Hülya Osmanağaoğlu, Slider, Umut Yazıları, YAZARLAR

Proletarya komün sosyalizm – Hülya Osmanağaoğlu

18 Mart sabahı Paris, gök gürültüsünü andıran Vive la Commune! çığlığıyla uyandı. Peki ama Komün, burjuva sağduyuyu öylesine tedirgin eden bu sfenks nedir? “Başkent proleterleri, diyordu 18 Mart bildirgesinde Merkez Komite, yönetici sınıfların tükenmişlik ve ihanetleri karşısında kamu işlerinin yönetimini ellerine alarak işleri yoluna koymak zamanının geldiğini anladı. Proletarya kaderini kendi eline almanın ve iktidarı fethederek geleceğinin zaferini sağlamanın, kendi kaçınılmaz görevi olduğunu anladı. Ama işçi sınıfı devlet makinesini olduğu gibi almak ve kendi hesabına işletmekle yetinemez.(sf.58) (Marx: Fransa’da İç Savaş)1

…Komünal kuruluş, o güne kadar toplumun sırtından geçinen ve onun özgür hareketini kötürümleştiren asalak devlet tarafından emilen tüm güçleri toplumsal gövdeye geri verecekti. … Komünün sadece varlığı bile, apaçık bir şey olarak, belediye özgürlüğünü içeriyordu. (sf.65) (Marx: Fransa’da İç Savaş)2

1990-91’de reel sosyalizmin çöküşüyle birlikte sosyalizm tahayyülü ve umudu çökerken nasıl bir sosyalizm, hatta sosyalizm nedir tartışmaları da gözden düşmüştü. Tek ülkede sosyalizmin, parti-devlet bürokrasisi egemenliğinin çöküşteki etkilerini, işçi sınıfının neden bu çöküşü sahiplendiğini tartışmak kuşkusuz anlamlıyken, proletaryanın öznesi olmadığı sosyalizm yaklaşımlarının tartışılmaya başlanması da Marksizm-Leninizm’in ideolojik politik hegemonya kaybıyla doğrudan bağlantılıydı. İşçi sınıfını sosyalizm mücadelesinin merkezinden çıkarmaya yönelik tartışmalar reel sosyalizmin çöküşünden önce başlamıştı.

60’lara gelindiğinde 1919’da serbest bırakılıp Stalin’in en güçlü yıllarında, 1936’da yeniden yasaklanan eşcinsellik yasaktı. Kadınların ev içi iş yükü de bütün kamusal hizmetlere rağmen pek de azalmıyordu. UKTH’nin ikirciksiz uygulanması kararıyla yola çıkan Ekim Devrimi, 1956’da Macaristan’da 1968’de Çekoslovakya’da tankları yürüten Sovyetler Birliği haline gelmişti. İşçilerin söz hakkının partiye devredildiği, proletarya diktatörlüğünün temeli “Sovyetlerin” olmadığı bir Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği vardı. Ekim Devrimi ile inşa olmaya başlayan sosyalizm ilk 50 yıl içinde ciddi biçimde sorgulanır olmuştu [doğal olarak].

Batı’da 68 hareketi yükselirken özellikle gençlik hareketleri içinde parti bürokrasilerinin eleştirilmesine eşlik eden “modern revizyonizm” eleştirileri, devrimci mücadele kavramını yeniden toplumsal mücadelelerin gündemine sokmuştu. Bu yıllarda özellikle New Left çizgisi içinden çıkan feminist hareketin reel sosyalizm sorgulamalarına, ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı hareketlerin resmi komünist partilere yönelik eleştirileri eşlik etmeye başlamıştı. Nükleer karşıtı mücadeleler, ekoloji mücadeleleri, barış hareketleri hem örgütlenme formları hem de politik yönelimleri itibarıyla, reel sosyalizm yıllarının resmi komünist partilerin politik yönelimlerinde yer bulamadıkça, bağımsız hareketler olarak örgütlenmenin ve meşrulaşmanın önü açılmış oldu.

1900’lerin başında revizyonizmin enternasyonal sınıflar mücadelesi üzerindeki etkisi Ekim Devrimi ile aşıldı. 1950’lerden itibaren modern revizyonizmin ideolojik-politik alandaki belirleyiciliği Çin’den Latin Amerika’dan yükselen devrimci mücadeleler ve 68 hareketi ile aşıldı. Ancak özellikle 80’ler ile birlikte proletaryanın devrimci özne olma hali ve bizzat proletarya diktatörlüğü mücadelesinin ideolojik politik hegemonyası güç kaybetti. Ellen Meiksins Wood 1986’da yayımlanan Sınıftan Kaçış kitabında bu durumu şöyle özetlemişti:

Sosyalizm hedefinin tasfiyesi, “Yeni Gerçek Sosyalizm”, artık yalnızca sınıfın ortadan kaldırılmasıyla özdeşleştirilemeyecek olan sosyalist hedeflerin yeniden tanımlanmasını değil, aynı zamanda toplumsal ve tarihsel süreçlerin materyalist analizinin reddini de temsil etmektedir. Bu argümanın mantığının, maddi üretimin toplumsal yaşamın oluşumunda en iyi ihtimalle ikincil bir role indirgenmesini gerektirdiği, açıkça görülmelidir. Sosyalizm projesi belirli bir sınıftan ayrıştırıldığı için, kimliği, uyum ilkeleri, hedefleri ve kolektif eylem kapasitesi belirli bir toplumsal ilişki ya da çıkara dayanmayan, bizzat siyaset ve ideoloji tarafından oluşturulan toplumsal kolektifler – “halk ittifakları” – içinde konumlandırılır.3

90’lar 2000’ler sosyalist hareket ve sınıf

91’deki infaz düzenlemesi ile cezaevlerindeki devrimci sosyalist kadroların serbest kalmasıyla eş zamanlı olarak reel sosyalizm deneyimlerinin çökmesi ile sınıf mücadelesi açısından 70’lere dönüş hayalleri hızla dağıldı. Sosyalist hareket, 89-91 arasındaki Bahar Eylemleri, madenci yürüyüşü ve 1 Mayıs direnişlerine rağmen, somut olarak işçi sınıf içinde örgütlenmekten çok örgütlerin yeniden yapılandırılması, birlik tartışmaları ve ‘sosyalizmden kaçış’ gündemiyle meşguldü. Bu esnada ülkenin bir tarafında yükselen özgürlük mücadelesi, daha sonra ordu yetkilileri tarafından bile “düşük yoğunluklu savaş” olarak tanımlanan Kürt halkına yönelik savaş, memleketin sosyalist hareketinin ne yapmalı, nasıl yapmalı tartışmalarının gündemine sadece birkaç örgüt aracılığıyla girebiliyordu.

