Umut Yazıları

At izi, it izi birbirine karıştı! – XWE Metin Ayçiçek

31 Mart Yerel Seçimleri’ne kadar “seçimlerde solun mevzilenmesi” üzerine aklımın erdiğince düşüncelerimi aktardım. Bu süreçte ortaya çıkan tartışma konularına hak, hukuk, yasalar, adalet gibi kavramların sistem içi yorumları üzerinden yaklaşmayı reddederek, geleceğimizi belirleyecek bir duruş olarak “sisteme karşıtlığımızı sergilemek” gerektiğinin altını çizerek yaklaşımımı belirledim.

Bir seçim sürecinde elbette sistem partileriyle de ittifak arayışlarına kökten kapalı bir düşünceye sahip değilim. Ama böylesi hallerde bile, üzerinde durduğum düşünsel platformun örneğin faşizme, emperyalizme ve kapitalizme, sömürgeciliğe karşı olmak gibi temel dayanaklarını terk etmeyi doğru bulmadım. Çünkü içerisinde yer aldığım solun tarihinden de biliyorum ki, kaybedilmiş bir seçimin bir sonraki seçimde kazanılması olasılığı yüksektir, ama kaybedilmiş bir politik kimliğin tekrar kazanılması artık mümkün olamaz. Ve sanırım tarihe karşı sorumluluğumuz sadece “yaptıklarımızla” değil ve belki de daha çok “yapmadıklarımızla” belirlenir. Türkiye komünist hareketinin tarihi bunun çok öğretici zengin deneyimlerine sahiptir.

***

Kendimi çok mu önemsiyorum? Elbette. Ve her komünistin kendisini önemsemesi ve bu nedenle öncelikle kendisinden başlayarak atılan her adımı dünü ve bugünüyle sorgulaması gerektiğine inanıyorum. Çünkü tarih, hiçbir zaman bir bireyin tek başına ürettiği bir oluşum olamaz. Toplumsal yaşamlarda, birey olarak anlattığımız her öykü, günü itibarıyla görünür ya da görünmez olabilir ama mutlaka toplumsal gelişim tarihinde her bireyden bir izi taşıyacaktır.

Biliyoruz ki tarih sadece dün değildir: o, aynı zamanda bugün var olanda yaşayan, ya da yarın var olacakta da yaşayacak olan, birbirinden kopuk olmayan süreçler bütünüdür. Yüzyıllarca öncesinin dününde Anadolu topraklarında yerleşik halkların yaşadığı tarihler her boyutta bugünün Türkiye’sinin bütün sorunlarında yer almaktadır. Bütün bu halkların inkârı ve İttihat Terakkici “Türk” kimliği üzerinden bir ulus toplum-ulus devlet yaratma projesinin kaçınılmaz sonucu olarak farklı olanların imhası, Cumhuriyet’in başından günümüze, bütün devlet politikalarının temel taşını oluşturmuştur. Türk tipi politika, Türk ve Sünni-Hanefi olmayan bütün halkların inkarı ve imhası üzerine kuruludur. Kendisi de bir darbe ile gerçekleştirilen Cumhuriyet’in sosyalist sol tarafından “ilerici bir hareket” olarak tanımlanması önemli bir yanlış idi.

***

İlk Büyük Millet Meclisi döneminde bile savaşta yenik düştüğü emperyalist güçlerle uzlaşma arayışını koparmayan; İzmir İktisat Kongresi’yle de kapitalizm yanlısı olduğunu resmen ilan eden Kemalistlerin, sadece “açık işgale karşı” olan tavrı, dönemin Bolşevik İktidarı’nın “devlet” çıkarlarını korumak adına Batı emperyalizmiyle arasında yer alan bu sınır komşusuyla sıcak destek ve ilişki kurmasının neden olduğu algı yanlışının da etkisiyle, Kemalistlerin “anti-emperyalizm” ile özdeşleştirilerek tanımlanması, solumuzun kirlenmesinde önemli bir katkı oldu. Kendini hem sosyalist hem Kemalist olarak tanımlayan Uğur Mumcu’nun 1984’de “elbette Kemalizm ile Sosyalizm aynı şeyler değil. Fakat aynı denizlere akan nehirler gibidir Kemalizm ve Sosyalizm, bizim anladığımız bağımsız sosyalizm” söylemine eşlik eden “Kürt düşmanlığı” sadece geniş halk yığınlarınca değil, komünistlerde bile bir Mumcu sempatisi yaratmamış mıydı?

