Gündem

Ev: Kimine Hayat, Kimine Kısmet(!) – Benazir Coşkun

“Her ev bir sömürgedir”*

Bu aralar, covid-19 pandemi sürecinde, “ev” herkes için bir hapishaneye dönüşmüş görünüyor. Ama tam olarak yüklemin taşıdığı saf anlamıyla bu sadece bir görüngü. Çünkü bu görüngüler dünyasında  gerçeğin kendisinin durduğu yer de oldukça farklı. Malum hepimiz iktidar-lar tarafından üstümüze bocalanan #EvdeKal çağrılarının içindeyiz. Bir taraftan #EvdeKal çağrıları, gönüllü karantina, herkesin kendi Ohal’i söylemleriyle “ev, ev, ev” diye üstümüze yürünürken, aynı iktidar işçilerin yoksulların üstüne de “İşteKal diyerek “Şantiye, fabrika, atölye” diyerek yürüyor. Kısacası ev bir hapishane de olsa oraya dahi girmeyi hak etmeyenler; İşçiler, işsizler, göçmenleştirilenler, gündelikçiler, yoksullar, zindandaki siyasi tutsaklar, evsizler, ailelerinden kovulmuş LGBTİ+’lar gibi başka uzunca bir yazının konusu olanlar var.

Benim yazımın konusu ise başlangıca dönersek “evin” kendileri için hapishane olma halinin koronayla başlamayanlar, özgürlüklerinin tam üstüne ev kurulanlar yani #EvdeKal demesi pek “yaşam” getirmeyenler, yani biz kadınlar olacak. Ama en sona kalanı başa yazmış olayım, yazı evde kalmamayı değil, evde kalınsa dahi yaşamın oradan akmadığını anlatıyor. Yoksa pandemiye dönüşmüş bir ortamda evde kalmak ama herkesin, sömürüye, şiddete uğramadan evde kalabilmesi temel amaç zaten.

Şu soruyla başlayalım o vakit:

Sahi Ev Neydi? 

Malum #EvdeKal çağrıları bizim için hiç yeni, hiç de dönemsel değil. Dişil ve eril’den kadın ve erkeğe geçimizle birlikte, bizlere ataerki tarafından gösterilen ilk yer ev. Tak zincirini, sus, çalış ve doğur!

Tam da bu sebeple, patriarkal kapitalizmde kadınlar için sadece makine hattına bağlanmak ve kurtuluşu sadece oradan gören bir mücadele hattı yok. Aynı zamanda “mutfak lavabosu köleliği” de diğer çark kadar elzem hatta herkeslerce kabul edilen “normalliği-meşruluğu” sebebiyle ondan daha da sinsi. Oikos-polis [hane-kent] ayırımlarından günümüze kadar, ev’in “özel” denilen aslında dibine kadar genel ve politik olan bu mekanın kadın kurtuluşu bağlamındaki önemi de tam olarak buradan geliyor.  Evin yukarıda ifade ettiğimiz biçimiyle kurgusu geç neolitikten itibaren, temelde de ilk devletleşme dönemiyle birlikte başlasa da, özellikle patriarkal sermayenin, 19. yy sonları-20 yy’daki “aile ücreti” kavramıyla yani ücret patriarkasıyla atağıyla birlikte daha da sinsileşiyor. Çünkü bu atakla tek taşla iki kuş birden vuruluyor. Hem kapitalist manada “iş-üretim” ve haliyle bütünen toplum derinlikli bir biçimde cinsiyetlendiriliyor hem de işçi sınıfı birliği “patriarka” eliyle bölünüyor. Erkek işçiler ve sendikaların da bu büyük stratejik hatasıyla “evli kadınlar yeriniz dişliler değil kocanızın yanıdır” diyerek evin gösterilmesi, pek çok sendika, iş kolunda bir dönem de olsa kadın üye alımı durduruluyor.

 Üstelik bu sistemsel inşa, 7/24’ü kapsayan bir emek-zamanla, aynı zamanda içine “sevgi” görüngüsünün de katıldığı, kadınların sadece emek-gücü üzerinden değil, “beyinden-rahime” duygusal, cinsel, fiziksel her anlamda sömürüye tabii tutacak kadar programlı işler. Bu çağın lanetli “Sisiphoslarının” yaratıldığı, birbirinden çok farklı, çok biricik görünen ama birbirinin benzeri bu “famuluslarda”, plantasyondaki siyahi bir köle, fabrikadaki bir proleter, sömürgedeki bir isimsiz de olsa erkeğin “efendiliği”, kadının “ilk mülk” olma hali sabittir.