19 Aralık 2000’deki F tipleri katliamı ile kendi devrimci kanadının kırılması nedeniyle uçamaz hale gelemeyeceğini anlamayan sosyalist hareket, örgütlü olmadığı işçi sınıfının nasıl bölündüğü, sınıfın yapısının değişmesi sebebiyle eski tarz sınıf mücadelesinin de neden değişmesi gerektiği tartışmalarıyla uğraşmaya başladı. Sınıf olgusunun müphemleştiği noktada sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarının yerini en iyi ihtimalle halkın hakları mücadelesi alırken, zımnen proletaryanın sosyalizmin temel öznesi olduğu fikrinden uzaklaşmak tescillendi. 99’da Seattle’da başlayan küreselleşme karşıtı direniş, Porto Alegre’den sosyal forumlarla dünyaya yayıldığında, Wallersteinler, Negriler popüler olurken, sosyalizm mücadelesi de, IMF, G7, NATO vd. toplantılarına karşı militan eylemliliklerin örgütlendiği, yerli halkların, feministlerin, savaş karşıtlarının, ekoloji hareketinin, sınırlı sayıda işçinin katıldığı, görsel performansı yüksek eylemlere indirgendi. Küresel şirketlere vs. karşı G7’lerde G20’lerde polis ile çatışma, sınıfın içinde örgütlenmekten çok daha önemli oldu.

Dünyada ve Türkiye’de sosyal forumlar üzerinden sosyalizm tahayyülleri yayılırken, AKP sol liberal hegemonyayı arkasına alarak neoliberal dönüşümü, özelleştirmeleri, sınıfın haklarının gaspı programını tümüyle hayata geçirdi. Zira memleket sosyalistlerinin büyük bölümü 2000’ler boyunca AKP karşısında modernizme tutunmakla, ordu- militarizm karşıtlığı eksenli sol liberalizme eklemlenmek dışında bir politika üretmiyordu (Kuşkusuz bu ikilemin dışında ya da bu ikilemin içinde kalarak sınıf içinde de örgütlenme çabasında olan örgütler vardı ancak belirleyici değildi ve siyasal gündemi belirleyemiyorlardı.)

2015 sonrasında çok yönlü saldırılar başladı. Ranta dayalı ekolojik katliamların karşısında örgütlenen eylemler, feminist hareketin sokaklardan evlere yayılan gücü, LGBTİ+ hareketin yer altına itilmeye direnişi ve Kürt halkının teslim alınamayan direnişine güçlü bir sınıf mücadelesi eşlik etmediğinde yeni faşist rejimi sarsacak bir muhalefetin süreklileşmesi mümkün olmadı. Parçalı, kendiliğinden işçi direnişleri birbirinden görerek sendikal bürokrasilere rağmen yükselirken, sosyalist hareketin bu direnişlerle ilişkisi, ücret mücadelesiyle sınırlı olmasını geçtik, direnişlerin sesinin duyulmasını sağlayan bir tür halkla ilişkiler desteğinin ötesine geçemedi. Sosyalistlerin aktif çalışmalarıyla yükselen işçi direnişlerinin ise kendinde sınıf olmaktan kendi için sınıf olmaya geçemediğini görüyoruz. , İşçilerin grevlerden sonra, direndikleri patronla bırakalım bir bütün olarak kapitalizmle, bizzat AKP iktidarı arasında bile somut bir bağ kurmadan, seçimlerde yeniden AKP’ye oy verdiğini gördük. Sınıf içinde çalışmanın örgütlü sosyalizmle bağının geri plana itildiği bir sınıf mücadelesi anlayışı söz konusu; umudun, halkın haklarının, işçi dayanışmasının öne çıktığı, sosyalizm hedefinin muğlaklaştığı bir sınıf siyaseti çabası egemen.

Yeniden sosyalizmi tartışmak

Uzun bir süre boyunca İrlanda’daki rejimin İngiliz işçi sınıfının gücüyle yıkılabileceğine inandım. Bu görüşümü New York Tribune’de her zaman dile getirdim. Daha derinlemesine bir çalışma sonucu şu anda tam tersini düşünüyorum. İngiliz işçi sınıfı İrlanda’dan kurtulmadan hiçbir şey başaramayacaktır. İrlanda kaldıracın merkezidir. İrlanda sorununun genel olarak toplumsal hareket için bu kadar önemli olmasının nedeni budur. (Marx, 1869)4

Özellikle 2013 Gezi İsyanı’ndaki geri çekilişten itibaren sosyalist hareketin öncülük misyonu [haklı olarak] tartışılıyor. Kendiliğinden bir halk isyanı olarak başlayan hareket içinde sosyalistler, son 20 yıldır hiç olmadığı kadar halkla bütünleşmişken isyanın bastırılmasına engel olamadıklarında kolayca hedefe kondular. Memleketin her yerinde kentlerin ana meydanları isyanın merkezi haline gelmişken mücadelenin ufku parkı korumakla sınırlı kalan bir reformizmle meydanı boşaltma tartışmaları başladı. Sınıfın örgütsüzlüğü ve güçsüzlüğü ile bu tartışma birleştiğinde, bir genel grevle karşı karşıya kalmayacağını bilen iktidar, meydanları ağır polis şiddetiyle teslim aldı. Bütün o isyan dalgası 2014 ve 2015 seçimlerinde esas olarak devleti koruma hedefli CHP ve MHP muhalefetine yedeklenirken, KÖH silahların susmasıyla buluşabildiği demokrasi ve sosyalizm güçleriyle bir üçüncü yolun gücünü gösterdi. 2015’ten beri modernist sosyalist sol Kemalizm’le buluşarak cumhuriyetçilik vurgulu sosyalizm çerçevesi çizerken, enternasyonalist sosyalistler açısından mevzu radikal demokrasiden başlayıp ancak demokratik cumhuriyete uzanabilen, proletarya diktatörlüğünü geçtik sosyalizm kavramının bile tali kaldığı bir toplumsal hareketler ittifakı mücadelesine indirgendi.

