Umut Yazıları

Zahide ve İdil için… – İmera Fera Yeşilgöz

“Yoldaş senin ve bugün ölümsüzleşen bazı yoldaşların devrimci atılımına vesile olabilmek kendi adıma büyük bir onurdur. Yoldaşlık diyalektiği böyledir. Sen birinin devrimci atılımına vesile olursun, onun atılımı yeniden senin zafer bilincin, sözün olur.” diye yazmıştı, beni komünar saflarıyla buluşturan öncüm, yoldaşım, ağabeyim.

Bu sözler, bir dağın tepesini adımlamaya başladığım vakitte yoluma yoldaş, kavgama inanç, sevdama mana oldu ve her hecesini nakış gibi işledim yüreğime ilmek ilmek. Şimdi de bu sözlerin kızkardeşleşen halini anlatmaya gayret edeceğim.

Bir okul bahçesinde yapılan anonsta aynı sınıf için okunmuştu isimlerimiz Asiye ile. Daha o zamanlardan aynı sınıfta saf tutmayı, arkadaş olabilmeyi, kızkardeşlik yapabilmeyi öğrendik birbirimizden. Birbirimizin çocukluk arkadaşı, ömür yoldaşı, yürek dostu olduk. Anne karnından itibaren yaşama iki kişi olarak tutunan ben, Asiye ile paylaştığım yaşamda şahitlik ettiğim fedarlıkla, sevgiyle, emekle, kızkardeşlikle yüreğimde bir şeylerin tamamlanıyor olduğunu hissediyordum. Bu hissiyat ile arkadaşlığımıza her gün daha da önem veriyordum.

Asiye, derslere katılan, arkadaşlık ilişkilerinde yapıcı, yardımsever, inatçılıkta nam salmış, becerikli öğrenci halleriyle fark edilen kişiliklerdendi. Yaşamı etkileyen ve yaşamdan etkilenendi. Bu yönüyle de durağanlığa, değişmezliğe itiraz eden bir duruşun sahibiydi. Deyim yerindeyse Sakine Cansız yoldaşın söylediği gibi “hep kavgaydı yaşamı.”

Yaşadığı çevre itibariyle zor bir hayatı vardı. Muhafazakar, iktidar görüşünün benimsendiği bir aile ortamında büyümüş olmasına karşın, gerçekleştirdiğimiz tartışmalarla birlikte çelişkilerinin farkına varıyor, harekete geçme istemini duyumsamaya başlıyordu. Bu istem yaşamını daha da güçleştiriyordu. Fakat Asiye yılmadan, yorulmadan, pes etmeden fikirlerini derinleştirmeye çabalıyor, kendini özgürleştirecek yolları arıyordu. Sonsuz bir öğrenme isteği taşıyordu. Öyle ki çoğu zaman soruları karşısında yetersiz kalıyordum. Asiye’ye daha iyi cevap olabilmek adına sürekli okuyordum. Yani Asiye, öğrenmek isterken, bana da öğretiyordu. Gelişmek isterken, beni de geliştiriyordu.

Asiye, kendisi üzerindeki yoğunlaşmalarını sonuçlandırarak, yaşamındaki kavgayı örgütlü bir biçimde yürütmeye karar verdi ve bir sabah okul kapısının önünde sabırsızlıkla beni beklediğini gördüm. Ellerimden tutarak, beni bahçede her zaman tartışmalarımızı gerçekleştirdiğimiz banka doğru çekiştirmeye başladı. Bir şeyler olduğunu seziyordum. Ne olduğunu sormama fırsat vermeyerek  “ben devrimci olmak istiyorum” dedi. Bu anı her düşündüğümde Asiye’nin o anda gözlerinde beliren heyecanını, sesindeki coşkusunu, yerinde kıpır kıpır oluşunu yeniden hissederim. Kararlılığı karşısında heyecanlanmamama imkan yoktu. Sımsıkı sarıldım. İlk aşklarımıza, ilk heyecanlarımıza, bekleyişlerimize, üzüntülerimize tanıklık eden o bank, şimdi de yoldaşlığımızın ilk adımlarının sevincini ekliyordu paylaşılmışlıklarımıza. Birbirimize devrimci örgüt, devrim, sosyalizm gibi yüce değerlerle bağlanıyorduk. Sınıf arkadaşı olarak oturduğumuz o banktan, kavga dostu, mücadele arkadaşı, yoldaş olarak kalktık.

