Gündem

Corona, Metris, Sur, Cizre, Gazze, Yunanistan Sınırı, Grup Yorum…- Necati Güler

Etrafımda ne düşünüyorsun, yada ne yapıyorsun diye soran kimse olmadığı için, aylardır görmemezlikten gelmeye çalıştığım Facebook un Ne düşünüyorsun? sorusuna bu gün mecburen cevap vermek durumundayım. Hiç olmazsa o ne düşündüğümü merak ediyor…

Nemi düşünüyorum veya nemi yapıyorum şu anda?

Aslında şu anda yaptığımı yaklaşık iki haftadır yapıyorum. Corona Çin’de ortaya çıktığı günlerde “Çin Almanya’ya uzaktır, buralara kadar gelmez” diye fazla üzerinde durmamıştım. Ama gel görkü çat kapı geliverdi. Doktoruma göre risk taşıyanlardan olduğum için dikkatli olmam lazımmış. Bu tavsiyeleri dikkate alarak sosyal aktivitemi asgariye indirmiş durumdayım. Oturma odamın camından dışarıyı seyrediyorum sık sık. Bu sabah ta aynı monotonluğu sürdürüyorum. Camdan bakınca caddenin öbür tarafındaki binaların hepsinin tek tip olduğunu (Naziler zamanında demir yolu işçileri için yapılmış tek tip evler), benim oturduğum mahallenin esasta hepsinin birbirine benzeyen evlerden oluştuğunu irkilerek fark ediyorum. Naziler, Faşizm, Tek tip, E tip, F tip, H tip ve daha bir çok TİP aklımdan geçiyor… Derken Metris E tip gelip duruyor gözlerimin önünde. Karşıdaki evler “Sibirya” olarak adlandırdığımız E blokun D bloka bakan yüzündeki koğuşlara, aradaki mesafenin de hiç çıkamadığımız/çıkarılmadığımız havalandır(ılma)maya, camlardan bakan insanlarında karşı bloktan, ben B bloktayım, E bloktaki tutsaklara ne kadar benzediklerini fark ediyorum. Bu beni biraz irkiltiyor… Bir araba geçiyor… Bir genç bayan bisikletiyle gayet neşeli bir şekilde pedal çeviriyor… Yeşil var… Ağaçlar tomurcuğa düşmüş…
Aklıma bir türkü takılıyor;

Güneş candan
Güller tomurcuk açmış
Bizse dikenlere takılı kaldık
Güneş bize, biz güneşe
Candan vurgunuz
Eller kelepçede sıkılı kaldı
Eller dikenlere takılı kaldı
Yoldaş çarmıhlara gerili kaldı

Bir karabasandan uyanır gibi uyanıyorum… Yok yok… Burası Metris değil… 12 Eylül faşizmi yok… , Tel örgüler, yüksek duvarlar, falaka sopaları ve Çarmıh/Filistin askısı yok. Her şeyden iyisi de Çarmıha gerili yoldaş bırakmıyorum arkamda. Evler tek tip olsa da, E tip değil… Tek tip elbise yok… Karşı camlardan bakan insanlar sarı, siyah, kahve rengi uzun saçlı hepsi… Haki üniformalı askerler ortalıkta görünmüyorlar… Kimse camdan cama havalandırmalar arası yazışmıyor… Mors alfabesi ile haberleşme yerine cep telefonu ile, hatta görüntülü görüşebiliyoruz sevdiklerimizle… Hiç karşılaştırılır gibi değil… Kapatıyorum gözlerimi ve Metris mevzusunu…

Beynim beni rahat bırakmıyor… İllada bir karşılaştırma yapacak… Bir yerlerde yaşananlarla bir benzerlik kuracak… Bilmiyorum ki, beni suçluluk duymaya mı zorluyor?! Vicdanım mı yokluyor? Bir yıl önce bir kısmını almışlardı oysa beynimin… Belki bu nahoş hatıraları da birlikte almışlardır diye umutlanmıştım ama demek ki yanılmışım… İyi ki de almamışlar diye geçiriyorum aklımdan… İnsan yanımdı bütün o anılar…