Sosyalist hareket son 10 yıldır sınıfa yönelik ağır saldırılara rağmen faşizmin inşasını kendine yönelik baskı ve tutuklamaları merkeze alarak direniş hattı oluşturmaya çalışıyor. Kendi örgütlerini konsolide etmeyi sınıfı örgütlemenin önüne geçirdikçe, meşru militan mücadeleyi sınıfın eylemli direnişi olmaktan çıkarıp basın açıklaması yapmakla sınırlandırıyor. İşsizlik oranının yüzde 32’ye ulaştığı, özel sektörde çalışanların yüzde 70’inin asgari ücretle çalıştığı, emeklilerin açlık sınırının altında ücret aldığı bir ülkede CHP’nin TÜSİAD’ı kızdırmadan asgari ücrete zam için mücadele etmesini bekliyoruz. Sonuçta son 30 yıldır sınıfla bağı iyice kopan, ideolojik politik hegemonyası sıfırlanan sosyalist hareketin, kırk parçaya bölünmüşlük içinde nasıl bir sosyalizm mücadelesi, bu mücadelenin öznesinin kim olduğu ve sosyalizmden ne anladığımızı ortaya koyarak bir ideolojik politik tartışma yapmasını bekliyorduk. Kuşkusuz bu tartışma bütün dünyada yol alamıyor, yukarıda da belirttiğim üzere sosyal forumlarda, occupy hareketlerinde ortaya çıkan hareketlilik, neoliberalizmin 2008 sonrası krizini aşmak için sermayenin tüm dünyada faşizme yönelmesiyle sönümlendi. Ancak Türkiye’de bu ideolojik-politik güç kaybının çok ötesine geçen bir eksen kayması- sınıftan ve sosyalizmden uzaklaşmanın söz konusu olduğunu görmek gerekiyor.

Tam da bu koşullarda yeniden başlayan barış süreci ile birlikte Abdullah Öcalan’ın önce silahların bırakılması çağrısını da içeren metninde, sonrasında da sosyal medyada paylaşılan perspektif metninde, Kürt halkının özgürlük hareketinin komünler temelinde bir sosyalizm mücadelesinde cisimleşmesi gerektiğine ilişkin önermesini okuduk. Kuşkusuz Marx ve Lenin’in yanlışlandığına ilişkin tezleri Türkiyeli sosyalistlerin çoğunu [tabii ki beni de] irkiltse de, hedefin sosyalizm olarak konduğu bir gelecek öngörüsü, barışın inşasının ötesinde nasıl bir toplumsal tahayyülümüzün olduğunu tartışmaya başlamak açısından önemli. Seçime endekslenmiş bir radikal demokrasi mücadelesinden nasıl bir sosyalizm ve neden sosyalizm tartışmasına dönmek çok ama çok önemli. Kürt halkının örgütlülük düzeyi, işçi sınıfı içindeki niceliği, KÖH ile kurdukları organik ilişki, yeniden sosyalizm tartışmasına başlamak açısından bir ‘kaldıraç’ işlevi görebilir. Sosyalizm hedefine hangi örgütlenmelerle, hangi siyasal güçlerle yürüneceği tartışmasını yapmaya başlarken, bir stratejik- politik mücadele ortaklığı inşa edebilmek de ihtiyaç kuşkusuz. Ben de bu bağlamda toplumsal mücadelenin bileşenlerini, tarihsel deneyimleri ele alarak Abdullah Öcalan’ın komünler, devleti hedef alma (aslında galiba proletaryasız devletsizleşme) ve sosyalizm bağlamında söyledikleri üzerinden, Türkiye’deki sosyalizm mücadelesinin geleceğine dair, yukarıda özetlemeye çalıştığım koşullar ve siyasal durum çerçevesinde bir takım sorular sormaya çalışacağım. Abdullah Öcalan’ın komünler-sosyalizm-devlet mevzusunda temel aldığı felsefi çerçeveyi tartışmaya felsefe bilgim yetmeyeceği gibi güncel mücadele ile bağını tartışmanın daha önemli olduğunu düşündüğüm için de böyle bir sınırlılık içinden fikirlerimi ifade etmeye çalışacağım. Kuşkusuz bildiğim kadarıyla Marksizm Leninizm temelinde.

[Ve tabii ki, bir feminist olarak Abdullah Öcalan’ın perspektif metninde açıkladığı tarihsel toplumsal paradigma içinde kadın kurtuluş mücadelesine ve erkek egemenliğine verdiği yere kısaca değinmeden geçmeyeyim. Kuramsal analizlerini Kürt kadın hareketinden arkadaşlarımızla zaten tartışıyoruz, tartışacağız ancak sosyalizm hedefli bir toplumsal mücadele öngörürken kadınların kurtuluşunu sosyalizme ertelemeyen, toplumsal ilişkilerin dönüşümü için verilen mücadelenin eksenine koyan bir sosyalizm tasavvuru, elbette reel sosyalizmden somut bir yol ayrımına denk düşüyor. 1960’lardan beri ikinci dalga feminist hareketin reel sosyalizm deneyimlerine ilişkin eleştirileriyle örtüşen yanı, bundan sonrasında feminist hareket ile Kürt kadın hareketinin yıllar boyunca ilmek ilmek ördüğü enternasyonal kadın dayanışmasının güçlenerek sürmesini mümkün kılacaktır bana göre. ]

Komün versus devlet…

Devlet, savaşımda, devrimde devrim düşmanlarını bastırmak için yararlanmak zorunda olduğumuz geçici bir kurumdan başka bir şey olmadığına göre, özgür halkçı bir devletten söz etmek saçmadır: proletaryanın devlete gereksinimi olduğu sürece, o, bunu özgürlük için değil, hasımlarını altetmek için kullanacaktır. Ve özgürlükten söz edilmesi olanaklı olduğu gün, devlet devlet olarak ortadan kalkmış olacaktır. Onun için biz, devlet sözcüğünün yerine, her yerde, topluluk (Gemeinwesen) gibi Fransızca komünün karşılığı olan mükemmel eski bir Alman sözcüğünün kullanılmasını önermekteyiz. (Engels, Gotha Programı Üzerine, 1875)5

