Devrimci tutsaklara yönelik tecrit ve teslim alma politikasıyla kuyu tipi hapishanelerin sayısını arttırmaya çalışan AKP-MHP faşist ittifakı bir yandan demokratik Türkiye naraları atarken bir yandan da kuyu tipi hapishanelerde direnen devrimci tutsakların sesini engellemeye çalışıyor. Güneş ışığından, havadan ve insanca yaşam koşullarından uzak olan bu hücrelerde yaşamak zorunda bırakılıyor tutsaklar. İnsan hakları örgütlerinin bu yapıları, “modern zindanlar” ve “mezar tipi hücreler” olarak nitelendirmesine rağmen AKP-MHP faşist iktidarı kuyu tipi hapishaneleri “güvenlik” gerekçesiyle savunarak suç işlediği suçların üstüne örtmeye çalışıyor. Umut Gazetesi olarak Basel Boran Kültür Merkezi ve İsviçre Halk Cephesi’nin Birleşmiş Milletler (BM) binası önünde başlatmış olduğu nöbet eylemini ziyaret ederek Zahide Dalda ve Kadir Güvenç ile röportaj gerçekleştirdik. Dalda ve Güvenç’e gerçekleştirdikleri eylem doğrultusunda bazı sorular sorduk. Gerçekleştirmiş olduğumuz röportajı okurlarımıza sunuyoruz.
Sinan Ergün: Kuyu tipi hapishaneler nedir ve neden bu hapishanelere kuyu tipi deniliyor?
Zahide Dalda: Önceden üç kapı, iç kilit; F tipi vardı. Şimdi ise S, R, Y tipi diyorlar. Aslında bunların adı tamamen bir “imha politikasıdır” özellikle devrimcilere, devrimci tutsaklara, hasta tutsaklara yöneliktir. Kronik hastalıkları tetikleyecek şekilde tasarlanmış, insandan, havadan, güneşten uzak; kapalı bir tabut gibidir. F tiplerine “tabut” diyorduk ama bunlar sistem olarak tabut gibi inşa edilmiş hapishanelerdir ve sayıları giderek artmaktadır.
Geçen ay Serkan Onur Yılmaz’ın bir mektubunda da yazıyordu: Bu uygulama artık adli suçlulara da yapılmaya başlanmış. Onların devrimci bir dinamiği olmadığı için sonuçları daha ağır oluyor; intihara kadar, hapishaneyi yerle bir etmeye kadar büyük sonuçlar doğurabiliyor. Bizim devrimci tutsaklarımız kuyu tipinde de yaşar, metroda da yaşar. Ama devrimciler, her türlü zorluğun üstesinde bitmeyen inançlarıyla mücadele ettikleri için yok edilmeye çalışılıyorlar. Çünkü insana dair en doğrusunu bildikleri için hedef haline geliyorlar.
Serkan Onur Yılmaz bugün 290’ıncı günde. Aslında 200. günde sevki oldu, kuyu tipinden normal bir hapishaneye geçti. Fakat Antalya T Tipi’ndeyken kaldığı yoldaşları hâlâ kuyu tipinde tutulduğu için “Ben gidiyorum, bırakıyorum” demedi. Örgütlü bir düşünceyle, vicdanen ölüm orucunu sürdürdü. “Arkadaşlarım da normal bir hapishaneye gelecek, sonra bırakacağım” dedi. Ama hâlâ bir çözüm yok. Oysa çok kolay yapılabilecek bir şey. Mustafa Gök, çok eski bir tutuklu, kronik hastalıkları var. Mustafa Gök Serkan Onur Yılmaz ’ın yanına getirilmesi bir imza ile yapılabilir. Hiçbir yükümlülük ya da zorunluluk gerektirmiyor. Ama devlet, Serkan’a tutsak edildiği günden beri “seni yok edeceğim” diyor. Serkan da yolumdan dönmeyeceğim diyerek kararlı şekilde direnişine devam ediyor.
Tabii ki diğer arkadaşlarımız da direnişte. Bir anne ile oğlu ölüm orucunda. Bu direniş bize bazen “ölü sevicilik”, “başka yönteminiz yok mu?” diye eleştirilere dönüşüyor. Ama ölüm orucu en çaresiz kalındığında ortaya çıkmış bir yöntemdir. Çaresiz kaldığımız nokta nedir? Duvarlar, ranzalar bizim için silahtır. Onları da kullanamaz hale geldiğimizde geriye sadece bedenimiz kalır. İşte o zaman bedenimizi silaha dönüştürüyoruz; bizi onlar yok etmesin diye kendimiz bu bedeni direnişe sokuyoruz.
