Ali Efe, Gündem, Umut Yazıları, YAZARLAR

KAVUK DEVRİLİRKEN (I) – Ali Efe

RTE’nin Putin zirvesinde başına gelebilecekler konusunda aşağı yukarı herkes hem fikirdi. Heyet daha yola çıkmazdan önce ABD bütün destek gösterilerine karşın sahaya fiili bir müdahalesi olmayacağını bir kez daha belirtmiş, Avrupa ise RTE’nin sürekli bir tehdit unsuru olarak kullandığı mülteci akını denen şeyin kendisi açısından çok altından kalkılmaz bir şey olmadığını görerek RTE/AKP iktidarını bu konu üzerinden yönelttiği tehditler nedeniyle aşağılayarak azarlamıştı. Üstüne üstlük Merkel Putin dörtlü zirve istemiyor diyerek sürecin bütün inisiyatifinin Putin tarafından yönetilmesinin kabul edildiğini uluslararası kamuoyuna ilan etmişti. Açıkçası RTE/AKP iktidarı uluslararası emperyalizm tarafından Putin’in kucağına bırakılmıştı.

Putin ve Rusya tarafı ise bu görüşme öncesinde Türk ordu güçlerine ağır vuruşlar yapmış ve kısa bir dalgalanma sonrasında sahada yeniden insiyatif ve üstünlük sağlayarak kendisine yöneltilen bütün ateşkes yakarmalarına kulağını kapatan bir güven ve hakimiyet konumuna geçmişti.

Bölgeye ilişkin Rusya’yla sağlanmış olduğu anlaşılan kimi ön kabuller çerçevesinde ABD, NATO ve Avrupa’nın RTE’ye tezahürattan daha öte bir destek sağlayamadığı koşullarda RTE/AKP’nin bu zirveden kazançlı çıkabilmesinin neredeyse hiçbir imkanı yoktu.

Rusya ve elbette Suriye’nin ise İdlib gündeminde önlerinde esas olarak iki stratejik hedef kalmıştı. Bunlardan birincisi m4 ve m5 oto yollarının Suriye’nin kontrolünde sivil kullanıma açılmasıydı. İkincisi ise  Rusya ve diğer taraftan Çin’in özellikli siparişi olarak Cisral Şugur’daki birkaç bin Çeçen ve Uygur çetenin tümüyle imhası idi. Moskova zirvesi bu iki temel hedefi de RTE/AKP heyetine kabul ettirdi.  Bu iki gelişmenin sonrasında RTE’ye kendi hayallerince kalan ise m4-Reyhanlı arasında “şahsının TOKİ olarak briketten” yapacağı Hol (Haseki) statüsünde ve Avrupa’nın da gönlünü ferahlatacak bir bir rezervasyon alanı inşası ve bekçiliğiydi. 

İdlib genel sorunu açısından bu  durumu trajikomik bir  belirleme olarak ifade ediyor olsak da bölgenin gelecekte içine girmesi muhtemel alt-üstlükler açısından buranın da yarın, tıpkı Tanf havalisi ve Hol rezervasyonu gibi anglo-siyonist emperyalizmin gene TC eliyle bölgede karışıklıklar yaratacak önemli bir dayanak noktası olarak koruma altına alınmış bir çete potansiyeli içerdiği unutulmamalıdır. Haliyle İdlib rezervasyonu sorunu önümüzdeki yakın vadede kendi başına bir gündem oluşturmaktan giderek uzaklaşacak olsa da bölgesel gündemlere tabi olarak hareketlenecek bir saha niteliğini korumuş olmaktadır. Ateşkes anlaşmasına karşın süren ağır çatışmalar ve Pompeo’nun hala aynı cümlelerle konuşuyor olması bu tehlikenin potansiyelini göstermektedir. Gene de RTE/AKP’nin askeri ve siyasal olarak yerlere düşürüldüğü bir sürecin tadını çıkarmak adına şimdilik bu tehlikenin değerlendirmesini pas geçmek mümkündür.

İdlib dosyasının artık gündem olmaktan düşebilecek bir pozisyona çekilmesi bu dosyanın takibinde açılacak iki ayrı gündemi öne çıkarmaktadır.