Abdullah Öcalan’ın perspektif metninde proletarya diktatörlüğü, reel sosyalizm deneyimleri itibarıyla sönümlenmesi söz konusu olamayacak bir devlet olarak tanımlanıyor. Esas olarak mücadelenin devlet ile halk arasında sürdüğünü ve devletin ancak [sönümlenmesi öngörülse bile] bugünden inşa edilecek komünlerle işlevsizleşeceği, çözüleceği fikri, ister istemez bugün devletin biçiminden önce “tipinin” niteliğinin/amacının nasıl ele alınması tartışmasını gerektiriyor. Elbette toplumsal mücadelenin merkezini sınıflar arasındaki mücadeleden çıkarıp devlet ile halk arasındaki mücadele olarak tanımladığımızda, sosyalizmin inşasının kurucu öznelerini de tartışmaya açmış oluyoruz. Ki Ellen Meiksins Wood, Poulantzas eleştirisinde, avrokomünizmin eksen kaydırmasının bu noktada gerçekleştiğini belirtir. Devletin ve sınıfın yerinin yeniden tanımlandığını, halk- halk ittifakı ile devleti kapsayan iktidar bloku arasındaki karşıtlığın temel alındığını ve bu iki siyasal örgütlenme arasındaki çatışmanın sermaye ile emek arasındaki sınıfsal çatışmayı pratikte saf dışı edebildiğini görmek gerektiğini söyler. Halk kavramı içinde hangi ezilen kesimlerin hangi talepleriyle yer alacağı belirsizliğini korurken devlete yön veren iktidar bloğu/egemen güç ile halk ittifakındaki tüm bileşenlerin- toplumsal kesimlerin arasındaki mücadele ortaklığı hangi aşamaya kadar sürecek belirsiz. Halk tanımının içinde, esas olarak, işçi sınıfını sanayi işçisine indirgeyen ve diğer toplumsal kesimleri üretim ilişkilerindeki konumlarıyla değil gelir durumuna veya yaşam tarzına bağlı bir toplumsal katmanlandırma ile açıklamak söz konusu. Neoliberalizmle profesyonel mesleklerin ve kimi kamu emekçilerinin işçileşmeyi her boyutuyla yaşadıklarını görmeyen sınıf körü bir analiz bu. Bunun Türkiye örneğindeki yansıması; 19 Mart sürecinde Saraçhane’ye koşan, yaşam standartlarının değişimini sadece AKP’nin İslamcılığı ve talan politikasıyla özdeşleştiren, çoğu kendini imalat sanayisinde ve hizmet sektöründe çalışan işçilerden sınıfsal olarak farklı hisseden/zanneden, ağır güvencesizleşme ile AKP’nin sınıfsal temsili arasındaki bağı görmeyen, bir sınıf kesimi. Örgütsüzlüklerini sınıfsal konumlarının farklı olduğu sanısı ile açıklamaya çalışan, taşeronlaşmanın ve güvencesizleşmenin plazalardaki temizlik hizmetlerinde çalışanlardan sonra kendilerini de içermesine şaşıran, işçi sınıfının parçası olduğunu kabul etmeyen bir toplam (yeni nesillerde hızla proleterleşen geçmişin küçük burjuvazisinin temsilcisi durumundaki avukat ve doktorlarla birlikte) bu. Sosyalizmi de kendi sınıf içi konumlarını korumakla, bir tür fordist üretim çağına özlemle tanımlayan, eğitimli, yukarıda da belirttiğim gibi, Türkiye örneğinde devleti AKP ile eşitleyerek seküler modernizmi sosyalizm olarak algılayan bir sınıf bölüntüsü için, hiç kuşku yok ki proletarya diktatörlüğü kavramı ve mücadelesi arkaik bir özlemden fazlası değil. Ki dünyada da durum benzer. Bu toplamı kısmen örgütlü işçi sınıfı ile yan yana getiren süreç, ayrı ama beraber, şeklinde formüle edilebilecek olan sosyal forumlar dönemiydi. Ulus aşırı dayanışmanın moda olması, politikliğin gündelik hayatın içinde sınıf mücadelesinde cisimleşmek zorunda olmaması, bu kesimi Avrokomünizmin ardından küreselleşme karşıtı hareketin destekçisi kıldı. Ancak neoliberalizmin krizi sermayenin saldırganlığını ve devlet üzerindeki baskısını arttırdığında, örgütsüz ve sınıf bilincinden yoksun bu kesimler hızla yabancı-göçmen düşmanlığı ile aşırı sağa yakınlaşmaya da başlayabiliyorlar. Bunun Türkiye’deki karşılığı ise Suriyeli göçmenlere olan düşmanlık olarak şekillendi.

Bu gelinen noktada devletin- iktidar blokunun toplumsal ilişkilerdeki konumunu berraklaştırmadan ortaya konacak bir devlet halk karşıtlığı, devlet karşısında alternatif toplumsal örgütlenmeyi yaratacak komünlerin içereceği toplumsal bileşenleri ve üzerinde inşa olacağı toplumsal çelişkileri belirsiz kılıyor. Bizi kapitalizmde devletin ne olduğu tartışmasına geri döndürüyor. (Ki zaten Öcalan da metinde kendi yaklaşımını tarihsel olarak anlatmış). Kapitalist devlet kendisini temel olarak hangi egemenlik ilişkisini/ilişkilerini yeniden üretmek için örgütlüyorsa onun egemenliğini sönümlendirecek toplumsal örgütlenme de, örneğin komünler, söz konusu egemenlik ilişkilerini [yıkmak demesek bile] aşmak, sönümlendirmek üzere örgütlenebilir.