Serkan Onur Yılmaz sağlıklıydı. 17 yılını yoldaşlarıyla, düzenli eğitimle, sporla geçirmiş bir insandır. Akıl sağlığı yerinde, dışarı çıkan yoldaşlarıyla bağları kuvvetliydi. Ama şu an bir haftayı geçti, ondan haber alınamıyor; dışarı çıkamıyor, yürüyemiyor. Bu kuyu tipi hapishaneler devrimcilerin ölümüne, katliamına yol açan hapishanelerden biridir.
Sinan Ergün: Size sormak istiyorum Kuyu tipi hapishaneler nedir?
Kadir Güvenç: Kuyu tipi hapishaneler, F tipinin devamıdır. F tipi hapishaneler biliyorsunuz, Avrupa’da RAF örgütünü imha etmek için kullanılmıştı. Direniş sonucunda bu model tarih çöplüğüne atılırken, bizim gibi işbirlikçi ve sömürülen ülkelere dayatıldı. Bunun nedeni, dünyadaki sosyalist mücadeleyi, direniş mücadelesini tamamen ortadan kaldırmak, bitirmekti.
F tipi bunun için inşa edildi ama yetmedi. Direnişçiler sayesinde bu model boşa çıkarıldı. Bugün ise AKP’nin 23 yıllık döneminde amaç, devrimci iradeyi Türkiye’de tamamen bitirmektir. Çünkü çaresiz ve aciz durumdalar. Kuyu tipi hapishane demek, devrimcileri kamuoyu önünde meşrulaştırarak katletmek demektir. İnsanlarla bağı olmayacak, güneş yüzü görmeyecek, hava almayacak, insan sesi duymayacak. Tam anlamıyla tecritle bitirmek istiyorlar. “Ölen ölür, kalan da sıradanlaşıp dışarı çıkar” mantığıyla yürütülen bir politika bu. Zaten hapishane politikası faşist iktidarların klasik politikasıdır. Bu sadece AKP ile başlamadı, AKP ile de bitmeyecek.
Biz devrimci tutsakları yalnız bırakmamak için Avrupa’da da mücadele ediyoruz. Burada olmamız, ülkemize duyarsız kaldığımız anlamına gelmiyor. Tam tersine, bağlılığımızı, inancımızı, değerlerimizi burada da sürdürüyoruz. Bunun öncülüğünü yapan yine devrimcilerdir. Özellikle devrimci tutsaklar, ağır tecrit koşullarına rağmen yılmıyorlar. Devlet onları teslim alamıyor. Onlar içeride, biz dışarıda mücadeleyi büyütüyoruz.
Bir diğer önemli konu da hapishanelerdeki hasta tutsaklar. Birçoğu kendi ihtiyaçlarını göremeyecek durumda. Devlet hiçbir adım atmıyor. Onları orada tahammüle bırakıp katletmek, çürütmek istiyor. Bunun amacı da dışarıda mücadele edenlerin önünü kesmek. “Bakın, içeride hasta da olsanız, yaşlı da olsanız hiçbir şey değişmiyor, sizi içeride çürüteceğiz” mesajını veriyorlar. Bu sadece bizim sorunumuz değil, bir tek örgütün sorunu da değil.
Sinan Ergün: Birleşmiş Milletler’in önünde başlatmış olduğunuz nöbet eylemi dışında başka neler yapılabilir?
Zahide Dalda: Bunun için heyetler oluşturulabilir. Daha önce yapıldığı gibi hapishanelere giden heyetler yeniden devreye girebilir. Devrimci örgütler, sol örgütler, sivil toplum kuruluşları, tabip odaları, meslek odaları bu konuda rapor, belge ya da girişim hazırlayabilir.
