Aziz’i bekliyordu. Cemevinin ön avlusundaydı. Yalnız değildi ama kalabalık da değildi. Aklında, yanında olamadıklarının özlemi ve aşkı vardı. Sohbet nereden açılırsa açılırsın oraya bağlanırdı sonu. Ne yerler, ne içerler, nasıl uyurlar, nasıl savaşırlar. Elbette anlatılanlar vardı, görünen bir yüz de vardı. Ancak onları daha yakından tanımaya, onların kavgasına ortak olmaya yetmiyordu. Orada olmak, aynı havayı solumak gerekiyordu.
Bir radyonun gece programına da benzer bir sohbet ile katılmıştı. Onlar dinlermiydi bilmez ama bir zamanlar beraber dinlenen bir çok şarkı artık hislerde ortaktı. Gidenler turuncu gemiye biniyordu, yoldaşları arkasında sıralanıyordu. (https://www.youtube.com/watch?v=cSVcP1WbPSw) Kalanlar kimdi bunları anlatmaya çalışıyordu.
https://www.youtube.com/watch?v=TyXhpfJcuRg
Bıraktığı son mektubunda bir şiirde açıktı olup biten;
“Onlar ki dünyada kahraman olmaya mahkumdur
Sislenen anılar kaldı onlardan
Renkleri bozulup duran
Solgun anılar nasıl yazılmalı ki silinip gitmesin
Bulutlar gibi çekilmesin gök boşluğuna
Hoş olsun bütün verdikleri aldıkları su çiçeklerinin
Gül susar çiğdem uyanır
Tüfek başlar konu değişir
Hep böyle süreceği sanılır gül hikayesinin
Hep böyle sürer gerçi ama bir gün sonu
Değişir baştan yazacağımız hikayelerimiz,”
Fazla bir zamanının olmadığının farkındaydı. Gemiyi kaçırmaması gerekiyordu. Çünkü o değiştireceği bir hikayeyi anlatmaya hazırdı. Radyoya o gece bağlanmadı. Aziz de o gün gelmişti. Cenazede karşılaşmadık. Kimseye sormadım. Gülüşü ve heyecenı ile kendini farkettirirdi. O gün yoktu. O gün orada yoksa, oranın kendisi olmaya gitmiş dedim kendi kendime. 59 gün bekledi, Aziz’in nöbetini tuttu. Aziz’i binler ile toprağına koyarken o zorlu bir yolculuğu belki de tamamlamıştı. Bilemiyorum.
O daha küçükken babadan, abiden, kadınlardan öğrenmiş bir dünya nasıl değiştirilir. Her zaman heyecanlı ve cesur. Çukurova’nın, en çok da Adana’nın bir de yörüklüğün hakkını veriyordu kavgada. Aynı eylemdeydik. Ankara’da büyük bir grev vardı. Kararımız vardı, o polis barikatları yıkılacak. En önde Ulaş Bayraktaroğlu, bugün olduğu gibi o gün de arkasındayız. Bir savaş alanında gibiyiz verdi hücum komutunu liseli, üniversiteli, işçi, kadın hep birlikte yıktık geçtik barikatı. Hepimizde bir zafer kazanmış edası, göğüslerimiz önde, sloganlarımız daha gür. O gün o barikatları yıkarken bir gazimiz oldu. Eylem’di. Bir gözüne polis jopu geliyor. Ve yüzde seksenin üzerinde görme kaybının olduğu anlaşılıyor yapılan tedavi sonucunda. Hatırlıyorum gözü mordu, fotoğrafı da var. Aldı o moru erkek egemenliğine karşı mücadelesinde daha da mora boyadı. 8 Mart’lar, 25 Kasımlar, erkek-devlet şiddetine karşı adımları her yeri dolaşıyordu.
Bu sefer adımını attığı yerde kadınlara bir ülkeyi siyaha boyamış çetelerin karşısındaydı, rengarenk bir baharı getirmek için ilerliyordu. Özlemine ve mücadelesine, sohbetine hasret kaldığı kadınlarla, yoldaşları ile birlikteydi. Silahını eline mektubunda belirttiği şu satırlar ile alıyordu; “Ortadoğu’da, ezilen insanlardan yana yeni bir tarih yazılıyor. Bize düşen de bu tarihi yazanların, yanında yer almaktır. Yani çocuklar daha çok ekmek yesin diye, yani insanlar gözlerimizin önünde parçalanmasın diye…”
Ve dediği gibi de oldu. Kara bir dünya, onun gülüşlerinde saklanmış bahar ile renklendi.
100 gün boyunca baharın gelmesini bekleyen kadınlar, yoldaşları, ailesi , çukurovanın kurak ve nemli toprakları o geldiğinde ilk cemresini kabul etti. Yeni yola koyulacaklar da o gün orada yoktu. Cemre bir kere düşmüştü toprağa, baharın gelişi engellenemezdi.