Aralık ayının son günlerindeTürkiye, Rusya ve İran ile Moskova’da, Suriye konulu görüşme yapacağı için büyük şatafatla, zafer kazanmış görüntüsü yayıyordu.Sanırsınız ki, Moskova’da masaya oturacağı İran ve Rusya’yı teslim almışlardı. Peki, ne olmuştu da, uçağını düşürdüğü, düşman bellediği Moskoflarla, İran mollalarıylaanlaşma imzalayacağı için etrafına “neşe” saçıyorlardı? (Gerçi, görüşmenin öncesi gün Ankara’da Rusya Büyükelçisinin bir çevik kuvvet polisi tarafından öldürülmesi biraz canları sıkmıştı ama olsun, nasıl olsa anlaşma imzalanacaktı ve bundan geri dönüş yoktu.) Söz konusu bu sorulara görünenin ötesinde daha derinlikli cevap aramak için biraz tarihe bakmak yerinde olur:
Osmanlı Devleti, I. Dünya Savaşının sonlarına doğru, Filistin’de İngilizlere yenilmiş ve 1 Ekim 1918’de de Şam’ı kaybetmişti. Bunun üzerine, İttihat Terakki’nin kurucularından, “ihtişamlı Başbakan” Talat Paşa, İngilizlerle ateşkes sağlayabilmek için, 5 Ekim’de Amerika’dan arabuluculuk yapmasını talep etmişti. Ancak talebi karşılık bulmamış ve Talat Paşa istifa etmek zorunda bırakılmış, yerine önce Tevfik Paşa getirilmiş, onun da ateşkes ve arabuluculuk talepleri cevapsız kalınca yerine, Ahmet İzzet Paşa getirilmişti. Her üç paşa da, Amerika’dan arabuluculuk talep ederek (hatta Amerikan mandası olmayı bile kabul noktasına gelmişlerdi), İngilizlerin ağır şartlar ileri sürmesini engellemeyi düşünmüşlerdi. Ama Amerika arabuluculuk taleplerine cevap dahi vermemiş ve Osmanlı ağır şartlar içeren Mondros Ateşkesini imzalamıştı.
Tarih 30 Ekim 1918. Limni Adası’nın Mondros Limanı’nda Bakan Rauf Orbay ile İngilizler arasında bir ateşkes antlaşması imzalanır. Ateşkes, Osmanlı ordusunun tasfiyesini, donanma, demiryolları, haberleşme, iaşe ve hemen herşeyin İngilizler kontrolüne geçmesini, Osmanlı egemenliğinde kalmış olan son yerlerin (Irak, Suriye, Hicaz, Yemen, Trablus, Bingazi) teslimini öngörüyordu. İmzalanan bu Mondros Mütarekesi (Ateşkes) ile Osmanlı toplumu tarafından görülen ve yaşanan ilk sonuç, taraflar arasında silahlar susmuş ve savaş bitmiştir. Ancak asıl sonuç Mütarekenin üzerinden kısa bir süre geçince, görülecek, anlaşılacak ve yaşanacaktı. İşin esasında, Osmanlı Devleti teslim olmuş ve fiilen yıkılma, sona erme sürecine girmiştir. Osmanlının son dönemine hâkim olup, damgasını vuran, “yeniden eski günlere dönme, Kafkasya’dan, Balkanlara, Balkanlar’dan Afrika’ya kaybedilen toprakları alma” hülyası sona ermiş, o hülyalı ideoloji çökmüştür. Bu durum, Osmanlı toplumu tarafından kısa sürede anlaşılır ve bir gerçek olarak tokat olup yüze çarpar. Bu yenilgiyi anlayan ve etinde, kemiğinde bu yenilgiyi yaşayan toplum, eskisi gibi olamazdı artık ve tarihten biliyoruz ki, olmadı da. Savaşmadı, savaşamadı, savaştan ve devletten kaçtı.
Osmanlı’dan Cumhuriyete geçişin dönüm noktalarından bu tarihsel dönemin bugün yaşananlarla benzerliğini tartışmak için yakın tarihte yaşananları da en genel hatlarıyla hatırlamakta fayda var:
26 Ocak 2015,Kobane direnişi ile IŞİD geri püskürtüldü ve Kobane kurtarıldı. Kürtler gerek bölgesel gerekse uluslararası düzeyde kimsenin yoksayamayacağı bir özne haline geldi hem de gerek emperyalist kampların gerekse etnik ve dinsel/mezhepsel ayrımlarla temelli projelerin dışında bütün ezilen halklar için komünal özlü, özgürlükçü ve barışçıl bir paradigma önerisini gerçek kılma iddiasıyla.