Kadın eşit bir canlı olarak değil, bir “şey” olarak kadın; duygusundan, ruhundan, bilincinden, etinden, kemiğinden tamamen soyutlanmıştır. Bitmeyen bir döngüde, bitmeyen çamaşırları, bulaşıkları yıkayıp; bitmeyen mikropları temizleyip, bitmeyen aç karınları doyurup; bitmeyen sevgi ihtiyacını karşılayıp; bitmeyen şiddete sabır gösterip, konuşunca “anlamaz olan” ilk sus denilen; bitmeyen azarlarla günü tamamlayan, kısacası vitrinin önüne çıkarılmaya hiç layık görülmeden perdesinin arkasında bitmeyen emirleri, istekleri, talepleri yetiştirmeye çalışan bu insan-sının, tüm bu sömürü ortamında “ehlileştirilmesi” de hiç bitmemiştir. Yüceltilmesi gerektiğinde erkek-sevgisi hemen girmiş, anında kutsal ana, sonsuz maşuk, tapınılan eş, sevgili olmuş; fazla sesi çıktığında, isyan ettiğinde bir işe yaramayan, fazla konuşan bir “asalak!” olarak ilan edilmiştir.

Bütün bu tabloda ev üstümüze üstümüze geldi değil mi? Okurken bir daraldık. Şunu da çok iyi biliyoruz ki bu satırlara aynı anda “daralan”, farklı evlerde, dillerde, simalarda, bedenlerde farklı farklı ama birbirinin aynası ‘aynı’ kadınlarız. Kadın milleti, kadın ordusuyuz biz! Ama yanlış da anlaşılmasın bir istisna değil evrensel “de te fabula narratur”muzun içinde de bizler sadece “Cinsiyetin askerleri değil aynı zamanda gerilalarıyız da”**

İşte şimdi bu evler için bize #EvdeHayatVar diyorlar. Sanki bugüne kadar o evler bizi görmüş de yaşam vermiş, nefes aldırmış gibi… sanki bugüne kadar o evlerden hiç tabutlar çıkmamış gibi… sanki bugüne kadar zaman  bize aitmiş gibi. Bir arkadaşımızın annesinin yoruma gerek kalmayan bir biçimde ifade ettiği gibi aslında:

“Biz zaten hep evdeydik ki! Bize her gün karantinaydı. Hayatımızda değişen bir şey mi var?! Onu yıka, bunu giydir, şu yemeği yap derken bütün günümüz evde geçiyordu. Zaten istesek de çıkamıyorduk. Şimdi yasak gelse ne olur!”

Şimdi bu karantina günlerinde tüm bu tarihle birlikte, hem görünmeyen ama aslında her yıl 10.8 trilyon dolarlık üretken emeğimize konmalarıyla,***o evlerde nelerle karşılacağımızı çok iyi biliyoruz! Üstelik virüse karşı artan hijyen gerekliliğiyle, yüklendiğimiz emek-zamanın, kendi elleri kolları yokmuşcasına tepemizden eksilmeyen ellerin, boş karınların, doldur boşalt aynı kirli sepetlerinin yükü daha da fazla üzerimizde. Çıkan infaz yasasıyla, alımları durdurulan sığınaklarla, hiç çalışmayan alo-şiddet hatlarıyla, korona döneminde erkek şiddetine karşı %100 artan ihbarlardan, uzlaşıdan sabırdan başka bir şey bilmeyen bizi gerisin geri eve gönderen karakollarla evde hayat değil, şiddet, sömürü var! Daha şimdiden tüm dünyada erkek şiddeti en az iki kat, Türkiye’de ise “kayıtlı” olan haliyle %38 artmış durumda. Bunun yanında infaz yasasıyla serbest kalan katiller, tecavüzcüler daha tahliye olmadan “Çıkıyorum, şimdi ne yapacaksınız?” diyerek tehditler savurmaya başladılar. Tüm tablo, tablonun yaratıcılarının #EvdeHayatVar söylemlerinin sadece kendileri için hayat yaratma gayesinde olduklarını net bir biçimde gösteriyor zaten. Kaldı ki, nenüz 14 yaşındaki kız çocuklarına, “aile” kefenini biçip, utanmadan “küçüğün rızasına”” bakacağız diyenlerden de bir beklentimiz de yok.  Erkek-devletin bütün topluma biçtiğinin “kullan-at” olduğunun farkındayız.