Devletin baskıcı, ezberci eğitim sisteminin yaşamsallaştırıldığı okullarda genç kadınlar olarak ezberi bozuyorduk, baskıyı kırıyorduk! O günlerden sonra okul, iki genç devrimci kadın için mücadelenin çıkarları doğrultusunda kazanılması gereken bir mevzi haline dönüştü. Gücümüzü örgütlemeye, örgütlülüğümüzü eylemselleştirmeye, eylemselliklerimizden kazanımlar elde etmeye çalıştık. Bir oranda becerdik de. Yan yana iken, dünyanın ellerimizde yeniden şekilleniyor oluşunu hissederdik. Cüretimiz, gücümüzün çok üzerindeydi. Fransız direnişçilerinin idam edilmezden hemen önce mektuplarına işlediği “cesaret ve devrime güven” parolamızdı. Düşüncelerimizde yalnızca yaşamımızın büyük ve yüce ideali devrim ve sosyalizm vardı. Elbette yeni yaşamın yaratıcısı olacak olan devrimci örgüt ile yaşamı seviyor ve yaşama eskisinden daha fazla değer veriyorduk. Yeni yaşamı her yönüyle kendimizde gerçekleştirebilme arzusuyla tutuşuyorduk. Yoldaşlığımızda ideolojikleşme oluşuyor, bu ideolojikleşme maneviyatı yaratıyordu.

Yoldaşlık ilişkileri mücadelede belirleyicidir. Hiçbir ilişki yoldaşlık ilişkisi kadar eski dünyamızdan kurtulmamıza ve yeni dünyayı kazanmamıza olanak verecek ölçüde değildir. Yine yoldaşlık ilişkisi kadar bizi güncel baskı ve acılardan kurtarmaktan tutalım uzun vadeli amaçlarımıza ulaştıracak kadar sağlam bir ilişki yoktur. Yoldaşlık ile kişi, geleceği güçlü karşılama ve kazanmanın büyük tutkusuna sahip olabilir. Yoldaşlık ilişkisi kendi içinde son derece sıkı ve sağlam bir örgütlülüğü bulunan, buna öncülük tanıyan, yaşamın öteki tüm duygu ve davranışlarını bu anlayış temelinin potasında eriten, temel ölçülerde denge noktası olarak burayı alan, öteki bütün ilişkilerine, anlayışlarına, duygularına ve yaşamına buna göre yön veren, yaşama bu temelde yaklaşan, yaşamını bu temelde derinleştiren ilişkidir. Biz, iki liseli genç kadın, yoldaşlık ilişkisine tüm varlığımızla inanıyor, yoldaşlığımızın, Lenin’in “sosyalizmin yüceltici, eğitici ve örgütleyici etkisiyle halkın, tarihin derinliklerinden gelen tecrübeleri ve değerlerinin birleştirilmesinin genelde partileşmede, özel de ise militanda ifadesini bulur” diyerek belirttiği parti kadroları olabilmek için tetikleyici olmasına özenle dikkat ediyorduk. Önderimiz Mehmet Yoldaş, “devrimci yaşam, hedefi yaşamakla mümküdür. Devrim hedefini yaşamak, mücadelenin her alanındaki yoldaşını kendinde yaşatmaktır” sözleriyle partileşen yoldaşlığa vurgu yapmıştır.

Okul zamanlarımızı, yoldaşlığımızla daha bir yaşanır hale getirmiştik. En sevdiğimiz ders felsefe olmuş, en çok sözü gerici fikirlerini ders kisvesi altında empoze etmeye çalışan öğretmenlerimizin derslerinde almaya başlamıştık. Beden eğitimi derslerini zamanın bir yerinde gerillalaşacağımız günler için kondisyon sağlamak amacıyla araç olarak belirlemiştik. (gerillada, spor ve askeri eğitimlerin bu denli ağır olacağını bilebilseydik, beden eğitimimizi şüphesiz yaşamsallaştırır idik.) “Portakal Ağacında Oturan Kadın” kitabını kızkardeşliğimizin kitabı olarak ilan ettik ve birbirimize “compañero” diyerek hitap etmeye başladık. Lise sıralarında böylesi şeyler heyecanımızı pekiştiriyordu.