Türk milletçiliğinin gelişimi için Türk ümmetçilerine karşı sert tutum alırken, Kürt milliyetçiliğini engellemek için onları İslam ümmetçiliği içerisine hapseden; yani olmayan bir ulus kimliği üretmeye çalışırken, var olan bir ulus kimliği yok etmeyi hedefleyen bu çifte standartlı “laiklik” anlayışı da Türkiye solunu ciddi olarak etkilemiştir. Bu nedenle, Aydınlanmacı burjuva hareketi ile İşçi sınıfı iktidarını hedefleyen Marksist hareket, sık sık aynı algı içerisinde birleştirilebilmiştir.

Birbirine zıt yönlü değerlere sahip olan bu iki hareket arasında kurulan düşünsel yakınlık, ittifak arayışlarında etkili olmuştur. İktidarda olan Kemalist düşünce, henüz embriyo halindeki sosyalist düşünce üzerinde baskın role sahipti. Ne Mustafa Suphi’lerin TKP’si, ne (İbrahim Kaypakkaya dışında) 68 hareketi, ne de günümüz sosyalist hareketi kendini, mayasına aykırı olan bu burjuva etkinin dışına bütünüyle atamamıştır. Tarihimizdeki etkisi bugün de dipdiri olan Mihri Belli’nin “Kemalist ile sosyalist arasında aşılmaz bir duvar yoktur” sözünün Marksizm’e çevirisi, burjuvazi ile işçi sınıfı arasındaki uzlaşmaz çelişkinin reddinden başka bir şey değildir.

Böylece, Kemalizm’in Kapitalizmin şafağında bir burjuva felsefesi olarak doğup gelişen ve burjuva iktidarının henüz başında gericileşen pozitivizm kaynaklı, tek ulusa dayalı bir milliyetçilik; toplumsal yaşamın merkezine oturtulan insandan kopuk bir devletçilik; çoğulcu demokrasiyi reddeden antidemokratik çoğunlukçu bir cumhuriyetçilik; çifte standartlı laiklik; sınıf inkârcısı halkçılık gibi ilkeleri sosyalizmin ilkeleri yerine geçirilmiştir. “İşçi sınıfı iktidarı” yerine ‘halkçılık’ savunusu öne çıkarılıp; orta ve büyük ölçekli üretim araçları üzerindeki mülkiyetin bütünüyle kamulaştırılmasını öngören sosyalizm anlayışı yerine, devletçi-kapitalizm, bu solun geleceğe yönelik bütün kurumsal projelerini biçimlendirmiştir.

Solun, günümüzde bile sömürgeci devletin sosyal reformlar öneren devletçi-milliyetçi politik çizgileriyle sık sık aynı rotada buluşmasında gözlemlenen büyük heves ve CHP gibi geleneksel devletçi partilerle kol kola yürünmesi istemindeki coşkulu ruh hali de bu nedenden kaynaklanmaktadır.

O halde, kendi düşmanlarıyla farklılıkların ayırdında olmak yerine güncel politikalar çerçevesinde ve iktidar güçlerinin yarattığı gündemlere takılmaktan bir türlü kurtulamayan Türkiye sosyalist hareketinin tamamen Marksist-Leninist bir temelde yeniden yapılandırılması artık tek görev olarak önümüzde dikilmektedir.

***  

20. yüzyılın son çeyreğinden uluslararası emperyalist sermayenin hızla az sayıda dünya tekelinin elinde yoğunlaşması, emperyalistlerde, sermayenin akışını yeniden kontrol altına alabilecek dünya ölçeğinde bir siyasal güç gereksinimini yarattı. Süreç bildik iki temel yönetime biçimi olan “havuç” ve “sopa” arasında değişik yöntemlerle sürdürülmeye çalışıldı. Yeni Dünya Düzeni gereksinimini yaratan koşullar, giderek Büyük Ortadoğu Projesi ya da Genişletilmiş Büyük Ortadoğu Projesi’ni de üreten aynı taleplerden doğuyordu. Arap Baharı olarak adlandırılan emperyalist istila hareketleri de, Mısır’da Mübarek’ten sonra üst üste gerçekleştirilen askeri darbeler de, Suriye operasyonu da bu büyük oyunun küçük sahnelerinden başka bir şey değildi.

