Günlük yaşamda geçerli olan her şey politiktir (Mary Beard, 1912)
Bizler artık yaptığımız işin o işin koşullarının, içinde yaşadığımız evlerin, içtiğimiz suyun, yediğimiz yemeğin, çocuk büyütme olanaklarının, aslında bütün günlük yaşam alanımızın politikayı oluşturması gerektiğini giderek daha net görmeye başlıyoruz. Ev yaşamının bitip, kent yaşamının başladığı yerde çizgi yok. Özel yaşamım ile toplumsal yaşamım arasında duvar yok. (Mary Parker Follet, 1918)
İkinci dalga feminist hareketin dünyada ve Türkiye’de her daim karşı karşıya kaldığı suçlama sınıf hareketini bölmek oldu. Sınıf hareketinin tarihsel olarak kendini erkek egemenliğiyle inşa ettiği hep göz ardı edildi. Oysa kadınların kendilerini sınıfın bir parçası olarak kabul ettirmek için dahi yıllarca mücadele etmesi gerekmişti. Genel olarak tarih yazımının bütünü gibi işçi hareketinin mücadele tarihi de patriyarkanın verileriyle yazıldığı için, kadınların kendilerini sınıfın bir parçası olarak kabul ettirmek için verdikleri mücadele, yani sınıf hareketinin erkek egemenliğiyle inşa olan yapısı da sınıf mücadelelerinin tarihinde kendine çoğu kez yer bulamadı. Böylece dünden bugüne feminist hareket her daim sınıfı bölmekle itham edilir oldu. Bu nedenle birinci dalga feminist hareketin ve kadın işçi mücadelesinin bizzat erkek işçi hareketinin patriyarkal yapısına karşı verdiği mücadeleye dönüp bakmak anlamlı. Birinci dalga feminist hareketin dönemin sınıf hareketi ile (buna sosyalist partiler ve sendikalar dâhil) paralel ilerleyen ve yer yer çakışan siyasetine bakarak bugünün ayrım ve çelişkileri üzerine düşünmek mümkün olabilir.
Burjuva devrimleri çağında ilk kadın örgütlenmeleri yardım kuruluşları, kulüpler ve mesleki örgütlenmeler şeklinde ortaya çıktı. Meslek sahibi kadınlar ile işçi sınıfından kadınların örgütlenmelerinin yaygınlaşması aslında feminist siyasetin/örgütlenmelerin önünü açtı. Kadınların emek mücadelesi içindeki konumlanışları ile doğrudan siyasal mücadele içinde konumlanışları işçi sınıfının mücadele hattıyla kimi buluşmalar ve yol ayrımları yaşayarak şekillendi. Bu şekillenme içinde hem sınıf mücadelesi içinde erkek işçilerle yaşanan sorun ve ayrışmalar hem de siyasal mücadele örgütleri/partileri içinde erkeklerle yaşanan sorunlar ve ayrışmalar [birinci dalga] feminist hareketin kendini inşa ediş koşullarını belirledi. İşçi kadınların lonca örgütlenmelerinden başlayarak sendikal örgütlenmelerden dışlanmaları ayrı kadın sendikaları kurmalarına neden oldu. Zaman içinde erkek sendika örgütlenmelerinin, kadınların işçi sınıfının bir parçası ve sermayeye karşı mücadelenin bir parçası olduklarını kabul etmek durumunda kalmalarıyla, kadınlarla erkekler ortak sendikal örgütlenmelerde bir araya geldiler.

