Gündem, Kadın - LGBTİQ+, Umut Yazıları

Alev almış genç kadınların portresi: sevgi ve dayanışma, öfke ve intikam – cemre deniz

Türkiye’de feminist hareketin belki de en büyük kazanımlarından biri, aynı ezilmişliği, baskıyı, sömürüyü, patriyarkanın ve kapitalizmin dayattığı farklı baskı mekanizmaları üzerinden yaşayan ve paylaşan binlerce kadının birbirini sevmesini ve kadınlar arasında çok hızlı örgütlenebilen bir dayanışmayı meydana getirmesi oldu. 8 Mart bu birlikteliği en çok hissettiğimiz günlerden biri. Yıllardır toplumun tüm kesimlerine yasaklanmış meydanlarda erkek devletin yüzüne “birlikteyiz ve güçlüyüz” diyerek, yarattığımız bu büyük dayanışmayı gösterdiğimiz gün. Fakat 8 Mart aynı zamanda, öncesi ve sonrası ile, özellikle de son yıllarda adı, rengi, biçimi, kapsamı çok tartışılan, Türkiye’de feminist hareket için bir “bir araya gelme” ile “sıçrayış” momenti arasında dolanan bir süreç. Genellikle, içimizle ve dışımızla, 8 Mart’ı, feminist mücadeleyi, kadınların ve LGBTİ+’lerin kurtuluşunu, harekete sembolik olarak rengini veren ideolojinin ne olduğu, ne şekilde ve nerede direnmemiz ve kimlerle yan yana mücadele etmemiz gerektiği üzerinden tartışmak zorunda kalıyoruz son birkaç yıldır. Fakat bu defa, dışarıya değil içimize dönüp, bir tartışma yürütmek faydalı olabilir, ya da halihazırda yürütülen bu tartışmayı tekrar etmek: inşa ettiğimiz, birbirimize duyduğumuz bu sevgi için, birbirimizi korumak, birimizin daha ölmesini engellemek için ne yapabiliriz, ne kadar “ileri” gidebiliriz? Birbirimize duyduğumuz sevgi ve dayanışma, politikleşmiş bir öfke ve intikam bilinciyle örgütlenebilir mi?

Bu yazı bu sorulara cevap bulma iddiasında değil, ancak bu tartışmalar süregiderken, diğer yanda, hayatın durmadan akıyor oluşu karşısında bu soruları sormadan ne kadar devam edebiliriz? Akan hayatta, her gün onlarca kadın, trans, çocuk katlediliyor, tecavüze uğruyor, taciz ediliyor. Fakat uzun zamandır, en örgütlü olduğumuz alanlarda bile refleksimiz yasaların olması gerektiği gibi uygulanmasını, sistem mekanizmalarının bizleri koruması için olması gerektiği gibi çalışmasını sağlayabilecek bir baskı oluşturmak. Bunu talep etmekte hiçbir beis yok. Fakat, bunu sağlayamadığımız birçok örnekte, öfkemizi o “anda” örgütleyemiyoruz. Bu pasifize olmuş halimiz ile, bir sonraki davaya, cinayete, tacize, tecavüze dek savunma pozisyonunda bekliyoruz. Ve bu bekleyişte, hayat yine akmaya devam ediyor. Yine her gün kadınlar, translar katlediliyor, tecavüze uğruyor, istismar ediliyor. Sayılar, sadece birer sayı değil; binlerce yaşam, sistematik bir biçimde yok ediliyor. Adliye önlerinde haykırdığımız talepler kendimizi ve birbirimizi yaşatmaya yetmiyor aslında. Peki bu durumda ne yapmalı? Bunun cevabını, hedefimizin ve yöntemimizin ne olduğunda aramaya başlayabiliriz. Hedefimiz yaşamak ve yaşatmanın yollarını bulmak mı? Yöntemimiz erkek yargının “olması gerektiği gibi işlemesini sağlamak” mı? Öfkemizi yeniden hatırlamaya ve hesap sormaya başlayabilir miyiz?

Bunun bir örneğini, çok kısa bir süre önce Meksika’da Anayasa Mahkemesini işgal ederek yakan kadınların öfkesinde gördük aslında. Kadınlar, işkenceyle katledilen Ingrid Escamilla’nın ardından, artık “zıvanadan çıktı”. Ingrid Escamilla, artık anıt sayaçta bir sayı değildi sadece, direnişin ateşini fitilleyen sembol olmuştu. Meksikalı kadınlar, lafı dolandırmadan, çok açık bir şekilde kendimize sorabileceğimiz bir soruyu ve bir gerçeği, gözümüzü kapatamayacağımız bir şekilde önümüze getirdi: adaleti nasıl sağlayacağız? Şunu unutmaya başlamıştık belki de, önünde adalet talep ettiğimiz “saraylar”, bizim doğrudan hedefimiz. Katledilmeyi, tacizi, tecavüzü, istismarı, baskıyı ve tahakkümü bu saraylardan alacağımız emsal kararlar ile yok edemeyiz; belki, birkaç örnekte engelleyebiliriz, bu gerçekten çok değerli. Fakat, yok edemeyiz. Peki bizler neden “bir aradayız”? Bunu yeniden soralım ve cevabını yeniden hatırlayalım. Her birimiz, kendimize, annemize, kız kardeşlerimize, tüm kadınlara, translara, çocuklara uygulanan sistematik baskının kendi hayatlarımızda gördüğümüz izdüşümünün içimizde doğurduğu öfkeyle, bu öfkenin doğurduğu hesap sorma ve adalet arayışıyla bir araya gelmedik mi? Öfkemiz, mevcut yöntemlerimizle diniyor mu gerçekten? Bir aradalığımızın yarattığı sevgi ve dayanışma tek başına yeterli mi? Siz de şu iki kavramın açacağı yolu aramıyor musunuz hala: öfke ve intikam.

O yolu bize işaret eden “alev almış kadınlara” dönüp bakalım. Bizi “tek bıçak darbesiyle öldürülebilir” gören patriyarkal kapitalizme karşı, bireysel özsavunmasını kuran Nevin Yıldırım’dan, bireysel özsavunmasını politikleşmiş bir öfke ve intikamla örgütleyen Eylem’e, Göze’ye, Özge’ye, Asiye’ye ve hepimizin kurtuluşu için bu yolu açan kadınlara… Hepimiz bireysel özsavunmamızı hayata geçirebiliriz; sokaklarda, evlerde, iş yerlerinde, saldırının olduğu her alanda bu sisteme “av olmaya” karşı çıkmaya başlayabiliriz. Fakat birbirimizi nasıl koruyacağız? Yaşamak ve yaşatmak için, kadın dayanışmasını ve özsavunmayı örgütlemekten, birbirimiz için hesap sormaya başlamaktan başka bir çaremiz yok. Hedeflerimizi ve yöntemlerimizi illegalize ederek “bir aradalığımızı” yok etmeye çalışan patriyarkanın tüm kurumlarına karşı, bunu hiç unutmayalım, bizi, birbirimizden başka koruyacak kimsemiz yok; bizi ancak öfkemiz ve dayanışmamız yaşatacak.

Birhan Keskin de söylemişti aslında:

“… Bütün kadınlara bundan böyle başka türlü “ateşli” olmayı
“şiddetle” öneriyorum Aslı
Çıkıp iki oda bir salondan
Ateşli silahlar elimizde, Uma’nın kılıcı belimizde,
Savunma ve dövüş sanatlarında ustalıklı.
anitsayac’ta bu kadar kadın ismi yeter,
Yeter artık, yeter çıkalım zıvanadan.”

Paylaşın