Burada bir ara parantez geçmek istiyorum. Çünkü bu sömürü hali yaratıcısı da olan erkek-devletler tarafından [doğal olarak] görünmemekle sınırlı değil. Maalesef pek çok devrimci deklerasyona dahi konu edilmeye layık görülmüyor. Üretilen değer, ilk mülk, ilk köle haline getirilen, ilksel birikimin en temel emek gücünü oluşturan yukarıda ifade ettiğimiz “kadın” kurgusu ve açık “feminicide” karşı da, evlerde şiddetle, ölümle, sömürüyle başbaşa bırakılan kadınlar da maalesef “kendi mahallemizde de” hala ikincil!

Tabii, feminist hareket bağlamında baktığımızda, bir yerlerde “görünmek” açıkcası özellikle 40’tan fazla ülkede isyanda olan, son olarak da Meksika’da feminist kadınların anayasa mahkemesini hedefleyen kolektif eylemini yaratan gücünü gördüğümüzde onu durduran bir yerde değil. Çünkü kadınlar, feministler tüm bu ısrarlı görmeme haline karşın uzlaşıya yer bırakmadan eylemeye devam ediyorlar. Yaşamın olağan akışını; kendi tezleri, pratikleriyle çok temel sapmalara uğratıyorlar. [Uğratıyoruz] Yani bir fanusa itilmeye çalışmak, kadın hareketini durdurmuyor fakat “devrim”in kendisi ve esasları  itibariyle ve aynı zamanda onun da inşacısı olan kadınlar olarak baktığımızda  işte esas sorun orada başlıyor, çünkü bu yaklaşımın kendisi devrimin özünü fanusa aldırıyor! Tam da Federici’nin dediği gibi bizim temelde buna rızamız yok. Çünkü derdimiz sadece devrim değil, “aksamayan bir devrim!”

Yazıyı temel hedefinden çok uzaklaştırmadan, işte bizler tüm bu tablo içerisinde, ısrarlı bir şekilde birbirimizi yalnız bırakmamanın, görünmenin, görmenin gerçek yollarının peşine düştük. Rapunzeller olarak bütün bu fiziki mesafelenme gerçekliğinin karşısında prensleri beklemeden, hani onlara pek de paye biçmeden, kendimize saçlarımızdan çeşitli mücadele araçları oluşturduk. Kah “saçlarımızla” kulelerden kaçtık, kah da bu gibi dönemlerde birbirimize doğru uzatarak yol olmanın; yalnız kalmamanın, birlikteliğin, ilkelerimizin, kendimizin hiç de tali olmadığını hep birlikte gösterdik.

Üstelik, isyan ederken, direnirken, değiştirmeye doğru işe koyulurken, hiçbirimiz öyle diğerinden daha güçlü, daha özel, daha üstün de değil. Ses çıkaran her kadın aslında oldukça “sıradan, o kadar da yaşamdan, bir o kadar da basit!”

Tüm bu “sıradanlığın” içinde tek bir güvencemiz var; birlikte ve örgütlü kalmayı başarabilmek.  Yanımızda, yöremizde bir kadın bulduğumuzda sığınabilmek, çoğalabilmek.

Birbirimize bakarak olmak, yurt olmak, hep gözet-le-mek. Çünkü günler gerçekten çok ağır, hiç küçümsemeyelim, kadın dayanışması “gerçekten” yaşatır, unutmayalım.

* Mariarosa Dalla Costa, “Kadınlar ve Toplumun Alt Üst Edilmesi”, Otonom yay,

**Aksu Bora, “Kadınların Sınıfı”, İletişim yay.

*** Detay ve kaynak için: https://terrabayt.com/manset/karsiligi-odenmemis-bakim-emeginin-degeri-kuresel-teknoloji-endustrisinin-uc-kati/

Paylaşın