İşçi mücadelesi, kadınları ve erkekleri sendikalarda bir araya getirirken siyasal mücadele kadınların erkeklerden ayrı örgütler kurmasının önünü açtı. Ortaya çıkan tabloda sermaye karşısında ortaklık, siyasal mücadelede ayrılık söz konusuydu. İşçi sınıfına oy hakkı mücadelesinde sosyalist örgütlenmelerin burjuvaziyle pazarlıkta kadınların oy hakkını vazgeçilir görmeleri, Clara Zetkin ve Rosa Luxemburg gibi önemli sosyalist kadınların da her daim tepkisini çekmişti. Kadınlara oy hakkı verilmesi mücadelesi Kıta Avrupa’sı ile İngiltere ve ABD’de ayrı güzergâhlar izledi. İngiltere’de Pankhurstlerin adıyla anılan WSPU (Kadınların Toplumsal Politik Birliği) gibi çok sayıda feminist örgütlenme kadınların oy hakkı mücadelesini merkeze alırken boşanma, miras, velayet, eğitim ve çalışma hakkı üzerine siyaset üretiyordu. Toplumun değişik kesimlerinden kadınların (işçi, meslek sahibi, esnaf, küçük burjuva, evli- bekâr ve hatta burjuva kadınlar) parçası olduğu bu örgütlenme kadınlar arasında örgütlenerek güçlenmekten daha çok, siyasal mücadeleyi çarpıcı eylemlerle görünür kılma hedefiyle politika üretiyordu. Şiddeti bir siyasal mücadele aracı olarak kullanmaktan imtina etmeyen birinci dalga feminist hareket aslında bir yanıyla “siyasal hareket” olarak kabul görmek için de mücadele etmek zorunda kalıyordu.
Kadınların örgütlü mücadelesine ve şiddeti bir siyasal mücadele aracı olarak kullanmalarına ilişkin olarak en bilinen tarih birinci dalga feminist hareketin özellikle İngiltere’deki şiddet eylemleri oldu. Süfrajetler evleri ateşe vermiş, dükkân camlarını kırmış, parlamento üyelerine saldırmış, posta kutularını havaya uçurmuş, golf sahası yakmış ve polisle çatışmıştı.[1] Bu eylemler hiç kuşku yok ki doğrudan feminist bir örgütlenmenin karar altına alarak uyguladığı feminist şiddeti temsil ediyordu. Patriyarkanın devletteki temsilini hedef alıyor ve doğrudan kadınların özgürleşme alanlarını genişletecek oy hakkı mücadelesinin bir parçası olarak şiddet uygulanıyordu. Ancak yine İngiltere’deki işçi kadın mücadelelerine baktığımızda erkek sendikalara üye olmalarının engellenmesi üzerine kadın sendikaları kurmalarının yanı sıra şiddete başvurdukları eylemler de yaptıklarını görüyoruz. 1888’de battaniye dokumacıları, Nottingham’da puro üreticisi kadınlar, Dundee’de kenevir işçisi kadınlar sokak eylemleri yapmıştı. Tüm bu eylemler kadınların [erkek] sendikalar tarafından da ciddiye alınmalarını sağlamıştı. Yani sadece sermayeye değil sınıf mücadelesinin erkek yapısına karşı da şiddeti bir mücadele yöntemi olarak kullanan bir örgütlenme söz konusuydu. Bu anlamıyla en çarpıcı eylemlerden biri teneke kutu yapımcısı kadın işçilerin kırmızı aşı boyasına bulanmış biçimde fabrikadan çıktıktan sonra çalışmaya devam eden erkek işçileri taşlamasıydı.[2]
Oy hakkı mücadelesi ise esas olarak özel alanda/ailede yaşanan erkek egemenliğini sınırlandırmanın yolunun oy hakkından geçtiği tespitiyle başlamıştı. Zira kadınlar ev içinde ve toplumsal hayatta erkeklerin kadınların bütün hayatını denetlemesini sınırlandırmak istiyorlardı. Kadınların eşit yurttaş haline gelmesi ve “özgürleşmesi” için gerekli yasal düzenlemelerin, ancak yöneten erkeklere baskı oluşturacak oy hakkının kazanılmasıyla mümkün olabileceği sonucuna varılmıştı. Kamusal alanda eşit yurttaş kabul edilmenin ve siyasal haklara sahip olmanın ev içindeki hayatlarını dönüştürebileceğini düşünüyor, bu eksende politika üretiyor ve eyleme geçiyorlardı. Sonuçta gerçekten de oy hakkı kadınların boşanma, miras, velayet, eğitim ve çalışma hakkı gibi bir dizi hakkı parça parça elde etmelerini sağlasa da ev içindeki/özel alandaki kadın erkek ilişkilerinde sınırlı bir etkiye sahip olabildi.