Bütün bu uluslararası sermaye soygununu düzenleyecek ve dünya tekelleri arasındaki dağılımını gerçekleştirecek uluslararası siyasal yapı olarak tasarlanan “İmparatorluk” hayalinin gerçekleştirilmesi çabası Büyük Ortadoğu Projesi Eşbaşkanı olan Erdoğan’a da bir misyon yükleyerek iktidar olma kapısını açmıştı. CHP’nin de katılımıyla oluşturulan “devlet aklı” bu kurguyu “milli devletin bekası” teziyle destekliyordu. Hayali “bölünme-parçalanma” kurgularıyla körüklenen “milli devletin bekası” tezi, Avrupa’da faşizme ve soykırımlara örnek olmuş geleneksel milliyetçi (ulusalcı) akım ile, iktidar ortaklığından uzak tutulmaya çalışılan İslami milliyetçi faşist akımı Erdoğan çevresinde buluşturan ortak payda yaratılmış oldu. Sömürgeci ulus-devlet politikaları, CHP’nin Altı Ok’unun yol göstericiliğinde anlaşmış olan bu iki ana akımın oluşturduğu Devlet ittifakı tarafından yeni yöntemlerle desteklenen bir uygulamaya alındı.

***

Artık güncele ilişkin sol içi tartışmalarımız, bir tercih olarak değilse de yeni düşünceler üretemeyen beyinlerin bir refleks olarak sıkça başvurduğu, “tartışma konusunu atlayıp bel altı vurma” acizliğine sapmaktır.

23 Haziran İstanbul yerel seçiminde ittifaklar konusuna ilişkin tartışmalara kısaca göz atmak bile solumuzun savrulmuşluğunun derinliğini göstermek için yeterlidir. Son günlerde bu kapsamda sosyal medyada sürdürülen ve keyifle takip ettiğim çok sayıda tartışma örneği var. Sosyalist solun kendini inkârı olarak tanımladığımız ve bu türden her olayda adeta şamar oğlanı gibi kullanmayı alışkanlık haline getirdiğimiz “yetmez ama evet” eylem ve düşüncesini, günümüzde ve üstelik “ama” tereddüdünü de ortadan kaldırıp pekiştirerek savunabilir konuma gelişimizi, artık sadece bir “yöneliş” olarak değil, bir özdeşleşme olarak; solun sağa sapması olarak değil, “solun sağcılaşması” olarak tanımlayabiliriz.

***

Dersim yerel seçimlerinde Maçoğlu üzerinden yaşanan tartışmalar da aynı yanlışla başlayıp, daha büyük yanlışlar üreterek son buldu. Öncelikle, yaşanan zengin uygulama örnekleriyle de bildiğimiz ya da bilmemiz gerekir ki, söz konusu olan devlet sömürgeci-kapitalist Türkiye Cumhuriyeti’dir. Örneğin Kuzey Kürdistan söz konusu olduğunda bu devlet kendi koyduğu cari yasaları bile yok sayarak, en keyfi kararlarla sadece seçilmiş belediyeleri ve belediye başkanlarını kayyuma teslim etmekle değil, aynı zamanda seçilmiş vekillerini de zindanlara atmaktan çekinmeyen bir devlettir. Seçilmiş olmak bu devlet için hiçbir özel anlama sahip değildir. Üstelik bu gerçekleştirilirken, bu sömürgeci devletin kök hücresi CHP gık bile çıkarmadan ve gönüllü olarak politik gaspı kabullenmişti.

Tarafların sürdürdüğü polemiklerin siyaset bilimine ve özel olarak sosyalist mücadele araç ve yöntemlerine ilişkin tartışmaları zenginleştirmesi beklenirken, sağ bir zeminde oturup solculuk üzerinden yarışma yapmaya yönelmeleri, yaşanan komedinin temel kurgusunu oluşturdu. Elbette bu tartışmada yer alan tarafların bütünü, “sol” olarak adlandırılan geniş bir yelpaze üzerinde yer alıyor. Bu yelpazede kendilerini “ulusalcı” olarak adlandıran milliyetçi-solcular; Türkiye’de tipik bir örneği olmamasına rağmen “sosyal demokrat” olduğunu iddia eden düşünce akımları; AKP iktidarı karşıtı olan farklı yönelişler ve sistem karşıtı olan farklı tonlarıyla “komünistler” yer almaktadırlar. Ve böylesi bir kimlik kargaşası içinde sürdürülen çalışmalar, bir curcuna tadıyla başlıyor ve hiçbir zaman bir melodiye ulaşmadan curcuna olarak devam ediyor. Birkaç örnekle manzarayı sergilemek mümkündür.