Yıllar ilerledi ve yoldaşlığımızın başkentinden çıkma vakti geldi. Zor bir vedalaşma olmuştu. Buca sokakları, Kemeraltı Çarşısı, Konak Sahili, Karşıyaka vapuru, Alsancak Bulvarı… gözümüzün değdiği, sesimizin ulaştığı, ayaklarımızın adımladığı bu şehrin her kaldırım taşına, her elektrik direğine, saat kulesine, Hasan Tahsin Heykeli’ne… sinmişti arkadaşlığımız, yoldaşlığımız.Asiye, kendisi gibi öğrenciler yetiştirebilmek için Eskişehir’in, sonra Ankara’nın, ben ise bilgi ve anlam deryasına karışabilmek, felsefe okumak için Mersin’in yolcusu olmuştuk.

Partinin önündeki büyük devrimci görevler için, iki koşulu yerine getiren herkes yararlı olabilir. Bu koşullardan ilki partiyi sevmek, ikincisi disiplini korumayı öğrenmektir. Gittiğimiz şehirlere, parti ile tutunmayı başardık. Yeni mücadele şehirlerimizde, parti çalışmalarımızı sürdürdük ve tüm varlığımızla zafer için çalıştık. Birbirimizi özlüyor, yan yana olmayı istiyorduk. Konuşmalarımızda, bulunduğumuz şehirlerde parti göreviyle bulunduğumuzu, başkaca bir şeyin önemi olmadığını hatırlatıyorduk. Bu konuşmalar, birbirimize yoldaşlık temelinde yaptığımız ikazlardı aynı zaman da. Merkezi eylemlerde görüşebiliyor, yapabildiğimiz oranda hasret gideriyorduk. Birçok kez bulunduğumuz şehirlere gitme sözü vermiş olsak da, çalışmalarımızın yoğunluğundan bu imkanı yaratamadık. Her zaman konuştuk, mektuplaştık. Günümüz teknolojisinde mektuplaşmaya anlam veremeyenler olabilir. Daha lise sıralarında başlamıştık mektuplaşmaya. Arkadaşlığımızı, yoldaşlığımızı çözümlediğimiz, sımsıcak, eleştirel, özeleştirel, sevgi dolu, inanç yüklü mektuplardı onlar. Asiye’nin şiire yeteneği vardı. Doğum günüm(üz) de şiir yazdığı da olurdu. (O mektuplar inanıyorum ki tüm hatıralarım gibi, cewiya min ve proleterya tarafında korunmaktadır.) Devam edeyim…

Günlerden bir gün yine bir mektup aldım Asiye’den. Bedreddin’in, Mahir’in hesabını sormak için yola çıktığını yazmıştı. Kalktım gittim eşyalarının olduğu şehre. Bu nedenledir ki çok uzun bir zaman sevmedim Ankara’yı. Ayrılıklar kenti diye yer etti belleğimde. Bu fikrim ancak özgür alanlara geldikten sonra, yoldaşlığını cephanem yapıp, yüreğimde taşıdığım Ankaralı yoldaşlarla değişti. Beraberce yaşadığımız on sene boyunca iki kez Asiye’nin eşyalarını topladım. Birincisi Ankara’da idi. İkincisi ise Dar Azza’da ölümsüzleştiğinde oldu. Her iki zamanda da geride kalmanın acısını çok yoğun yaşamıştım. Fakat yine de ardımızda kalanlara bu acıyı yaşatıp yaşatmama konusunda kararsız düşmeyerek mektubu ailesine verdim, bir mektup da aileme kendim bıraktım ve yoldaşımın yolunu takip ettim. Böylelikle “devrimci atılımına vesile olduğum” Asiye’nin “atılımı, yeniden benim zafer bilincim, sözüm” oldu. Nitekim ardımdan M. Teyze “İmera, Asiye’yi getirebilirdi. Asiye, İmera’yı götürdü.” diyerek yoldaşlığımızı anne yüreğiyle ifadelendirmiş oldu. Biz, ailelerimizin gölgesini bir yük gibi taşımadık. Ailelerimizin, bizleri büyütmek için harcadığı binbir emeğin karşılığını, gücümüzle, yaşamımızla sistemin sömürü çarkına diş olarak veremeyeceğimizi biliyorduk. Dürüst, doğru ve onurlu bir yaşamla, devrimci bir yaşamla ailelerimize ve tüm topluma cevap olabilirdik. Biz, içimizdeki mücadele aşkımızı koruduk ve yola çıktık. Sevdiklerimizin en güzel gülüşlerini, en güzel bakışlarını, çocukluk anılarımızı, annelerimizin emeğini, babalarımızın sevgisini, düşlerimizi yüreğimize ekledik, yola çıktık. Yolumuzu doğru seçtik.