Derken Sur ve Cizre birer felaket tablosu gibi karşıma dikiliyorlar… Yüz günleri aşan abluka, sokağa çıkma yasakları ve katliamlar altında yaşanan günler…
Gözlerim, dışarıda Alahu Ekber diyerek geçen asker, özel tim, panzer, havada helikopter arıyor… Yok sadece sivil araçlar geçiyor… Sura, Cizreye girmeleri engellenen, içlerin güler yüzlü hemşireler, doktorlar ve hasta yardımcıları oturan Ambulanslar geçiyor… Ambulansa ateş edilmiyor! Ambulans az ileride duruyor ve biraz sonra içindeki sağlık görevlileri sağ salim inip girdikleri karşıdaki binadan bir hastayı çok itinalı bir şekilde, şefkatle aşağı indiriyorlar ve ambulansa yerleştiriyorlar… Bir taraftan da hasta ile şakalaşıp onu rahatlatmaya çalışıyorlar… Seslerini duyamıyorum ama yüz ifadelerinden hasta dahil herkesin bu durumu hiç yadırgamadığını görebiliyorum…
Ama genede içim rahat etmiyor… Sokağın en kuytu yerlerinde acaba bir Taybet ana yatıyor mu? Ellerinde beyaz bayraklar, kucağında hasta çocuklarını doktora götürmek için asker ve polislere yalvaran insanları arıyor gözlerim… Ekmek alması için anneleri tarafından fırına gönderilen, korku dolu gözlerle Rambo kılıklı özel timlere bakarak yürüyen çıplak ayaklı çocuklar, elleri başının üstünde kendisine doğrultulmuş makineli tüfek karşısında „yavaş yavaş panzere yaklaş“ komutu arasında tir tir titreyen çocuklar da yok… Elinde beyaz bayrak can hıraş ambulansların bölgeye girmesini sağlamaya, sivil ve savunmasız insanlar ölmesin diye çalışan sevgili Faysal Sarıyıldız ve bir avuç insanda görünmüyor ortalıkta. Kendisiyle hep gurur duyacağım, „Bizimle Gurur Duyun“ diye sesi yankılanan sevgili Mehmet Tunç un vakur sesini de duymuyorum. Yakılmış, duvarlarına “Türkün gücünü göreceksiniz Enserullah Ordusu, SADAT“ yazan bombalanmış evler, yada Bozkurt işareti yapan özel timlerde görünmüyor… Yok yok burası Sur ve Cizre olamaz… İçim rahat etmiyor; Camı açıyorum. Yanık insan eti kokusu var mı diye havayı kokluyorum. Son günlerde araç trafiğinin azalmasından olacak ki hava temiz. Hatta mis gibi temiz bir hava var. Derin bir nefes alıyorum… Cama arkamı dönüp evin içerisine bakıyorum… Birden irkiliyorum… Oda ne, bu ses?! Buz dolabı!!! Hemen mutfağa koşuyorum… Derin dondurucu!!! Kapağını açıyorum… Çocuk cesedi arıyor gözlerim… Korkum saniyeler sonra geçiyor… Sadece bir kaç paket dondurulmuş sebze… Rahatlıyorum…

Sonra Gazze diyorum…
Ama sokaklarda İsrail askerleri yok… Onları taşlayan, sapanlı küçük generaller de yok… Eczaneler kapalı değil… Yiyecek karneye bağlı değil… Elektrikler kesilmiyor… Musluklardan her an her saat sıcak su akıyor… Havada İsrail uçakları ve füzeleri uçmuyor… Ambargo yok… Hele hele 13 yıllık bir izolasyonun izlerinden hiç eser yok… Şehirler utanç duvarları ve elektrikli tellerle çevrilmemiş…

Özgürlük ve adalet talebiyle ölüm orucundaki Grup Yorum üyeleri Helin, İbrahim ve daha binlerce tutsak… Ve Mustafa Koçak.

Yunanistan Türkiye sınırındaki binlerce çocuk, yaşlı, kadın mülteci… Tel örgülerine takılı kalmış uçurtma ve çocuk bakışları… Umut ve umutsuzluk arasında değişen yüz ifadeleri….

Ama bunların hiç birisiyle kıyaslanır bir durum yaşanmıyor ki burada… Almanya dayım. Avrupa’nın vede Dünyanın en zengin ülkesinde… Peki buna rağmen bu koca koca asık suratlı adamlar ve kadınlar neden arka arkaya televizyonlarda boy gösterip felaket senaryoları anlatıyorlar ki… Şu koltuğunun altında üç paket Tuvalet kağıdı, iki elinde taşıdığı çantaları tıka basa makarna, sabun, deterjan, şeker, çay ve daha bir çok dayanıklı gıda maddesi taşıyan insanların yaptığı ne ki?

Acaba onların: Metris ten, Sur dan, Cizre den, Gazze den, Grup Yorum dan, Binlerce tutsaktan, günlerce cesedi sokakta kalan Taybet anadan ve derin dondurucuda tutulan bebekten haberleri oldum ki… Şu asık suratlılar çıkıp Sur da, Cizre de Alman panzerleri kullanıldı diye anlattılar mı ki… Yunanistan sınırında çaresiz mültecilere sıkılan gazın parasının Almanya dan gittiğini söylediler mi ki? Alman polislerinin de Yunan sınırında, Yunanlı meslektaşlarıyla birlikte göçmenleri tutuklayıp sınır dışı ettiklerini ifşa ediyorlar mı ki?!
Ve dahası, Corona sürecinde Dünya ya insanlık dersi veren Sosyalist Küba ya karşı yıllardır uygulanan insanlık dışı emperyalist Ambargodan ABD ile birlikte baş sorumlu olarak AB’nin başı olduklarını kızararakta olsa anlatırlar mı ki?
Hadi onlar anlamadı… Pek ben, sen, biz bunları düşünüp karşılaştırma yapıp hem kendimize hemde çevremizdekilere anlatabiliyor muyuz?

Paylaşın