***

Bir süredir Türkiye gibi donuna kadar emperyalizme bağlı, sömürgeci kapitalist bir sistem içerisinde “halkçı” (popülist) bir belediyecilik yapmaya çalışan ve bundan dolayı “komünist başkan” olarak adlandırılan Maçoğlu’nun belediyecilik uygulamasının, komünist bir anlayış içerisinden adlandırılması elbette sadece ajitasyon gereği içine düşülen bir yanlış olarak tanımlanamaz. Daha ötesi, böylesi bir adlandırmanın “komünizmin sistem anlayışına aykırı” olması nedeniyle de komünizme yönelik yanılsama yaratacağı için tehlikeli olduğunu da söyleyebilirim.

Yaşamın gerçekliği onca teorik tartışmalara ve iddialar karşın kendini dayatıyor:  

Soru 1: Ovacık’ta Maçoğlu’ndan önce ki belediye başkanı CHP’li M.Sarıgül, Maçoğlu’ndan sonra da %37,12 oy alarak tekrar Belediye Başkanı oldu. Neden?

Soru 2: Cumhuriyet tarihinin en büyük katliamlarından biri sonrasında değiştirilerek Tunceli’leştirilen ve belediyenin kararıyla yeniden kimliğine kavuşturulup iade edilen Dersim adı, sistemin devletinin kararıyla derhal yeniden kaldırıldı. Halkın iradesine karşı gerçekleştirilen bu operasyona karşı direniş ya da tek bir halk eylemi yok! Neden?

***

Arnavut inadıyla tanıdığım dostum Hüseyin Şenol’un “yerel seçimlerde CHP’yi ve İmamoğlu’nu desteklemeyi” savunanlara karşı yönelttiği eleştirilere verilen yanıtlar, bence siyaset bilimi açısından çok önemli idi. Politik bir bireyin hem örgütsel hem bireysel ilişkilerinde karşılaşabileceği bütün farklı düşünce ve eylemsel tutumlar bu tartışma sürecinde yaşanmaktaydı. Ona itiraz edenlerin bütününe yakınının “sosyalist” olması elbette ilgimi özellikle çekiyordu. Bu nedenle onunla yapılan tartışmaları farklı bir gözle, önemli bir deneyim olarak algılayıp izledim.

Öncelikle klasik örnek: “Avrupa’dan konuşmak kolay tabi ki! Biz sahadayız! Oradan hayat başka görünüyor galiba!” Yani konunun mekân farklılıkları ile sınırlandırılarak üçüncü şahıs okuyucuyu eleştirinin özünden koparma amaçlı belden aşağı vurma eylemi. Ama bunları yazanlar ısrarla Şenol’u izleyip yanıt yetiştirmeye çalıştıklarına göre, “dışarıdan” konuşan bu muhalifin içeriyi etkileyebileceğini düşünerek büyük tepki duyuyorlar. Düşüncelerin etki gücünün mekânlar arası mesafeleri ortadan kaldırabileceğine ilişkin önemli bir örnek.

“Yeter be, sus, kes sesini! Saçmalayıp durma!” Yani soruları yanıtlamak ve sorunun aydınlanmasına katkılı olmak yerine psikolojik terör uygulayarak üçüncü şahıs okuyucuyu tartışılan sorundan koparıp, mayınlı arazide yürüyorsun tehdidiyle dikkatini başka alana çekerek konudan koparma amaçlı belden aşağı vurma eylemi.

Şenol’un mensubu olduğu örgüt (en azından izleyebildiğim açık yazışmalarında) onun örgütsel tutumla zıtlaşan bu farklılığına “örgütsel kararlar” gibi bürokratik dayatmalara başvurmadan (sadece “örgüt kararıyla başlatılmış bir eyleme karşı eylem kırıcılığı yapılamaması” ortak ilkesi ile sınırlayarak yaklaşım sergiledi. Buna rağmen, onun kendi örgütüyle ortaya çıkan bu düşünsel farklılığı ona karşı silah olarak kullanmaya çalışan “kışkırtmacı” belden aşağı vuruculuk da örneklerle görünür bir tutumdu.