Proletarya diktatörlüğünün devleti sönümlendirmeyip tersine devasa bürokratik bir aygıta dönüşmüş olmasını, Marx’ın ve Lenin’in yanlış analizleri ve öngörüleri olarak değerlendiriyor Öcalan ve kapitalizmin böyle aşılamayacağını söylüyor. Bu anlamıyla tarihsel materyalizmin, tarihin sınıf mücadeleleri tarihi, üretim ilişkilerinin dönüşümü üzerinden okunamayacağını varsayıyor. Ancak tarihsel materyalizmin feodal toplumdan kapitalizme geçişe ilişkin açıklamalarına yönelik bir analiz yapmıyor. Tarihin sadece doğrusal – ilerlemeci bir mantıkla okunamayacağını [haklı olarak] söylese de, feodal toplumdan kapitalizme geçişin tamamlanması itibarıyla neden burjuva devlet formunun nerdeyse tüm dünyada değişik biçimler alsa da aynı amaçla, yani sermayenin çıkarlarını korumak üzerine inşa olduğunu açıklamıyor. Wallerstein kapitalizmin tüm dünyadaki üretim ilişkilerini dönüştürmesini tarihsel kapitalizm diye açıklıyor. Roza Luxemburg Batı Avrupa dışına kapitalizmin yayılmasını örneğin doğal ekonomilere karşı sermayenin mücadelesi olarak ifade ediyor, sömürgeci ilişkilerden devralınan siyasal ittifaklarla tüm dünyanın kapitalist üretim ilişkilerinin belirlenimi altına gireceğini söylüyor. Sonuçta Batı Avrupa’da ortaya çıkan kapitalizm, tüm dünyadaki üretim ilişkilerini kendisine tabi kılarken burjuva devlet olgusunu da evrenselleştirdi ve siyasal iktidarı eski üretim ilişkilerinin egemen güçlerinden alarak sermaye sahiplerine verdi. Marx, bunun bir uzantısı olarak proletaryanın kapitalist üretim ilişkilerini ve ona ait burjuva devleti ilga edebileceğini öngörüyor ve burjuva devletin bütün yetkilerinin “toplumsal gövdeye” geri döneceğini söylüyor. Devletin yetkilerinin toplumsal gövdeye verilmesinin örgütlenmesi olarak da Paris Komünü’nü işaret ediyor. Lenin de aynı şeyi iktidarın Sovyetlerce alınması çağrısıyla yaptı.

Komünlerin bileşimleri

Gidilecek yolu devrimin amacı, izlenecek yöntemi de görev belirler. Bütün gücü çalışan kitlelerin eline, işçi ve asker konseylerinin eline vermek, devrimin kazanımlarını gizli düşmanlarından korumak: devrimci hükümetin alacağı her önlemde yol gösterecek olanlar bu ilkelerdir. (Rosa Luxemburg)6

Komün, Sovyet, meclis ya da şura diyelim, bu tarihsel örnekler toplumsal ilişkilerin ve mücadelenin içinde ortaya çıkan toplumsal/siyasal örgütlenmeler. Ne tarihteki komünal yapılar ne Paris Komünü ne de Rusya’daki Sovyetler bir siyasal örgütün, partinin vd. karar almasıyla inşa olmuştu. Mücadele içinde oluşmuş yapılardı, Paris Komünü’nde Proudhoncular çoğunluktaydı, 1917 Nisan’ında Bolşevikler Sovyetlerde azınlıktaydı vd. Ancak şimdi iradi olarak bir siyasi hareketin önermesiyle inşa olabilecek komünler üzerine tartışıyoruz ki bu başlı başına ‘öncü parti – komün’ ilişkisini de tartışmayı gerektiriyor.

Bir başka yanıyla, halkın bu komünler içindeki gruplaşması hangi eksende gerçekleşecek; üretim ilişkileri içindeki konumları (işçi-beyaz yakalı mavi yakalı kamu emekçisi- k. burjuva, köylülük, gençlik), etnisite-din- ırk ayrımına dayalı kolektif yapılar, cinsiyete- cinsiyet kimliğine-cinsel yönelime dayalı gruplaşma ya da siyasal aidiyetlere- örgütlenmelere göre mi? Devlette cisimleşen iktidar ilişkilerinin bir örneğini Türkiye’ye bakarak düşündüğümüzde kapitalizm, sömürgecilik, patriyarka ve son 20 yılda Sünni İslam devletin temelini oluşturan egemenlik ilişkileri. Bu egemenlik ilişkilerine karşı örgütlenmede komünler aracılığıyla devletten bağımsız bir toplumsallık örgütlemek istediğimizde, ezilenlerin hepsi devletin kendini yeniden üretmesini mümkün kılan söz konusu egemenlik ilişkilerine, aynı oranda mı ‘mesafeli’? Elbette devleti de kendi içinde bir iktidar piramidi olarak görerek Türk, erkek, Sünni ve sermaye sahibi olanları en tepeye koyarız. Ama bundan sonrasında küçük burjuva Türk Alevi erkek ile Kürt işçi kadının hangi alternatif toplumsallıkta buluşturulabilir? Yani etnisite, cinsiyet, dini inanç ve ırk bağlamında Batı burjuva demokrasilerinin formel hukukunda öngörülen çoğulculuğun ötesine geçecek bir toplumsallık, üretim ilişkilerindeki konumu yok sayarak mümkün mü, tartışılır. Komünler [siyasal] kararları hangi toplumsal kesimin ihtiyaçlarını önceleyerek alacak, komünler içi güç ilişkileri oluşmaması nasıl mümkün olacak? Tekelci kapitalizmin hüküm sürdüğü koşullarda küçük işletme sahibi Kürt erkek ile Türk Alevi üç çocuklu işçi kadın arasındaki devlet karşıtlığının ortaklığının sınırları nasıl belirlenecek, yeni bir toplumsallık inşa olurken?

Ki, sosyal forumlarda yıldızı parlayan, radikal demokrasinin öngördüğü biçimde, etnisite, din, ırk, cinsiyete dayalı farklılıkların eşitliği inşa edilirken, emekçilerin sermaye karşısındaki örgütlenmelerini de maksimuma çıkarma hedefinin son 15 yılda sermayenin neoliberalizminin kriziyle nasıl imkânsızlaştığını gördük. Faşistler ya iktidara geliyor ya da iktidara ortak oluyor, sömürü oranları artıyor, göçmen düşmanlığı ve ırkçılık yükseliyor, kadınların kazanımları, kürtaj hakkı vd. tırpanlanırken LGBTİ+lar yer altına inmeye zorlanıyor.