Fakat kuyu tipi hapishanelerdeki devrimciler özelinde ya da dışarıdaki yoldaşları açısından biz de bir nevi tecrit koşullarındayız. Birçok CHP’li tutsağa yönelik ciddi kamuoyu oluşturuldu. Ama aslında hapishaneler başlı başına kocaman bir sorundu; şimdi sadece yakıcılığı daha fazla hissediliyor. “Şu milletvekili kalp hastası” denildiğinde harekete geçiliyor. Oysa bizim 6 devrimci hasta tutsağımız var. Tabip odaları, sağlık örgütleri bunları biliyor ama kaba tabirle “bize dokunmayan yılan bin yaşasın” anlayışıyla hareket ediyorlar ve çalışmalarımıza sahip çıkmıyorlar.
İstanbul Barosu da mesela, Selçuk Kozağaçlı özelinde çok daha güçlü bağlarımız olan bir yerken şimdi genel geçer raporlarla yetiniyor. Oysa rapor yetmez; heyet gerekir, gidip yerinde görmek gerekir. Avukatlar, tabipler, sağlıkçılar birlikte hareket ettiğinde biz asla “sadece kendi tutsaklarımız için çalışacağız” demeyiz. Herkesin tutsakları için, ortak bir şekilde mücadele edilmesi gerekir.
Süreli açlık grevleri yapıldı, kamuoyu oluşturuldu, partiler açıklama yaptı ama bunlar yeterli değil. Oradan cansız bedenler çıktığında, tıpkı 2000’lerde olduğu gibi, önüne geçilemez bir tablo ortaya çıkar. O dönemde devrimci tutsakların katledilmesinin önüne geçilemedi; bugün de parti liderleri, belediye başkanları içeride. Yani sorun büyüyor. Birlik olmak, her zamanki gibi kolektif çalışmak çözümün anahtarıdır.
Kadir Güvenç: Kısaca özetlersek, “Ne yapabiliriz?” sorusuna gelince… Avrupa’da yapılacak çok şey var ama üzgünüm ki güçlü bir platform oluşmuyor. Herkesin bugün ölüm orucuna ya da kuyu tipine bakış açısı söylemde aynı olsa da, pratikte bu hayata geçirilmiyor. Bu gerçekten üzücü.
Ben isterim ki güçlü platformlar olsun. İsterim ki her eylemde, her kampanyada, her konserde, her çalışmada bu konu güncel hale gelsin. Çünkü kuyu tipi sadece devrimci örgütlerin sorunu değil; aslında halkın sorunudur. Çünkü halkın üzerinde bir korku imparatorluğu yaratılıyor.
Mesela parlamentonun bize çözüm getirmeyeceğini biliyoruz. Neden? Bugün TİP’ten milletvekili seçilmiş olmasına rağmen Can Atalay hala hapishanede. Bu çok acı, çok büyük bir sorun. Bir milletvekili bile içeriden çıkarılamıyorsa bunun nedeni de pasifliktir.
Sinan Ergün: AKP–MHP faşizminin işine gelen bir sistem var: Kuyu tiplerinde devrimcilerin bedenlerini, iradesini ve düşüncelerini yok etmeye çalışıyorlar. Dışarıdaki halka da “bunlar gibi olmayın” diye adeta aba altından sopa gösterdiklerini belirttiniz. Bunu yıkmak için devrimci bir kamuoyu oluşturulması gerektiğini belirtiyorsunuz. Peki, kuyu tiplerinde çok sayıda devrimci tutsak var. Bu noktada, kuyu tiplerine karşı diğer yapılar ile koordinasyon kurmayı düşünüyor musunuz?
Zahide Dalda: Bu, daha önce 2000 sürecinde çok daha yakıcı bir şekilde işledi. Çünkü o dönemde bütün tutsaklar ölüm orucundaydı ve süreç çok daha güçlü yürüdü. Ama şu anda kuyu tipleri de, hapishaneye girmek de toplumda sıradanlaşmaya başladı. Herkes kriminalize ediliyor, herkesin üzerinde bir hapis korkusu var.
Bizim açımızdan durum farklı; biz zaten işin içindeyiz. Ama asıl tehdit unsuru oluşturacak olanlar sivil toplum kuruluşlarıdır. Hapishane korkusu yaşayan, her an hedef olabilecek partiler, demokrasi örgütleri, bunlar henüz olmadan gerekli koordinasyonu sağladığında elbette biz de taşın altına elimizi koyarız.
Sinan Ergün: Anladığım kadarıyla şunu anlatmaya çalıştınız, bizim zaten elimiz taşın altında, zaten yapacağımızı yapıyoruz ama dışarıdan, barodan veya devrimci kurumlardan böyle bir talebin olmadığını belirtiyorsunuz.
