Umut Yazıları

Yerelin Marksist Okuması ? – Deniz Özgür

“Bütün ölmüş kuşakların geleneği, büyük bir ağırlıkla, yaşayanların beyinleri üzerine çöker. Ve tamamıyla yeni bir şey yaratmak için kendilerini ve maddi çevreyi dönüştürmekle uğraşır göründüklerinde, tam da böylesi devrimci bunalım çağlarında, geçmişin ruhlarını kaygıyla yardıma çağırırlar, onların adlarını, sloganlarını ve kılıklarını ödünç alır, yeni tarih sahnesine bu zamanında saygın olan kılıkla ve ödünç alınmış dille çıkmaya kalkarlar.”
Karl Marx

Marksizmin yerelleşmesi kavramı üzerinden tartışmaya müsait olan bir yazı ya da bir tartışma başlangıç metni olarak tasarladım bu yazıyı. “Marksizmin yerelleşmesi”ne kullanım olarak karşı çıktığım için bu noktadan itibaren “yerelin marksist bir okuması”nı kullanmayı tercih edeceğim. Başlangıç olarak buranın tartışılmasının daha doğru olacağı kanaatindeyim aynı zamanda. Bunun ötesinde yazı boyunca tartışacağım düzlem, marksist bir yöntemle tarih okunması ve tartışma eksenimizin eksiklikleri üzerine olacak. Aslında temelde bir yöntem ve yürünecek hat tartışması yapmak istiyorum. Niyetim elbette ki bir akıl vermek ya da tek otoriteden gerçek üretmek değildir. Tartışarak bir noktaya varmaktır. Bu açıdan tartışmanın yöntemiyle başlayacak, kavramları irdeleyecek ve yürünen hattın bir eleştirisi de yapılacaktır. Bu başlığın değerli görünen bir alan olması nedeniyle bu konu uzun bir tartışmaya da vesile olabilir. Elbette isteğim bu tartışmaların ortak bir paydada birleşmesi yönündedir. Bir katkıda bulunabilirsek ne mutlu.

“Marksizmin yerelleşmesi”

“Marksizmin yerelleşmesi”nin kavramsal olarak hatalı bir noktaya tekabül ettiğini iddia ederek başlamıştım. Keza buradaki iddia aynı zamanda Marksizmin evrensel bir ideoloji olmadığı anlamını ve arka planını taşımaktadır. Yalnızca kavramsal bir karmaşaya son vermek açısından bu kavramı yazı boyunca da tartışmalar boyunca da kullanmamaya özen göstereceğim. Çünkü kavram kullanılış biçimiyle aslında Marksizmin bir Batı ideolojisi olduğunu ve bu sebeple de Marksizmin belli yöntemlerinin bizim için kullanışlı olduğunu ima edecek ya da buna açık kapı bırakabilecek bir kullanıma sahip olduğu düşüncesi içerisindeyim. Keza aydınlanmacılık karşıtlığı üzerinden kurgulanan ve “Doğu”ya has bir Marksizm iddiası da aşağı yukarı buna tekabül etmektedir.

Hatalı yaklaşılan Marksizmin kendisidir. Çünkü biz, Marksizmin her şeyden önce evrensel bir teori ve iddia olduğunu öne sürüyoruz. Bu sebeple “Doğu” kültürüne eklektik bir Marksizm anlayışının en iyi niyetle sakat gelişeceğini düşünüyorum.

Marksizm, dünyayı anlama ve değiştirme kılavuzu olma iddiasındadır. Bu aşamada Marksizm’i kabullenmek (tıpkı Müslüman olmak gibi) önsel olarak bu tezi kabul etmek anlamına gelmektedir. Marksizm’in bir yerelle bütünleşmesinin şartı, o yerelin Marksist anlamda ve Marksist yöntemlerle okunmasıdır. Ancak bu şekliyle Marksizm tekrar yerelin algısına oturacaktır. Yani Marksizm her şeyden öte bir yöntem olarak anlam kazanmaktadır. Bu sebeple “Marksizmin yerelleşmesi” karşısına başka bir kavramı yani “yerelin Marksist bir okumasını” koymak bana daha doğru gelmektedir.

Tartışmanın öte tarafında ise dilde gelişen problemlere değinmek gerekmektedir. Destansı anlatılar ve mitlerle kahramanlaştırılmış tarihi karakterlerin büyütülmesini örnek verebiliriz. Yazılan yazılarda tarihten karakterlerin destansı anlatıları ki bunlar özellikle dini karakterlerse dili daha dikkatli kullanmak gerekmektedir. Keza bildiğimiz üzere materyalist tarih okuması böyle yapılmamaktadır. Biz Marksistler tarihsel mitlere ve destanlara yaslanmayacak kadar bilimsel bir tarih okuması yapmak zorundayız. Bu sebeple biz böylesi öznel, destansı ve mitsel anlatılar yerine toplumsal sınıf konumlanışlarını ve bunun tezahürlerini incelemek zorundayız. Keza Ali’nin, Ömer’in ya da Ebuzer-el Ğıffari’nin kişisel anlatıları biz Marksistler açısından sadece bir destan olarak okunabilir. Burada din tartışmasını yapmayı doğru görmediğimden konuyu açık kapılı bırakmayı tercih ediyorum.