Bunlardan birincisi, Esad’ın iki gün önce bir Rus televizyon kanalına verdiği röportajda ifade ettiği gibi artık Suriye gündemini ülkenin doğusunda ve özellikle Rumeylan ve Deyr Zor gibi petrol alanlarının hükümetin kontrolüne geçirilip geçirilemeyeceği meselesi oluşturacaktır.  Bilindiği gibi bu alanlar doğrudan Amerikan ordusunun işgali ve insiyatifi altındadır. Ancak konu bundan daha öte, bu alanların Amerikan güçleriyle ittifak halinde olan Rojava devrim güçlerinin siyasal alanı olmasıdır. Daha evvelki çekilme-yerleşme sürecinin ardından son olarak İdlib savaşında da açığa çıkan Amerikan çaresizliği Rojava Kürt yönetimini Suriye hükümetiyle temas yenilemeye yönlendirdi. Diğer taraftan Esad’ın aynı röportajda sözlerine yansıdığı kadarıyla konuyu biraz yumuşatarak ve zamana yayarak çözme eğilimi bu konunun sahadaki Türk askeri varlığının tasfiyesinden daha öne çıkmayacağının işareti olarak değerlendirilebilinir. Konunun bu potansiyeli gereği, ama ondan da fazla olarak Moskova zirvesi itibariyle bu konuyu da yarının gelişmelerine bırakmakta bir sakınca yoktur. Şimdi biz herşeyden daha fazla gündemin yükümlülüklerini ve mücadelenin ihtiyaçlarını bilince çıkartabilmek açısından bu zirve sonuçlarının Türkiye siyasetine dönük iç tepkimelerinin neler ve nasıl olabileceği üzerine yoğunlaşmak zorundayız.

RTE/AKP’nin Moskova’da imzaladıkları hezimet belgesinin kuşkusuz Türk iç siyasetinde kendilerine yönelik bir karşılığı olacaktır. Artık RTE/AKP iktidarının özellikle son dört yıl boyunca giderek daralan hegemonya alanını ülke çapında genişleterek tahkim edecek ulusal bir dava yaratma imkanı kalmamış görünmektedir. Şimdilerde RTE, CHP’liler tarafından bile doğrudan küfürle anılır açık bir itibarsızlık içindedir. Bu, RTE/AKP ve egemen sistemin yönetemezlik halinin güçlü bir göstergesidir ve bu yönetemezlik hali daha da derinleşecektir. Babacan’ın partisinin, gecikmelerden dolayı alaycı değerlendirmelere konu olan kuruluşunun, muhtemelen tesadüfen, çok etkin bir zamanlamaya denk geldiğini söyleyebiliriz, ki bu yüzden AKP bünyesinde önemli bir sarsıntı yaratması mümkündür.  Ülkenin içinde bulunduğu iktisadi kriz itibariyle bu siyasal çöküntü politik ağızlarda dillendirildiği şekliyle belki bir erken seçim basıncına yol açacak güce de ulaşabilir. Ancak, ülkenin özgün devlet ve sivil toplum ilişkisini binlerce yıllık deneyim tarihi itibariyle içselleştirilmiş bir kadim ideolojik ve politik yapı olarak RTE/AKP’nin kendi iktidarında ısrarı karşısında bunu aşacak bir toplumsal politik güç, görülmektedir ki ülkenin verili koşulları içinde mevcut değildir. Verili koşullar içinde RTE/AKP iktidarını alaşağı edecek alternatif bir burjuva ya da proleter önderlik öne çıkmış değildir.

 Burjuva zeminde: Türkiye geleneksel finans kapitalinin, cumhuriyet kapitalizmi boyunca kendine egemenlik sağlayan bir ittifak gücü olarak  RTE/AKP’nin temsil ettiği ve tüccar ve müteahhitlik sermayesi temelinde devlet imkanlarıyla kendini var etmeye çalışan “yeni” Türk burjuvazisine karşı kendiliğinden bir siyasal ağırlık oluşturmasının ideolojik ve siyasal koşulları yoktur. Böyle bir ağırlık ancak uluslararası finans kapitalizmin TC devletine yol vermesiyle oluşabilir. Ancak hemen arkamızda bıraktığımız İdlib savaşı süreci göstermiştir ki, ne Avrupa finans kapitalinin ne de anglo siyonist finans kapitalin Türkiye’yi bir tür kısa devre iktidar değişikliklerine sokmaya ne niyeti ne de -keza verili koşullar içinde- gücü vardır. Türkiye’nin burjuva zeminde iktidar değişikliği devlet-sivil toplum kesişim düzleminin ancak en dar alanında sömürge demokrasinin iktidar mekanizması olarak tasarlanmış seçimlerle sınırlanmış durumdadır. Bu seçimin “erken” bir niteliği söz konusu olabilir ancak ne kadar erken olup olmayacağı RTE/AKP iktidarının direncine bağlı görünmektedir.