Devrimcilik, yaşamın tümünü adamaktı. Öğrendiğimiz en yalın gerçek buydu. Varılacak hedeften başka hiçbir şey bizi yönlendirmemeliydi. Her şeyi göze alıp kavga vermek, zafer için ölümsüzleşenler gibi her şeyi feda edebilmek gerekliydi. Zafer, ancak böylesi bir adanmışlıkla mümkündü. İnancımız tutkulu ve ateşli. Amacımıza inanıyor, ileriye doğru yürüyorduk. Birazcık olsun kararsız değildik, korku duymuyorduk, tereddüt etmiyorduk.

Faşizm, halkların, işçi sınıfının, kadınların yok edilmesi işini başdöndürücü bir hızla sürdürüyor, acımasız bir ilgisizlikle, amaçlarına uymayan yaşamın tüm temel karakter özelliklerini yok ediyor, boğuyordu. Bu savaşta, komünist olarak, devrimci olarak, kadın olarak yerimizi almalıydık, dahil olduk.

Yaşamımda en büyük, en anlamlı anın hangisi olduğu sorulsa bana, hiç düşünmeden yanıtlayabilirim: Komünar karargahına Asiye olarak vardığımda, elinde silahı, üzerinde rahtı ile kapıyı açan Zahideleşen Asiye ile kucaklaştığımız andır. O anda gecenin karanlığına karşın hissettiğim aydınlık coşku, gururlu sevinç, unutulmaz ve başka hiçbir şeyle karşılaştırılamaz. Yükselen mücadelenin birleştiriciliği sayesinde canlı bir sevinçle dopdoluydum. Hemen arkasında adının İdil olduğunu söyleyen ev arkadaşım, kızkadeşim, canım Özge’m (Bali) ile sarıldım. Gözlerimdeki yaşları tutamadım. Evet, sevinçten ağlamaya başladım. İdil ve Zahide gülüyordu benim göz yaşlarıma karşılık olarak. Gülmelerine anlam veriyordum, komik kalıyordum o anda. “Neden gülüyorsunuz, size yetişememe korkusuyla şimdi yüzleşiyorum ben” dedim. Çünkü Cemre’ye yetişemememiştim. Her şey yolunda gitseydi Cemre’nin soluksuz bedenine omuz olmazdan önce, yanında olacaktım. Karargahta olan diğer yoldaşlarla da sarıldıktan sonra Zahide ve İdil askeri elbiselerimi getirdi. Elleriyle giydirdiler. Bu an çok kıymetliydi. Liseden sonra tekrar aynı kamufulajların içerisinde yan yana idik. Asiye olarak girdiğim karargahta artık İmera Yeşilgöz idim.