İKİLİK VE TARİHSEL KONUMLANIŞ

Bazı yazılarda Doğu-Batı karşıtlığı şeklinde tezahür eden tarih okumasını görmekteyiz. Burada hatalı görünen kavramların başında tarihin akışının “daima” bir İktidar Gücü- Özgürlük Gücü çatışması şeklinde geliştiğinin iddiası vardır. Bu tarih okumasında muhteşem sapmalara yol açabilecek çok kaygan bir zemindir. Keza tarihte “mutlak iyiler” ve “mutlak kötüler” yoktur. Tarihin ilerleyişi de sadece ikili konumlanışların çatışmasına indirgenemez. Bu noktada iktidar gücü-özgürlük gücü kavramsallaştırmalarının yerli yerine oturtulması gerekmektedir. İG-ÖG, bizim için, modern sınıf konumlarını tanımlayan ve onların örgütleniş, konumlanış noktalarını gösteren bir tanımdır. Yani İG-ÖG modern bir okumanın, modern sınıf kompozisyonlarının sonucudur. Bu anlamda İG-ÖG tarihselliğinden koparılıp genelleştirilemez bir karşıtlık olarak tezahür eder. Bahsi geçen İG burjuvaziyi, faşist devleti tanımlarken onun karşısında konumlanan ÖG ise bizim için proletaryayı ve onun sınıf müttefiklerini temsil etmektedir. Bu noktada Özgürlük Gücü kavramının, proletaryaya atfedilmesinin altında yatan sebep, onun (tarihsel olarak da) kendisiyle birlikte bütün sınıfları ortadan kaldıracak tek devrimci sınıf olmasıdır. Bu noktada ÖG, proletarya ve onun sınıf müttefiklerinin dışına işaret etmez, o yüzden ÖG’yi tarihsel bağlamından kopararak genelleştirmek bizi hatalı bir tarih okumasına götürür. Eğer ÖG’yi ve İG’yi tarihsel bağlamından koparıp, mutlaklaştırırsak bu durum bizi tarihin her anında bütün sınıfları ortadan kaldıracak tek devrimci sınıfı aramaya iter. Bu tarihsel materyalizme zıt bir okumayı ve tarihin her anında modern komünizmi aramayı ortaya çıkarır. Ki bu tartışma doğrudan Marksizm’in tartışılmasıdır. İG-ÖG’yi Krosntadt örneğini İG-ÖG çatışması açısından hangi düzleme oturtabiliriz? Kronstadt ayaklanması anarşist bir iddia taşımakla birlikte “iktidar” olan Bolşeviklere yönelmesi itibarıyla bir ÖG midir? ÖG olarak sınıflandırılan güçlerin ya da İG-ÖG çatışması olarak okunan tarihin, bir anlamıyla iktidar içi gerilim olduğunu da okuyabiliriz. Burada mesele tarihi okumak için kullandığımız gözlüklerdir. Burası çok önemlidir çünkü bir Müslüman için önemli olacak olan İslam içi iktidar tartışması günümüzde Marksistler için anlam taşımamaktadır. Keza Marksistlerin böylesi bir çatışmada da taraf olması pek makul değildir. Bu sebeple de ben bu kavramların bu şekilde kullanılmasına temelden karşı çıkıyorum. Bu tarih okuması açısından bizi yanılgılara sürüklemektedir. Kavramların üzerine anlamlar yüklemek ve bu anlamlar üzerinden tarihi şekillendirmek ne diyalektik bir yöntemdir ne de kullanışlıdır. Kavramlara olumlu ya da olumsuz anlamlar yükleyerek bir okuma yapmak kendi iddialarımızı boşa düşürmektedir. Tarihin belirli bir anında proleteryanın elinde olan iktidar bir ÖG olacak mıdır? Yoksa biz bunu bir İG olarak mı tasnif edeceğiz? Bu açıdan kavramlara yüklenilen anlamlar üzerinden tarihin okunmaması gerektiğini yineliyorum. Keza subjektiflik zaten olması gereken bir şeyken, seçilen taraf ve gözlükler en önemli araçlardır tarih okumasında.