Proleter devrim zemininde ise: Türkiye somutunda, burjuva egemenliğin krizleri ve çaresizlikleri ortamında proletarya ve ezilen kesimlerde biriken devrimci enerjinin varlığı en hissedilmediği koşullarda bile apriori’dir. Buna mukabil proletaryanın ve devrimci öncünün örgüt ve mücadele zaafları ve yetersizlikleri bellidir. Gene de, burjuvazinin yukarıda belirtilen iktidarsızlığı, ona tabi oportünizmi ve revizyonizmi de etkisizleştirerek devrimci öncünün proletarya ve halk sınıflarına yönelik daha çapaksız bir ajitasyon ve propagandasına imkan sağlayacaktır. Sorun bu imkanı kullanma enerjisini, kararlılığını açığa çıkarmaktadır. Bu çerçevede birleşik devrimin batı cephesinin inşası kaçınılmaz görevdir. Sadece proletaryanın değil, aynı zamanda Kürt ve Alevi kolektif aksiyon potansiyellerini CHP’nin siyasal nüfuzu altından çıkarmak devrimci öncünün kritik bir görevi halindedir. Birleşik devrimin, birleşik devrimci savaşın özgün batı cephesi örgütlenmesi bu görevlerin ağırlığı, aciliyeti ve hayatiyeti itibariyle öne çıkarılmalıdır. Kürt devriminin de bu cephede “üçüncü ayak” söylemiyle güçleneceği açık olan liberal burjuva hegemonyayı kırması buna bağlıdır.

Şurası açıktır ki, ülkede giderek derinleşmekte olan siyasal krizi devrime taşıma gücünde değiliz. Öncü öznenin yetersizliği itibariyle tümüyle olgunlaşmış devrim koşullarını devrimci duruma ve devrim anına taşımaktan uzağız. Buna rağmen, devrimci koşulların kendi olgunluğunun gelişimi içinde çürümesine asla müsaade edilmemelidir. Burjuvazi kendi egemenliğinin güvencesi itibariyle sınıf mücadelesinin etkisizliğini sağlayarak elbette devrimi çürütmek isteyecektir. Ancak içine girilen iktisadi ve siyasal koşullar proletarya ve ezilen sınıfları öncü arayışına daha fazla, daha güçlü bir şekilde sevk edecektir. Bugün kitle basıncını açığa çıkartma ve onu devrime taşıma gücünde olmayabiliriz ama yarın için bugünden kitlenin öncü arayışlarının içine, kitlenin politik radarlarının içine girmeyi başarabilmeliyiz.

Çok önemli, çok tarihsel bir geçiş sürecinin içine girmiş bulunuyoruz. Burjuvazinin siyasal yetmezliği bize kendimizi ideolojik, siyasal ve örgütsel olarak olgunlaştırmak için ihtiyacımız olan zamanı sağlayacaktır. Zamanı sürece çevirmek onun içinde eyleyen iradenin ve iradeyi eyleyenin  işidir. Hep söyleye geldiğimiz gibi; proletarya ve emekçi halklara birleşik devrimin bilinç ve eylemini taşımak, kitleleri yarın silahlanma fikriyle ayaklandırabilmek için bugün onları ayaklanma fikriyle silahlandırmak… devrimci öncünün bütün açılımlarıyla bugünkü görevi geride bıraktığımız onyıldakinden daha fazla olarak budur.

İçine girdiğimiz siyasal sürecin yukarıda yer yer soyut olarak belirtilen niteliklerini kendini önceleyen İdlib krizi üzerinden daha somut görmek ve değerlendirmek mümkün ve gereklidir. İdlib krizi, hem ülke, hem bölge hem de küresel egemenlik odaklarının kendi iç akımlarıyla birlikte  bugünkü durumlarını açığa vurdukları kısa ama saydam bir süreç olarak yaşandı. Yukarıdaki değerlendirme bu sürecin finali üzerinden İdlib krizine ait daha kapsamlı bir ele alışın bir tür önsözü, bir tür girişi kıvamında okunmalıdır. Şimdi sıra bu girişe mesnet olan olayları ve olayların dilini çözümlemektedir.

Paylaşın