizmin gölgesinde yeşillenen sosyalist sol olacaktır.
Devrimin ve karşı-devrimin cephelerini tahkim ettiği bu dönemde, devrimci siyaset başta kendi tahkimatını Leninist parti kurallarına göre şekillendirmede tavizsiz davranmalıdır ve devrim fikrinin kitleselleşmesinin biricik yolu olan işçi sınıfında ihtilalcilikle kök salmalıdır. Burjuvazinin savaş cephesine karşı, devrimci savaş cephesini genişleten ve her imkanı buna göre saflaştıran, mücadelenin her araç ve biçimiyle varolan bir parti, dünyanın geleceğini yeniden yazacak kadronun politik ve öncülük tahkimatıyla hazırlanabilecektir.
Bir Afrika halk deyişini güncelleyerek bitirecek olursak; “Müziğin şiddeti yükselirse, dansın da şiddeti yükselir”****
*https://www.birgun.net/haber/erkan-bas-tan-kilicdaroglu-nun-adayligini-destekleyecek-misiniz-sorusuna-yanit-423932
**https://sendika.org/2024/08/devrimci-siyasetin-ozelestirisi-ve-halkevlerinin-yeni-mucadele-donemi-709428
***peterbeinart.substack.com
****Halk deyişinin orjinali “Müzik değiştiğindei dans da değişir.