Şenol Cumhuriyet denilen cinayet örgütünün gerçekleştirdiği büyük halk katliamlarını saklamayı amaçlayan şenlikleri (23 Nisan, 19 Mayıs vb.) lanetliyor ve şöyle diyor: “96 yıllık T.C. hangi iktidarında katletmemiş ki?”

Bu tek cümle dahi cümlenin ifade ettiği konudan koparılarak cümlenin sahibinin psikolojik kişilik tahliline kadar çekilebilmiştir. Bir yanıt: “Kardeş, nasıl olsa başka uğraşın, bildiğin konu yok. Parça parça yazacağına, bir kitap yaz da bizleri de bilgilendir.” Yanıtı okuyunca konu ile bağlantılı bir kapı arıyorum, bulamıyorum. Ulaştığım tek şey bir başka soru oldu. Geleneksel dil ile söyleyeyim: “Ne alaka?” Yanıtı ileten kişinin sayfasına baktığımda ise kendi sorumun yanıtı buluyorum: O sayfadan çok yakın bir zamanda paylaşılan bir pano: Fanatik ulusalcı, anti semitist ve ırkçı Yılmaz Özdil’in imzasını taşıyor. “Suriyelilerin üremesi için harcadığımız parayı sığır yetiştirmek için harcasaydık et bugün 15 Tl olurdu. (Yılmaz Özdil).” Yazana da paylaşana da yuh olsun!

***

Bitlis’te, Tatvan’da Türkçe-Kürtçe tabelaları “Kürtçe olduğu için”, yani “Kürt” düşmanlığından dolayı indiren ırkçı nefret eylemini CHP nasıl karşıladı acaba? Bir şey duydunuz mu?

Sömürgeci TC devletinin yüz yıldır Türk olmayan halklara karşı sürdürdüğü inkâr ve imha politikasının gereği olarak gerçekleştirdiği alçakça eylemlerinden biri olarak Halveti’de şu son haftalarda tutsak Kürt kadınlarına yönelik tacize kadar varan zulüm hakkında CHP bir açıklama yaptı mı, yoksa ben mi görmedim?

Topal Osman’ı tanır mısınız ey komünistler? Hani şu Ermeni ve Rum katliamları için gönüllü yer alan; Mustafa Kemal ve İnönü’nün kararıyla Musul’un emperyalist İngiltere’ye bırakılmasını protesto eden Ali Şükrü Bey’i öldüren, Atatürk’ün özel koruması ve tescilli “katil” Topal Osman’ı nasıl tanırsınız? Devir değişip “devlet sırlarını taşıyan” tehlikeli piyonların öldürülmeye başlandığı temizlikte cinayet suçlamasıyla kuşatıldığında çatışmaya girip sağ yakalanmasına rağmen, “konuşacağım önemli şeyler var” dediği için kafasından kurşunlanarak öldürülen soykırım kahramanı Topal Osman dedeniz olsaydı onunla övünür müydünüz ey sosyalistler?

Tamam, CHP ile kurulan tarihsel göbek bağı sizi zaman zaman sadece mevcut iktidarlarla değil sistemle uzlaşma noktalarına çekse de, tarihe, en azından onlardan farklılıklarınızın da olduğunu aktarmak için “şerh düşmek” gereğini duymaz mısınız? CHP’nin bu uygulamalarına karşı sessiz kalmak hangi aklın ürünüdür?

İktidar karşıtlığı tavrınızın sistem karşıtlığı ve hele hele sistem dışılığı anlamına gelmediğini bildiğinizden eminim. Ama neden bunu göstermemekte olağanüstü bir çaba içerisindeniz?

Kendi gücümüzün olmadığı bir gerçek? Ama CHP’yi iktidar yapmak için sürdürdüğümüz bunca çabayı kendi gücümüzün örgütlülüğünü geliştirmek, büyütmek ve yaygınlaştırmak için harcamak çok mu zor? Bu nedenle mi “AKP’den kurtuluş projesi olarak CHP” diye sunulan iki ucu boklu değneği fırlatıp atarak temiz kalmak yerine, ısrarla tutmaya çalışıyoruz?

Evet, at iziyle it izi birbirine karıştı, ama bunu yine de hayra yoruyorum dostlarım.

Belli ki geleneksel rotadan sapması artık mümkün görünmeyen bu kervan, yeterince çözülmeden yeniden dizilmesi artık mümkün olmayacaktır.

Paylaşın