Bu farklılıkların neredeyse hepsini içeren örgütlenme örnekleri olarak Türkiye sınırları içinde son 15 yıl içinde inşa edilmeye çalışılan iki örnek söz konusu. Bir tanesi Gezi İsyanı döneminde genişleyerek şekillenen Taksim Dayanışması, ikincisi ise KÖH inisiyatifinde örgütlenen Halkların Demokratik Kongresi. Taksim Dayanışması Gezi Parkı başta olmak üzere ranta dayalı girişimlerle mücadele için kurulmuş bir tür çalışma grubuyken isyanın başlaması ve Gezi Parkı’na girilmesiyle genişledi ve katılıma açıldı. Esas olarak sosyalist soldaki örgüt ve bireylerin kontrol ettiği, sınıf ve meslek örgütlerinin inisiyatiflerinin de gönderdikleri temsilcinin siyasal çizgisine göre şekillendiği, katılımcı tabanı geniş ama karar alma mekanizması fiilen daralmış bir tür komün olarak faaliyet gösterdi. Sonuçta yukarıda da bahsettiğim şekliyle işçi sınıfının bu isyanın öznesi olmaması, meydanın ötesinde fabrikalarda ve işyerlerinde hayatı durduramaması, isyanın bastırılmasını ve sönümlenmesini mümkün kıldı.

İkinci örnek olarak HDK (2011), belki de kurulduğu dönemdeki son yirmi yılın en gerçekçi ve devrimci potansiyelini taşımasına rağmen politik etkinliği gitgide azaldı ve sönümlendi. Mücadele içinde kurulma- ortaya çıkma, iradi siyasi kararla kurulma ikiliğinde ikincisine denk düşen bir süreçle şekillendi. HDK örgütlendiği dönem içinde devrimci demokrasiyi temel alan politik doğrultusuyla hem toplumsal mücadele alanlarının hem de siyasal temsiliyetin yer aldığı bir bileşime sahipti. Ancak Kürt hareketinin ağırlıklı olduğu toplumsal örgütlenmelerin temsili gerçek bir temsiliyetken, Türkiye kanadı esas olarak siyasi temsil ile sınırlı kaldı. Sendikaların, meslek örgütlerinin, mahallelerin gerçek anlamıyla temsil edilmediği bir yapı oldu. Bunun sonucu yerelleri siyasi grupların sınırlı sayıdaki temsili ile oluşturulmaya çalışılsa da HDP’nin ilçe örgütlerinin bir tür alt komisyonu olmaktan kurtulamadı. Kuşkusuz bunda esas mesele; ne kadarsa o kadar, sınıf hareketinin büyük bölümünün şovenizmden kurtulamaması nedeniyle Kürt hareketi ile yan yana gelmek istememesi, sosyalist hareketin gerçek toplumsal ilişkilerinin olmayışı ve en nihayet toplumsal mücadeleler içinde radikal demokrasiyi aşan devrimci demokrasi hedefinin bile afaki kalması. HDK’nin geldiği noktayla, kongre tipi, hem siyasal hem toplumsal mücadele alanlarını devrimci demokrasi ekseninde buluşturma konusunda ısrarı dahi sürdürememiş bir üçüncü yol söz konusuyken, sosyalizmi inşa hedefiyle yaratılacak komün örgütlenmelerinin gerçekleşme olasılığı soru işareti haline geliyor.

Son 15 yıl içinde komünal örgütlenmeye dayalı devletsiz toplumsal ilişkilerin egemenliğinin, Türkiye dışındaki örneği olarak Rojava’yı tartışmak gerekiyor hiç kuşkusuz. Kürtlerin üçte ikisinin mülkiyet hakkına sahip olmadığı, anadilde eğitimin ve Kürtçenin resmi dil olarak kabul edilmediği, kadınların miras hakkının olmadığı, küçük yaşta ‘evliliklerin’ ve çok eşliliğin mümkün olduğu bir toplumsal yapıda [ve savaş koşullarında] gerçekleşti Rojava devrimi. 15 yıldır her inançtan, etnisiteden halkların ve en önemlisi kadınların eşit haklara ve eşit temsile sahip oldukları bir sistem inşa oldu, üstelik tümüyle savaş koşulları altında. Suriye devletine ait sayılan tarım arazilerinde, petrol kuyularında herhangi bir özel mülkiyete izin vermeksizin komünler ve kooperatifler aracılığıyla siyasal ve toplumsal ilişkiler inşa edildi. Ancak esas olarak tekelci kapitalizmin söz konusu olmadığı, Suriye devletinin kontrolü altında küçük ölçekli ticari ilişkilerin, zanaatçılığın ve küçük -orta ölçekli tarımın yapıldığı ekonomik ilişkilerin varlığında ve tabii ki savaş koşullarında inşa oldu Rojava devrimi. Tarım arazilerinin kolektif işlenmeye açılması, tarım kooperatifleri ve köy komünlerine, Kürtler dışındaki halkların eşit söz hakkıyla katılımına açık olması toplumsal ilişkilerin ve yeni bir sistemin inşasında belirleyici oldu. Merkezi düzeyde karar alma süreçlerinde siyasal yelpazenin nasıl oluştuğuna ilişkin tartışmanın, henüz savaş koşulları ortadan kalkmamışken gereksiz olduğunu söyleyebiliriz. Ancak toplumsal ilişkileri tümüyle belirleyen bir sermayenin, tekelci burjuvazinin, fabrikaların, bankaların, ordusu, polisi, bürokrasisi ve ideolojik politik hegemonyası ile kurumsallaşmış bir devletin mevcut olduğu bir yerde, Rojava sisteminin, Türkiye hatta Bakur söz konusu olduğunda dahi nasıl inşa olacağı çok tartışmalı.

Komünleri somut olarak üretim ilişkilerinin dönüşümü, sömürünün ortadan kalkması üzerinden değil de kültürel ve kısmen siyasal bir dönüşüm üzerinden ele alıyorsak ancak komünlerde örgütlenmiş bir toplumsal hayatın devletin- egemenlerin saldırısına uğramadan varlığını koruyabileceğini düşünebiliriz.