07 Haziran 2015, HDP’nin %13’lük sonucuyla, AKP ilk kez sarsıldı ve iktidardan düşürülüp, püskürtülme korkusu yaşadı. Bu sadece AKP’nin değil; onun şahsında Kürtlerin gerek reddiyeci gerek açılımcı söylemlerle teslim alınması projelerini geçersiz kılınıp, aynı zamanda Kürt Özgürlük Hareketinin Türkiye’nin diğer ezilenleriyle ve sol-sosyalist birikimiyle birleşerek egemen çizgi dışında yeni bir yol açabileceğini göstermesi anlamında TC’nin kuruluş en temel kuruluş ilkesinin sarsılmasıydı.
Söz konusu bu sarsıntıya karşı TC egemenleri bir bütün olarak tepki verdi ve Erdoğan’ın simgesel önderliğinde geleneksel inkâr ve imha siyaseti geçmişteki örneklerini de aşan boyutta hayata uygulamaya sokuldu.
23 Temmuz 2015’te Suruç’la başlayan kitlesel katliamcılık 10 Ekim’le Türkiye sahasına da yayılarak 1 Kasım 2015’te Meclis olabildiğince yeniden dizayn edildi.
1 Kasım öncesi başlayıp seçim sonrası daha da hızlanan Kürt kentlerinin tanklarla toplarla yerle bir edilip, halkın diri diri yakılmasına varan savaş politikalarıyla Kürt halkı üzerinden bütün ezilenlerin teslim alınması diğer yandan da “devletin bekası” tehlikesi üzerinden egemen cephede faşizm temelinde birleşime gidildi.
22 Mayıs 2016, “Stratejik Derinlik”in sahibi Başbakan Davutoğlu “Saray Darbesi” ile istifa ettirildi, düşürüldü.
15 Temmuz 2016, ordunun bir kısmı tarafından gerçekleştirilen “Darbe Girişimi” ve ardından ordunun komuta kademesinde yaşanan tasfiye ve gelecek tahayyülü konusunda tam olarak aynı olmayan iktidar kliklerinin faşizan birlikte ısrar kararı verdi.(devlette mecburi-düşmanlar evliliği)
24 Ağustos 2016, Türkiye, “Fırat Kalkanı” senaryosu ile Cerablus’a girdi.
Ve tarih, 21 Aralık 2016. Moskova’da, Dışişleri Bakanı M. Çavuşoğlu, İran ve Rusya Dışişleri Bakanlarıyla Moskova Deklarasyonu’nu imzaladı.
Bozulmuş Rusya ve İran ilişkilerinin düzeltilmesi, turist sayısının eski düzeyine getirilmesi, elde kalan domates, biberin satılması gibi meseleler üzerinden, deklarasyon topluma başarı olarak yansıtıldı. Bu ve benzeri manav tezgahından değerlendirmelerle imzalanan deklarasyonköpürtülüp sulandırılırken işin aslı gözlerden ırak tutuldu. Oysaki deklarasyonla, Türkiye’nin son 15-20 yıldır peşinden koştuğu hayalden öteye gitmeyen stratejisi, ideolojisi toprağa gömülmüş ve Türkiye, bu hayallerinin, ideolojisinin yenilgisini kabul ettiğini dünya alemeilan etmiştir. Deklarasyonun sadece şu iki maddesi bunun aleni kanıtıdır:
Madde 1_Çok din ve etnik yapı barındıran, mezhepçi olmayan, demokratik ve seküler bir devlet olarak Suriye Arap Cumhuriyeti’nin egemenliğine, bağımsızlığına, birliğine ve toprak bütünlüğüne saygı gösterilecek.
Madde 8_İran, Rusya ve Türkiye IŞİD ve El Nusra’ya karşı birleşik mücadele yürütür.
Bu maddeler, Türkiye’nin, uzun yıllardır, Ortadoğu’da yürüttüğü, Sünnici, Osmanlıcı ideolojik-politik mücadelesinin yenildiğinin ilanı, beyanıdır. Evet, Türkiye, yenildiğini Müslüman dünyaya, Avrupa’ya, Amerika’ya ilan etmiştir. Bu ülkeler de, egemen sistem de, Türkiye’ye ona göre hitap edip, ona göre muhatap alacak veya almayacaklardır. Deklarasyon ile Türkiye, Suriye’den, Cerablus’tan çekileceğini taahhüt etmiştir. Yine bu süreçte, 7 Ocak 2016’da Başbakan Binali Yıldırım Irak Başbakanı Abadi’yi alelacele ziyaret etmiş ve hem Başika’dan çıkma hem de Musul’a karışmama taahhütleri vermiştir.
Sonuç olarak, TC’nin Suriye ve Irak’a ilişkin anlaşma ve görüşmelerini şöyle özetleyebiliriz:
- Türkiye şahsında AKP’de temsilini bulan Sünnicilik, Ortadoğu sahasında, egemenlik sahasını genişletmeye çalışan Şiiliğe karşı alan kaybetmiş, Irak ve Suriye’de Şii güçlenmesini kabul etmek zorunda kalmıştır.