Aynı yıllarda özellikle sosyalist hareket içindeki önemli kadınların da baskısıyla sosyalistler de kadınların oy hakkını savunur hale gelmişlerdi. Ancak kadınlar için oy hakkı mücadelesinin esas olarak işçi sınıfının mücadelesini yükseltmek için öne çıkarıldığını söylemek mümkün. Sosyalist hareketin bir kadın örgütlenmesi geleneği olarak miras bıraktığı Jenotdel’in politikaları ise kadınların ücretli emek gücüne, sendikalara ve siyasal mücadeleye katılımını artırmayı temel alıyordu. Kadınların kamusal alandaki var oluşlarının Lenin’in deyimiyle “boğucu aile yaşamındaki” kadın erkek eşitsizliğini zaman içinde ortadan kaldıracağı varsayılıyordu. Yaşanan sosyalizm deneyimleri kadınlar açısından çok ciddi dönüşümler getirmekle birlikte heteroseksüel çekirdek aile modelinin ötesine geçemeyen bir yaklaşımla maluldü. Sosyalizm mücadelesine bıraktığı miras da, esas olarak, kadınlara kapitalizme karşı dışarıdan bilinç taşıyarak “sosyalist modernleşmeye” dayalı formel kadın erkek eşitliğinin propagandası olageldi.
Sonuçta birinci dalga feminist hareketin damgasını vurduğu dönem itibarıyla kadınların kamusal alanda sahip oldukları haklar ve var olma koşullarını değiştirmek için verilen mücadelenin örgütlenme anlayışı da içinden geçilen tarihsel koşulların etkisiyle şekilleniyordu. Feminist örgütlenme de bu nedenle, tabir yerindeyse, “dışarıdan bilinç taşıma” ve “merkeziyetçi” kavramlarıyla anılabilecek, dönemin sosyalist hareketinin örgütlenme modelinin uzantısı/izdüşümü olarak hayat buldu. Aynı dönemde sosyalist kadınlar açısından mücadelenin hedefinin kapitalist sistem olarak değerlendirilmesi de keza, sosyalist örgütlerin uzantısı olan kadın örgütlerinin inşasını gerekli kılıyordu. Feministler açısından ise burjuva hukuk normları içinden bir eşit yurttaşlık hakkı mücadelesi olarak şekillenmesi, söz konusu örgüt/örgütlenme formlarını da ortaya çıkardı. Birinci dalganın bağımsız bir sistem olarak patriyarka analizine sahip olmayışı ortaya çıkan örgüt/örgütlenme anlayışlarında da doğal olarak belirleyici oldu; örgüt formaları yukarıdan aşağı ve merkezileşmiş yapılarıyla dönemin sınıf hareketinin örgüt formalarıyla benzeşti. Alametifarikası, kendi iç dinamiklerine sahip “bağımsız bir sistem” olarak patriyarkaya karşı mücadele olan ikinci dalga feminist hareket ise tümüyle farklı örgütlenme formlarıyla, Venüs’ü yeniden keşfederek sınıf hareketinden ayrı örgütlenmeye “devam etti”.
[1] Juliet Mitchell, Kadınlık Durumu, çev. Günseli, Gülnur, Şirin, Feraye, Şule, Yaprak, Kadın Çevresi Yay., İst. Sf24
[2] Sheila Rowbotham, Kadının Gizlenmiş Tarihi, çev. Nilgün Şarman, Payel Yay., İst., sf108