Zahide Dalda: Düzen bu konuda çok acımasız. Bir selam verdiğimiz örgüt, bir selam verdiğimiz belediye başkanı bile içeri girdiğinde biz de kriminalize edilmiş oluyoruz. Ama biz hapishanelerden korkmuyoruz; o bizim gerçekliğimiz. Çünkü biz devrimci bir süreçten gelen insanlarız, Avrupa’da olsak bile.
Şu anda Paris’te bir açlık grevi direnişi var. Çünkü bir geri gönderme kararı söz konusu. Direnişi yürüten kişi de hapishaneden korkmayan bir kadın, 2000 Ölüm Orucu gazisi. Fakat bir aydan fazladır Paris’te gözlemlediğimiz o çadıra ne siyasilerden ne de kurumlardan yoğun bir ilgi görebiliyoruz. Bu yabancılaşmadan mı, ayrıştırılmadan mı kaynaklanıyor bilmiyorum; ama yine bir tecrit altındayız.
Sanki sadece biz girecekmişiz gibi kuyu tiplerine yaklaşılıyor. Oysa sonuncumuz da kalsa, kuyu tiplerinde tek kişi de kalsa biz mücadelemize devam edeceğiz. Çünkü tutsaklar bizim için çok değerli. Avrupa’da yaşamak, onları gözden çıkarmak anlamına gelmez; bu bizim tarihimizde yoktur. Biz buradayız, onlar için varız.
Kadir Güvenç: Şimdi, burada bir platform gerekli. Tarih boyunca bu tür platformlar çok kez oluşturuldu ama yeterince ortaklaşa ve kararlı bir şekilde yürütülemedi. Bu yüzden platformlarda hep bir sıkıntı oldu. Oysa gerçekten sınıf temelinde, yani sınıfı ya da başka bir ayrım gözetmeden, “Bu sorun benim sorunumdur, bizim sorunumuzdur, hepimizin sorunudur” diyerek güçlü bir platform oluşturulabilir. Bunun için hâlâ hiçbir engel yok.
Son olarak şunu söylemek istiyorum: Biz Avrupa’da aralıklarla da olsa çalışmalar yapıyoruz, ama Türkiye’de hapishanelerde durum çok vahim. Halkımızın bu konuda daha duyarlı olması lazım. Bütün sosyalist, devrimci, komünist örgütlerin de… Çünkü bu sorun sadece belli örgütlerin sorunu değildir, herkesin sorunudur.
Bugün susanların, yarın sıra kendilerine gelir. Mesela CHP, devrimciler veya sosyalistler içeri alınırken AKP’yi incitmemek için liberal bir politika izledi ve sustu. Ama sıra onlara da geldi. Bundan sonra susanların sıra kendilerine gelmeyecek diye bir garantisi yok.
Halkımız şunu bilmelidir: Suskunluk bize felaket getirir. Suskunluk, baskının daha da derinleşmesine yol açar. O yüzden “Sustukça sıra sana gelir” sloganını yalnızca bir söz olarak değil, gerçek bir tutum olarak benimsemek gerekiyor.
Sinan Ergün: Birleşmiş Milletler ile Kuyu tipi hapishaneler ile ilgili bir görüşmeniz oldu mu?
Zahide Dalda: Birleşmiş Milletler ile ilgili olarak, devrimci tutsaklardan Fikret Akar’ın eşi Şükriye Akar Paris’ten geldi. Elinde dört sayfalık bir durum raporu vardı ve onunla birlikte başvuruda bulundu. Ancak kendisine “randevu sistemi var” denildi. Aynı saatlerde, UNİA Sendikası’ndan beş kişi de açlık grevindeki, ölümün eşiğindeki tutsakların durumunu anlatan mektupları Birleşmiş Milletler’e ulaştırdı. Şükriye Akar da aynı şekilde bilgilendirdi.
Ama biz zaten biliyoruz ki Birleşmiş Milletler’in haberi olmadan ne kuyu tipleri açılır ne de Türkiye’de bir kuş uçar. O yüzden Birleşmiş Milletler’i seçmemizin nedeni tam göbeğinde olmak. Konsolosluklarda da eylemler yapıyoruz, meydanlarda da, Avrupa’nın farklı şehirlerinde de. Ama Birleşmiş Milletler sembolik olarak göz bebeği.