Ellen Meiksins Wood’un Sınıftan Kaçış’ta, yeni hakiki sosyalizm olarak anılan bu sınıfsız sosyalizm paradigmasına dair eleştirisinde saydıklarının bir kısmı şöyle:

Üretim ve sömürü ilişkileri ile toplumsal ve siyasal tahakküm yapısı arasında esaslı bir bağlantı bulunmadığı anlamında “ekonomik” alan ile siyasal alan arsında hiçbir esaslı bağıntı yoktur. Bu tahakküm yapısının yıkılması insanın kurtuluşu için temel bir koşul değildir. …Sosyalizm, sınıfsal sömürünün ortadan kaldırılmasını gerektirmez; ve/veya siyasal bir proje olarak sosyalizmin, sermaye ile emek arasındaki “ekonomik” ilişkinin kaldırılmasına yönelik bir mücadele olması gerekmez.7

Bildiğimiz demokratik devrim, sosyalist devrim üzerine düşünürken ister Urfa’da ister Menderes Ovası’nda diyelim, toprak reformunu gerçekleştirmek isteyen komünler bizzat kapitalist çiftçilerin ve/veya toprak ağalarının devlet eliyle uygulanacak şiddetine maruz kaldıklarında, o komünlerin bileşimi topraksız köylülerle sınırlı kalmaya mahkûm olur. 90’larda ve 2000’lerde Zapatistaların ve Brezilya’daki Topraksızlar hareketinin (ki onlar sadece işlenmeyen toprakları işgal ediyorlardı) maruz kaldığı sınırları da göz önünde bulundurarak bu tartışmayı Türkiye merkezli olmaktan çıkarmak da mümkün kuşkusuz.

İkili iktidar; komün, Sovyet, fabrika konseyleri

Komün konusunda… söylenebilecek tek şey bunun tarihte bu adla bilinen belli bir işçi hükümeti olduğu o sırada demokratik bir devrimle sosyalist bir devrimin öğelerini ayırma yeteneğinde olmayan ve ayıramamış bir hükümet olduğu, bir cumhuriyet uğrunda savaşma görevini sosyalizm uğruna savaşma görevi ile birbirine karıştırmış, Versay’a karşı etkin bir askeri saldırı düzenleyememiş, Fransa Bankasına el koymamakla bir hata işlemiş vb. bir hükümet olduğudur. (Lenin, İki Taktik)8

Komün ve versiyonlarının ikili iktidarın oluşması durumunda devlet aygıtını ne yapacakları, devlet bürokrasisinin sermayenin çıkarları ekseninde ifa ettikleri görevlerin hangilerinin nasıl devralınıp sürdürüleceği, hiç kuşku yok ki ikili iktidarı ortaya çıkaran devrimci durumun/mücadelenin, hangi sınıfsal/toplumsal kesimlere dayandığıyla doğrudan bağlantılı. Tarihe bu perspektifle baktığımızda bugün geleceğe projeksiyon yaparak tahayyül ettiğimiz komün, konsey, şura vd. ‘iktidar’ organlarının hangi toplumsal ve siyasi koşullarda, hangi politik mücadele bağlamında inşa edilebileceğini görmemizi mümkün kılar. Marx’ın Paris Komünü’nü işaret ederek proletarya diktatörlüğü budur derken, ikili iktidar durumunda doğrudan Versay’a yürünmemesini, merkez bankasına el konmamasını, yani burjuva devletin siyasi ve ekonomik merkezlerinin dağıtılmamasını eleştirdiğini biliyoruz.

1905’te Rusya’da kurulan Petrograd İşçi Sovyeti için Troçki, Sovyet kurulmadan önce de sanayi işçileri arasında sosyal demokratların örgütlenmesi olduğunu ancak onların proletaryanın kendi içine yönelik çalışma yürüttüğünü, Sovyet’in ise proletaryanın ortak örgütü olarak devrimci iktidar mücadelesi için var olduğunu ve Rusya’nın ilk demokratik iktidarı olduğunu söylüyor. Sadece 50 gün yaşayan Petrograd Sovyeti’nin programı son derece somuttu. Ordu, köylülük ve kentli küçük burjuvazi ile devrimci koordinasyon kurmak, mutlakıyetin ilgası, bürokratik aygıtın tümüyle parçalanması, ordunun yeniden yapılandırılması ve kısmen tasfiyesi, sekiz saatlik işgünü uygulamasına geçilmesi, proletaryadan başlayarak halkı silahlandırmak ve Sovyetleri şehirlerde devrimci özyönetim organlarına dönüştürmek. Yanı sıra, tarım devriminin yerel organları olarak Köylü Delegeleri Konseyleri (köylü komiteleri) oluşturmak. Kurucu meclis seçimlerini organize etmek ve halkın temsilcileri adına kesin bir program için seçim öncesi bir kampanya yürütmek (Troçki, 1907). Troçki program yazmanın onu devam ettirmeyle karşılaştırıldığında çok kolay olduğunu söylerken 50 gün dayanarak 3 Aralık 1905’te hükümete bağlı askeri müfreze tarafından dağıtılan Petrograd Sovyeti’nin proletaryanın tarihine geçtiğini söylüyor.