- Ortadoğu sahasında, Sünniliğin Şiiliğe karşı gerilemesi ve alan terk etmesi, Türkiye’nin stratejik yenilgisi anlamını taşımakta ve bu, şu anda hemen sonuçları görülmese bile, ideolojik-politik önemli bir yenilgi, boşluk demektir.
Yenilginin Olası Sonuçları ve Devrimcilerin Görevi
Yaşanan bu ideolojik ve stratejik yenilgi, önce devlette, egemenlerde sonuçlarını gösterdi ve göstermektedir. Devlet, her kademesiyle, askeri, polisi, meclisi, hükümeti, yargısı ve bürokrasisiyle bu yenilginin ortaya çıkardığı, tasfiye, kriz, çözülme, boşluğa düşme gibi sonuçları yaşamaktadır. (6 Şubat 2017 tarihinde Bazı önemli kamu kuruluşlarının gelirlerinin “Varlık Fonu”na devredilmesinin Osmanlı’nın yıkılma dönemindeki farklı hazineler ve ya “duyunu-u umumiye” uygulamalarına benzetilmesi düşündürücüdür!)
Söz konusu bu tasfiye ve çözülme süreci önümüzdeki günlerde gerek direkte gerekse dolaylı çatışmalarla daha derinleşecektir.“Devletin bekası” adına kıyılan düşmanlar arasındaki çoklu-zoraki nikah ilerleyen günlerde çok daha açık geçimsizlikler yaşamaya başlayacak; faşizan blok içindeki güçler kimi zaman doğrudan ama daha çok ikincil aktörler üzerinden bir biriyle çatışmasını derinleştirecektir. Bu durum toplumsal alanda da zaman zaman bilinçli zaman zaman da kontrolsüz bir şekilde kutuplaşmanın kısmen iç savaş vari çatışmalara dönüşmesiyle devletin içerdeki ve dışardaki krizinin büyümesine neden olacaktır.
TC’nin bu krizi, kapitalist sistemin bölgesel ve küresel krizinden bağımsız olmadığı gibi çıkış da bununla yakın ilişkilidir. Dünya genelinde emperyalist güçler arasında rekabet ve çatışmanın derinleşip bölgesel ve küresel düzeyde açık savaşlara evrilmesihalinde; TC’nin krizi aynı Birinci Dünya Savaşı gibi daha da içinden çıkılmaz hale dönüşüp, demagojik “geçmiş büyük günler” edebiyatıyla bölgesel ve küresel savaşa entegre olmaya, kitlesel kıyımlara ve sonuçta yıkıntılarla dolu daralmış bir ülke ve toplum yaratabilir.
Bununla birlikte kapitalist sistemin krizi kısa vadede bölgesel ve ya küresel bir açık savaşa evrilmezgeçici de olsa bir düzeyde istikrarla ötelenirse; TC’de de yine geçmişte Kemalizmle yapılan gibi egemenler arasındaki çatışma hali kısa vadede fazla derinleştirilmeden ancak mutlaka belli bir tasfiye ve değişimler yaratarak rasyonel bir üst aklı oluşumu ile faşizan karakteri değişmeyen ancak görünümde daha yumuşak bir kurumsallaşmanın oluşumu ile geçici denge durumuna evrilebilir.
Küresel ve bölgesel gelişmelere, emperyalistler arası rekabet ile bölgesel aktörlerin tavırlarına göre değişecek her iki senaryoda da kısa vadede Türkiye içerde iktidar güçleri arasında, toplumsal kutuplaşmayı daha da körükleyecek, çatışma ve savaşın yaşanılması kaçınılmaz gibi…
Böylesi bir savaş/iç savaşta, Ortadoğu Sunni cephesinin koçbaşı olarak kurulan, beslenip büyütülen IŞİD, NUSRA gibi cihadı çetelerin Astana anlaşması ile tescillendiği üzere bizzat onların en büyük destekçisi Türkiye tarafından tasfiye edilme girişimine karşı verecekleri tepkilerin de sürece önemli etkileri olacağını unutmamalıyız.
Rusya, Türkiye’nin El-Bab operasyonuna izin vererek bir yandan Kürtleri Türkiye kartıyla masaya daha geriden oturmaya zorlayarak hem Kürtleri sınırlama hem de Suriye rejimine alan açmış oldu; diğer yandan da Türkiye’yi Kürt paranoyasını üzerinden Suriye’deki önce Halep’te cihatçıları bölüp ve yenilgiye mahkûm bıraktırdıktan sonra Astana’da da bu yapıları terörist olarak tescilleyerek tasfiyeye ortak etmiş oldu. Yani Rusya, Türkiye’yi kendi besleyip büyüttüğü bu çeteleri kendi temizlemek zorunda bırakarak bir anlamda ateşi maşayla tutmuş oldu.