Burada binlerce kişinin toplandığı Filistin eylemleri de yine bu noktada sonlanır. İnsanlar kırık sandalyenin altına oturup konuşlanır ya da tren garına gidip rayları durdururlar. Yani burası politize bir yerdir. Birleşmiş Milletler binası olmasına rağmen çok sıkı bir güvenlik sistemi yoktur. Halk da bu alana rahatlıkla erişebilir. Biz de tam da bu yüzden burayı seçtik; “Sizden haberimiz var, yaptıklarınızın farkındayız” demek için.
Turistler, farklı dillerden insanlar gelip destek verdi. Onlara Serkan Onur Yılmaz özelinde, tüm devrimci tutsakların durumunu ve Türkiye’nin hapishanelerde devrimcilere uyguladığı politikaları anlattık.
Yani buradaki yerimiz tam da Birleşmiş Milletler’in önüydü. Onların bizden zaten haberi vardı, biz de gözlerine sokmuş olduk.
Sinan Ergün: Birleşmiş Milletler’den bu konuyla ilgili bir dönüş oldu mu?
Zahide Dalda: Birleşmiş Milletler, az önce de belirttiğim gibi randevu sistemiyle çalışıyor. Ancak geçmişte, Grup Yorum ve Grup Ekin’in kurucusu İhsan Cibelek’in Almanya’daki tutsaklığı döneminde Birleşmiş Milletler, Avrupa Birliği, parlamenterler gibi birçok kurumla yazışmalar yapıldı, çeşitli temaslar kuruldu. Fakat onlar şunu açıkça ifade ediyor: “Devrimciler Avrupa’da olsa da aynı koşullara maruz kalacaklar.”
İhsan Cibelek, prostat kanserinin 4. evresindeyken tedavi edilmedi. Ölümüne yakın bir zamanda ameliyat olmak zorunda kaldı. Avrupa’ya geldiğimizde kimse bize altın tepside bir hayat sunmuyor; yaşam burada da son derece zor. Göçmen politikaları oldukça sert. Üstelik tüm bunlara rağmen, bizim kendi tutsaklarımızı veya ülkemizdeki durumu dikkate almıyorlar. Hatta, böyle bir deklarasyon sunsak bile karşılık vermeyebilirler.
Sinan Ergün: Bu görüşmelerin ve gerçekleştirdiğiniz eylemin sonucunda hedeflenen kazanım nedir?
Kadir Güvenç: Birincisi, emperyalizmin özellikle devrimciler üzerindeki politikasını her eylemimizde teşhir etmek bizim için bir kazanımdır. Çadır açmamız, açlık grevi ya da sembolik açlık grevlerini desteklememiz başlı başına bir kazanımdır. Yani bu eylemler aynı zamanda siyasi bir kazanım da sağlıyor.
Zahide Daldan: Her eylem aslında bir kazanımdır. Bu eylemler ile belki Serkan Onur Yılmaz’ı kurtaramayız ama sonuçta bu, her şeyden önce siyasi bir kazanımdır. Aynı zamanda bu adaletsiz politikaları, bu baskı koşullarını kamuoyuna teşhir etmektir.
Açlık grevleri genelde birer duyuru eylemidir. Yani, “Bu zulümden haberiniz olsun” mesajını verir. Ama ölüm oruçları biraz daha ciddiye alınması gereken bir süreçtir; çünkü insanların hayati riski çok daha yüksektir. Mesela geçen sene, İhsan Cibelek için Avrupa doğumlu, Almanya doğumlu genç bir devrimci, 250 güne kadar açlık grevi yaptı. Ölüm sınırına gelmişti.
Yani Avrupa ya da herhangi bir ana kara bizim için çok da bir şey ifade etmiyor. Biz hakkımızı böyle savunacağız, gerçekleri onların gözünün önüne böyle koyacağız. Hak aramaya devam edeceğiz. Onların diyalogları, onların çözüm önerileri bizim için tali kalır. Hapishanelerde direnen yoldaşlarımız var. Hiçbir şekilde geri adım atmayacağız ve onların istediği bir zemine çekilmeyeceğiz. Hapishanelerdeki yoldaşlarımızın direnişi kazanımla sonuçlanana kadar eylemlerimize devam edeceğiz.
Sinan Ergün: Umut Gazetesi olarak röportaj için teşekkür ederiz…