Öteki yandan Doğu-Batı tartışması ve aydınlanmacılık üzerinden ilerlemek istiyorum. Örneğin ülkemizdeki ve bölgemizdeki despot (?) yönetimleri açıklamak için bir Doğu-Batı devlet kültürleri ayrımına gitmek pek de makul değildir. “Doğu”da devlet biçimlerinin merkezi devlet olarak ortaya çıkmasının altında yatan sebeplerden birisi sulama kanallarına erişimin, gentil kabile bağlarını yetersiz kılarak merkezi bir idareyi ortaya çıkarmayı zorlamasıdır. Bu noktada merkezi devletin bölgedeki köklü geçmişi yine üretim süreçleri ve üretici güçlerin gelişiminin ürünüdür. Bir kültür olarak değil bir zorunluluk olarak merkezi gelişmiştir. Burada coğrafi etkenin ve üretici güçlerin etkisi, kültüre oranla çok daha net bir biçimde belirleyicidir. Bölgemizde kapitalizmin gelişmesi “batı”ya göre daha geç olmuş, dışa bağımlı kapitalizmler gelişmiştir. Emperyalizmin eşitsiz gelişim yasasına uygun düşmektedir bu. Yani Doğu-Batı kıyasına içkin bir durum olmaktan ziyade bu emperyalizme içkindir. Kapitalizmin gelişimine içkindir. Keza demokrasi kültüre dayalı bir şey olsa idi Antik Yunan demokrasisi ile “Cahiliye” demokrasisi arasında bir analoji kurmak zorunda kalırdık. Bu da bizi tarihin tesadüfi gelişimine götürür ve “yoldan çıkarırdı”. Tam da bu sebeple bizim tekrar bir evrenselliğe dönüşümüz söz konusu. Bu açıdan günümüz için bir kültür tahlilinin ötesinde bir sınıf tahlili gerekmekte. Yani “yerelin marksist bir okuması” tam da bu noktaya işaret etmekte. Keza bizim tekrar konumlanmamız gereken nokta Doğu-Batı ikiliği içerisinde yer almamaktadır. Atlanılmaması gereken nokta aydınlanmacılığın feodalizmi alt ederken aynı zamanda metafiziği de alt etmenin yollarını açtığı ve modern toplumun doğuşunu kolaylaştırdığıdır. Yani aydınlanmacılık çıkış itibarıyla kilise ve feodalizm egemenliğine karşı burjuvazinin metafiziği alt etme, dünyevi sorunlara dünyevi çözümler arayarak feodalizm ideolojisini alt etmenin aracıdır. Yani aydınlanma, feodalizmi ve metafiziği alt etme aracıdır. Daha sonraları, burjuvazi sınıf olarak devrimci özelliklerini yitirmeye başladıktan sonra, burjuva devrimlerinin bütün kazanımlarına karşı taarruza geçti. Aydınlanmacılık da, doğal olarak, bundan nasibini aldı. Gerçek şu ki, modernite, Avrupalı sömürgeci kapitalizm tarafından el koyulmuş, dünya tarihine ait bir projedir. Bu noktada onun ileri yönleri olduğunu kabul etmekle birlikte temelde bir burjuva ideolojisi olduğunu da söyleyebiliriz. Elbette ki biz aydınlanmacılığı övmüyor ona methiyeler dizmiyoruz ancak tarihin anı içerisinde aydınlanmacılık, eski sistemin metafiziğini bozmuştur. (özgürlük gücü denebilir mi?). Ancak aydınlanmacılık salt ona karşıtlık üzerinden de okunamaz. Aydınlanmacılık ya da onun tam zıttı bir kutup bizim durduğumuz noktaları işaret etmez.

Kendi çıkışımızı geçmişte ve geçmişin dilinde aramayı eleştirmek durumundayım. Bence proletarya devrimi kendi anlatısını geçmişte değil, gelecekte bulacaktır. O tüm sınıfları ortadan kaldıracak olmasıyla en devrimci sınıf olarak, sınıfsız toplumun inşası görevini omuzlarında taşımaktadır. Bu noktada modern komünizmin olanaklarını, sadece, geçmişte değil, geleceğin inşasında aramalıyız. Burası önemlidir zira bu, bizim için “neden proletarya?” sorusunun cevabıdır. Elbette proletaryanın devrim sürecinde farklı toplumsal katmanlarla kuracağı ittifakı ve yine bu süreçte ve öncesinde sistem karşıtı toplumsal katmanların potansiyelini küçümsemeyen bir yaklaşımda olduğumu vurgulamak isterim. Proleter devrim, kendi dili ve kendi anlatısıyla sınıfsız toplumu inşa edecektir.

“Tıpkı, yeni bir dili öğrenmeye başlayan kişinin, onu hep kendi anadiline çevirip durması gibi; ama ancak anadiline gönderme yapmadığı ve yeni dili kullanırken anadilini unuttuğu zaman yeni dilin ruhunu özümseyebilir ve kendini bu dilde özgürce ifade edebilir.”

Paylaşın