1917’ye gelindiğinde 1905’teki Petrograd Sovyet’inin de deneyimiyle Şubat Devrimi ile birlikte hızla kurulan Sovyetler, Lenin’in Nisan Tezleri’nde yaptığı “Tüm İktidar Sovyetlere” çağrısı ve ortaya çıkan ikili iktidar durumuna son vererek 7 Kasım’da Kışlık Saray’ın ele geçirilmesi, Paris Komünarlarına yöneltilen Versay’a yürümeme eleştirisinin proletarya açısından tarihsel özeleştirisi oldu. Kuşkusuz Ekim Devrimi (aynı Rojava Devrimi gibi) savaş koşullarında ortaya çıktı, sınıfsal, programatik ve örgütlenme biçimi olarak kendisini burjuva devlet aygıtından, burjuva parlamentarizminden tümüyle ayrıştırarak inşa etti. Ancak Lenin’in Avrupa’da yaşanacak devrimler dalgası olmaksızın Sovyetlerin yaşama şansının olamayacağına ilişkin öngörüsü yanlışlanmadı. Mesele Stalin miydi, proletarya diktatörlüğü mücadelesi politik ve kuramsal olarak mı yanlıştı tartışmaları yüzyıldır yapılıyor, bir yüzyıl daha da yapılabilir. Ancak işçi sınıfının çoğunluk olmadığı, kapitalizmin Batı’daki kadar gelişmediği koşullarda gerçekleşmiş bir devrim olduğunu göz önünde bulundurarak, işçi sınıfının yarattığı öz örgütlenmeler olarak Sovyetlerin, devlet aygıtına alternatif oluşturabildiğini görmek açısından önemini sürdürüyor. Lenin’in küçük bir azınlığın diktatörlüğü olan burjuva devletin bir zor aygıtı olarak iktidarını şiddetsiz paylaşma veya devretme ihtimalinin olmadığını görerek yaptığı çağrının, sonraki 70 yılda yaşananlara rağmen, son yüzyıl içinde somutlanmış bir başka alternatif olmadığı için tarihsel olarak aşılamadığını da görmek gerekiyor.

Birinci paylaşım savaşının ardından İtalya’da hem sanayi burjuvazisinin hem de işçi sınıfının temel toplumsal/siyasal aktörler haline gelmesi söz konusuydu. 1919’da Torino’da otomobil fabrikalarında kurulan fabrika konseyleri hareketine, işverenlerin lokavtla karşılık vermesinin ardından 200 bin işçi greve çıkmış ve işçiler fabrikalarda kontrolü, üretimi ellerine almışlardı. Lenin’in, Rosa’nın yazılarında, sıklıkla ele alınan işçi sınıfının devrimci eylemi olarak genel grev, Torino’da iki kızıl yıl olarak anılan 1919-20’de de sınıfın mücadelesinin temel eylemiydi. Gramsci fabrika konseylerinin yenilgisini şöyle anlatıyor:

Fabrikaları işgal eden İtalyan işçileri, bir sınıf olarak… [H]areketin zorunluluklarının onların önlerine koyduğu bütün sorunlar parlak çözümlere kavuşturuldu. Stoklama haberleşme sorunlarını çözemezlerdi çünkü demiryolları ve ticaret filosu işgal edilmemişti. Büyük ulusal ve uluslararası sorunları çözemezlerdi çünkü devlet erkini ele geçirmemişlerdi. Bu sorunlarla Sosyalist Parti ve sendikalar yüzleşmeliydi; oysa bu ikisi kitlelerin olgunlaşmadığı bahanesine sığınıp utanç verici biçimde teslim oldular. Gerçekte olgunlaşmamış ve yetersiz olanlar liderlerdi, sınıf değil… (Gramsci, 1926)9

Fabrikadaki üretimin örgütlenmesinden başlayarak tüm toplumsal hayatın örgütlenmesini en eşitlikçi biçimde örgütleyebilecek gücün işçi sınıfı olduğuna ilişkin 20. yüzyılın yine sınırlı ve kısa süreli bir başka örneği de fabrika konseyleri deneyimi olmuştu.

Sonuç- tartışmanın başlaması

Sonuçta kuşkusuz tarihe ve politik gelişmelere, bildiğim yerden, Marksizm Leninizm’den bakarak komünler-devlet ikiliği üzerinden, devletin varlığında devlete rağmen komünler aracılığıyla toplumsal ilişkilerin örgütleneceği bir sosyalizm tahayyülünü tartışmaya çalışıyorum. Devlet denen aygıtın tipi, hangi egemen güçleri temsil ettiği, biçimi ne olursa olsun, kendisini yıkmayan alternatif iktidarı zor yoluyla yıkmasının kaçınılmazlığını anlatıyor bana Marksist Leninist kuram. Ve en az bunun kadar önemlisi, sosyalizm hedefli ikili iktidar konumuna gelmenin devrimci öznesinin işçi sınıfının siyasal ve toplumsal olarak merkezinde olduğu bir politik program ve mücadele ile olduğunu da yine tarihsel referanslarla söylemek mümkün. Ancak en başta da belirttiğim gibi gündem yapılması bile arkaik bulunan proletarya diktatörlüğünün, işçi sınıfının sosyalizm inşasındaki rolü ve konumunun, barış süreciyle başlayan bir toplumsal dönüşüm paradigmasına ilişkin tartışmanın merkezine konarak, sosyalizm anlayışlarının tartışmaya açılması bizzat olumlu anlamda bir niteliksel dönüşüme, hatta sıçramaya işaret ediyor. Farklılıklarımızın siyasal meşruiyetini ne kadar tanıdığımız, hiç kuşku yok ki reel sosyalizm anlayışlarından kendimizi bireysel ve kolektif olarak ne kadar azade kılabildiğimizin göstergesi olacak bu tartışma sürecinde. Bu anlamıyla tartışmak sadece fikir alışverişi değil yeninin inşasının da başlangıcı olacak.

Dipnotlar:

  1. Marx, Fransa’da İç Savaş, Sol Yay. Çev. Kenan Somer ↩︎
  2. Marx Engels Collected Works, https://www.marxists.org/archive/marx/works/1869/letters/69_12_10-abs.htm ↩︎
  3. Engels, Marx, Gotha ve Erfurt Programının Eleştirisi, Sol Yay. sf 57 ↩︎
  4. Ellen Wood, Sınıftan Kaçış, Yordam Yay. Çev. Şükrü Alpagut, sf 59 ↩︎
  5. Roza Luxemburg, Roza Luxemburg Kitabı, Dipnot Yay. Çev. Tunç Tayanç ↩︎
  6. Roza Luxemburg age. sf509 ↩︎
  7. Ellen Wood, age., sf 139 ↩︎
  8. Lenin, Demokratik Devrimde Sosyal Demokrasinin İki Taktiği, Sol Yay. Sf.93 ↩︎
  9. Troçki, https://www.marxists.org/archive/trotsky/1918/ourrevo/ch05.htm
    Gramsci, Gramsci Kitabı, Dipnot Yay, çev . İbrahim Yıldız sf. 132 ↩︎
Paylaşın