O dönem Minbiç hamlesi devam ediyor olduğundan benim gelişimle karargahta dört kadın olmuştuk. Saat geç olmuştu, sabah eğitimim başlayacaktı. Zahide, aldığı bir süngeri, mevzi içindeki yatağının yanına koyarak, yatağımın yerini yanı olarak belirlemiş oldu. İdil ise hemen yanımızda ki mevzide uyuyordu. Güneş doğana değin konuştuk. Bir bir anlattım özlemiyle geçirdiğim günleri, ailesini. O gece sohbet ederken, benim geleceğimin kendisine söylendiği günden beri, karşılayanım olabilmek için nöbet saatini geliş olabileceğini düşündüğü saatlere göre yazdığını öğrendim. Ulaşmam gereken yere varmıştım ve yanımda en iyi arkadaşım, ömrümün şahidi yoldaşım vardı, daha fazla ne isteyebilirim ki yaşamdan diye düşündüm o an. Bizler, kutsal eşiği aşmaya cesaret eden genç kadınlardık. Bedeli ne olursa olsun vazgeçmeyecektik.

Şafak sökerken “günaydın” dedi son gece nöbetçisi yoldaş. Komünar karargahında, yoldaşlarla ilk sabahım. İçtimadan sonra spor alanına geçtik ve böylelikle eğitimimin ilk günü başladı. Spor eğitimimi Zahide verecekti. Tabi Zahide beden eğitimi derslerindeki Asiye değildi artık. Ne kadar zorlu olursa olsun bu anın değerini belleklerimize ve yüreklerimize kazıyorduk. Günler sonra da silahımı Zahide’nin elinden aldım. Silahıma bir isim vermemi istedi. Kendisi, erbanesini emanet ettiği yeğeninin adını vermişti. Ben de şehirde, mücadele içerisinde tanıdığım, samimiyetiyle, inancıyla, sevgisiyle yüreğime giren (özgür alanlara geldiğimde, öz yönetim direnişçilerinde, Cizre’de ölümsüzleştiğini öğrendiğim) “ŞİYAR” yoldaşın adını verdim.

Savaş tüm yakıcılığı ile devam ediyordu. Biz savaşın izlerini yok etmeye yeminli genç yürekler olarak, yaşama olağanca güzelliğiyle sarılıyorduk. Eğitimlerimizin yoğunluğuna rağmen, her boşluğu değerlendiriyor, zamanı beraberce geçirmenin imkanını yaratıyorduk. Benden evvel, adımı verdiği bir mevzi tutmuş Zahide. O mevzide oturur, düşünür, yazar, şarkılar söylermiş. O mevzi, her zaman oturduğumuz, kararlar aldığımız, sırlarımızı bıraktığımız okul bahçesindeki  bank  gibi olmuştu artık bizim için. Mevzinin adını da özlenilen kızkardeşin hatırına “Mehtap mevzisi” olarak değiştirdik. Yüreğimiz sevinçten, kederden, sevgiden, özlemden kabardığı vakit “Mehtap’ta buluşalım” diyerek sözleşirdik. Faşist Türkiye devletinin Rojava işgali sonucunda Serakaniye’de bulunan “Mehtap mevzisi”nden düşmanı atacağız ve hatıralarımızı düşman güçlerine teslim etmeyeceğiz.

Zaman ilerledi. Kavuşmanın ardından ilk ayrılıkları yaşıyoruz. Başka yerlere düzenleniyoruz.  Başka yoldaşlarla buluşuyoruz. Başka cephelerde de olsak yan yana savaşıyor olduğumuzu hissedeceğimizden eminiz. Bu nedenle güçlü karşılıyoruz. Hep hatırlarım. Karargahtan çıkmak üzereyken, “nereye gidiyorsan hazır olduğunu hep hisset, her şeyi başarabilirsin” dedi İdil. Gözlerinde gurulu bir hüzün, sarıldı. Bir daha ki sarılışım soluksuz bedenine oldu İdil’in.