Bu durum kimi anketlerde Türkiye sınırları içerisinde yüzde 7’lere varan toplumsal desteği olduğu ifade edilen Türkiye içindeki cihadi örgütlenmelerin hele ki Suriye’de tasfiye derinleştikçe, Türkiye’de daha saldırgan bir pozisyon almasına neden olacaktır. Bu saldırganlık bu güçlerin devletin dolaylı kontrolünden çıkarak başka dış güçlerin veya kendi özgüçleriyleçeşitli eylemlere girişmesine ya da devlet içindeki farklı kliklerin bir birileriyle çatışma da bu güçleri işlevsel bir araç olarak kullanmasına neden olabilir. (bu durumun ezilenleri yakından ilgilendiren en doğrudan sonucu: bugüne değin daha çok uzak topraklarda gördüğümüz ve savaştığımız çetelerle önümüzdeki günlerde yaşadığımız mekanlarda daha çok karşı karşıya gelip, savaşmak zorunda kalacağımızdır.)
Sonuç olarak yıkılan hayallerin ve buna bağlı ittifakların çatlaması, bugünkü faşizan blok içinde referandum öncesinde belirginleşmeye başlayan ancak muhtemel ki sonrasında daha da derinleşecek bir çatışma haline evrilecektir. Bu durum toplumsal kutuplaşmanın, kontrolden çıkma olasılığı yüksek, çatışmalarla kısmen iç savaşa dönüşmesine ve devletin yönetememe krizinin daha da derinleşmesine, kaosun daha da büyümesine neden olacaktır.
Böylesi bir kaos durumu bugün yeterli tepki vermemesinden, sessiz kalmasından hareketle iktidara teslim olmuş, sinmiş gibi görünen işçi sınıfı ve ezilen toplumsal kesimlerin zorunlu bir şekilde hareketlenmesine hatta bugün iktidarı destekler gibi görünen toplumsal kesimlerin dahi mevcut iktidar odakları dışında alternatiflere daha açık hale dönüşmesine neden olabilir. Böylesi bir toplumsal zemin, stratejik bir önderliğin doğru ve etkili taktik hamlelerine bağlı cephe siyasetiyle işçi sınıfı ve ezilenlerin kendiliğinden halden kendileri için haline dönüşümü için uygun koşullar yaratabilir.
Faşizm, yaşanan çözülmenin önüne geçmek ve yenilginin topluma yansımasını engellemek için elindeki tüm imkânları seferber etmiştir. Bu çözülmenin topluma yansıması ve toplum tarafından ideolojik-politik, stratejik yenilginin anlaşılmasının, sistemin yıkılması anlamına geleceğini tarihten örneklerle çok iyi bilmekteler. OHAL, medya, sahte gündemler, sahte başarı hikâyeleri, yol, köprü vb. ile baskılı ve puslu bir ortam yaratmayı amaçlamışlardır. Bu baskı ve puslu ortam sürecinde ise, yeni bir ideolojik propaganda oluşturup, yeni bir strateji ve politika oluşturma peşindeler. İçinde bulunduğumuz Başkanlık tartışmaları ve referandum sürecini bunun için kullanıp, toplum tarafından durum çok anlaşılmadan, bu durumdan çıkma hesapları yapmaktalar.
Referandumu bir de bu gözle okuyup, Evet-Hayır’ın sadece anayasa değişikliği değil, devletin krizinin aşılması ya da daha derinleştirilmesi olarak düşünelim. 7 Haziran seçimlerinde yaptığımız hatayı tekrarlayıp, sandığın oranlarına ve sandığa gömülüp kalmayalım. Hem sandık öncesi hem sandık sonrasına, zihinsel ve örgütsel olarak hazırlıklı olalım. Sonuç ne çıkarsa çıksın, sandık sonrası mücadele başka boyutlar alarak sürecektir.
Dolayısıyla referandum çalışmalarına sadece sandık sonucu üzerinden değil devrimsel ve karşı devrimsel gelişmeler çerçevesinden daha boyutlu bir ideolojik çerçevede yaklaşmak, buna uygun konumlanmak ve bütünsel bir örgütsel pozisyon almak gerekiyor.
Egemenlerin yenilgisini derinleştirmek, sistemin çözülüş ve yıkılışını hızlandırmak ve ardından açılacak yeni sahneye hazırlıklı ve donanımlı girmek için bundan daha iyi bir zaman olmayacak. Biz devrimcilere tam da bu noktada önemli görevler düşmektedir. Tarihsel misyonumuzu yerine getirmek, tarihsel öncülük rolümüzü layıkıyla oynamak için en doğru zaman bugündür.