İdil ile şehirde aynı evi, Rojava da aynı mangayı paylaştık. Suruç’ta, Kobane için sınır nöbetlerine katıldık, Rojava’da aynı mevzide nöbet tutuk. İktidarın mahkemelerini, adalet saraylarına vurduğumuz zincirlerle yargıladık, Rojava’da karanlığı moleküllerine ayırdık. Evdeki gibi dokunmatik bir lambamız yoktu, ama, mangamızdaki küçücük, tek çubuğu yanan elektirikli soba evimizdekinin ikizi gibiydi. Mangamızda Heval ile yaşadık. Anlattım, Heval’in uyurkenki güzelliğini. Göğsünde taşıdığı Heval’in fotoğrafını, avuçlarıma emanet etti. İdil çok güçlü bir savaşçıydı. İradesiyle, inancıyla, kararlılığıyla komutandı. Yüreğindeki güçle, beyninde ki bilinçle düşmanı parçalara ayırıyordu. Yaşamıyla düşmanı her gün yeniyordu. Bu çok önemliydi. Kendinde, yaşamınla her gün düşmanı yenebilmek. Duyguda, düşüncede, ruhta, bilinçte direnişe hazırlanmak, bunun gerekliliğine inanmak. İnsan bir şeye tam karar verirse yapar. İşte İdil, tüm bunları tüm doğallığıyla başarıyordu.

Yaşamdan, küçücük yeryüzü sevinçleri koparmaya çalışan İdil ve Zahide, Heval, Cemre, Aynur, Ceren kendini kolektifliğe bağlı hissetme, sınıfın idealleri için savaşa katılma sevinci, yeniden kurmak ve yaratmak ateşi, iyi yapılmış bir işten duyulan gurur, kendi öz güçlerine güvenme… Bütün bu duygular etrafında Mehmet yoldaşın çiçekli bir yol dediği ölüme yürüdüler… Direnmek doğrultusundaki ölüm, yaşamın adıdır dediler. Ölümü taşıyan yaşam ve yaşamı taşıyan ölüm diyalektiğini eyleme dönüştürdüler.

Elbette ki devrimci kendisini ölüme bırakmaz, her türlü koşulda yaşamak ve savaşmak ister. Tüm ölümsüzlerimiz ölümde yaşamın nasıl üretildiğini gösterdiler. Ölüm, yaşanmaması gereken yer ve biçimde yaşandığı zaman ölümdür. Yaşamak, değerlere katkı sağlıyorsa yaşamaktır. Yaşam, bazen öldü denilen yerde gizlidir. Böylesi bir ölüm, geleceğin tarihine uzanarak ölümsüzlüğe dönüştürülmüştür.

Bir kez kaçak sevdaya tutuldun mu ölümü kucakladığın ana dek vazgeçilmezin oluyor. Biz, dağlarda, şehirlerde, zindanda ölümle kucaklaşmaktan çekinmeyen yaşam sevdalısı gençler; baharda yüzümüze vuran çiçek rüzgarı gibi eseceğiz karanlığın üzerine. Saçlarını güneşle, rüzgarla ve suyla taradığımız kızkardeşlerimiz için. Sevdamızın hakkı için, ettiğimiz yemini yerine getireceğiz.

Son söz yerine…

Biz onurlu bir mücadelenin savaşçılarıyız. Onun bedeli ne ise onu ödeyeceğiz. “Proleterya devrimcisi bedel ödemekten asla çekinmez”. Bu davanın yüceliğine inanın. Bu kavgada ölmek, ölmesini bilmek de çok önemlidir. Toprağın serinliğine huzurla gidebilmek önemlidir. Bakın, bazıları rezilce bir yaşamı seçtiler. Değerleri bilmek, onları incitmeden, hırpalamadan, özünü zedelemeden korumasını bilmek önemlidir. Yoksa yaşam sıradan olur. Köhnemiş yaşam ihanete götürür. Ancak direnişçilik yaşatılarak acılara, zulümlere dayanılabilir.

Devrimcilik, mücadelenin zorluklarına, ağır bedeline hazır olmaktır. Yaşanılacak her şeye katlanmak gereği ile bazı şeylerin acısını duymak, onda güç bulmak bütünleşmelidir. Acıları derinden duyulmadan büyük, güzel sevinçleri, başarıları yakalamak, onları yaşam biçimi haline getirebilmek mümkün değildir. Bir şey seviliyorsa eğer, onu her şeyiyle derinden duyumsamak mutlaka gerekli. Sevginin, bağlılığın anlamı buradadır.

Paylaşın