Gündem, Umut Yazıları

Ölümsüzlere yoldaş olanlar anlatıyor. Savaşanlar Konuşuyor… -2- Hazırlayan / Derleyen: Bekir Yaman

Ve nihayet cephedeyim. Karanlığın içerisinde satırın hemen ardında ilk nöbet görevim. Benim mevzilendiğim satırın önünde küçük bir su yolu var. Bu su yolunun bitiminde başlayan arazide ise Ortaçağ karanlığından boy vermiş barbar çetelerin barındığı köy bulunuyor. Etrafı izliyorum. Bir yandan da kulağımı durağan sessizliğe hareket ekleyecek yeni seslerin varlığına yoğunlaştırıyorum. Her türlü ani sızmalar ve saldırılar yapılabilir uyarısı yeni seslere yoğunlaşmış kulağımda küpe olarak duruyor. Silahın, silahlı mücadelenin ayrı bir özgüveni var. Bugüne kadar karşımızda hep silahlı olarak örgütlenmiş ve saldırıları karşısında caydırıcı araçlardan mahrum edildiğimiz, savunmaya mahkum bırakıldığımız zulüm diktatörlüğüne karşı saldırı kabiliyeti kazandıran bir özgüven. Biz ne kadar kendimizi savunmayı dert ediyorsak, silahlanmış güçlerimiz karşısında onlar da kendi savunmasını dert edinmek zorunda. Onlar da güçlerimizin her türlü devrimci eylemleri karşısında teyakkuzdalar. Bir yandan alan savunuluyor, diğer yandan çetelere karşı kesintisiz devrimci taarruzlar gerçekleşiyordu. Tam su uyur düşman uyumaz diye odaklandığım esnada, satırın hemen altında ki sudan hareket sesleri geldi. Sorumlu arkadaşa seslendim. “Heval… Yoldaş…” ses yok. Çok geç olmadan hamle yapmalıydım. Hareketlerini bozmak, hedeflerini şaşırtmak üzere yerden bir taş alarak seslerin geldiği yerin biraz ilerisine fırlattım. Bir iki saniye kesilen sesler yeniden gelmeye başladı. Artık sesin geldiği yeri hedef almalıydım. Çıkan seslerin seyrekliğinden ve aynı noktada yoğunlaşmasından çok sayıda olmadıklarını düşündüm. Namlumu genel bir alana yönlendirerek taramaya başladım. AK-47’ nin sesi adeta bir slogan gibi yırtıyordu gecenin sesini. Karşı saldırı gelmeyince elimi tetikten çektim. Kulaklarım kurşun seslerinin başladığı esnada bir kaç hareket sesi daha geldiğini fark etmişti. Ama şu an kulaklarımda çınlama sesinden başka ne bir ses duyuluyor, ne de bir hareket gözlenmiyordu. Görevli arkadaş kısa sürede yanıma ulaştı. Yanımda mevzilendikten sonra ne olduğunu sordu. Ona da anlattım yaşananları. Bir ışık vasıtası ile durumu kontrol edecektik. Feneri o yöne doğru yöneltti. Su olağan halinde duruyordu. Fenerin açısını bir miktar genişletince suyun kenarında ıslak halde yatan köpeğin ışığın gözüne gelmesinden duyduğu rahatsızlıkla ayağa kalktığını gördük. Sevinçle mahcubiyet arasında ince bir çizgide durdum. Masum bir canlının yaşamına devam ediyor olması elbette sevindiriciydi, ancak kurşunların arasında hiçbir darbe almadan yaşayan şey, az önceki köpek kadar masum amaçlarla orada olmayan bir canlı olabilirdi. Muhtemelen de bu köpek gibi masumca su kenarında uzanıp beklemiyor olacaktı. Işığı köpeğin üzerinden çektikten sonra sorumlu arkadaşla gözlerimizi birbirimize çevirdik. Yarı şaşkın, yarı söylenmeli de olsa biz yine de sorumlu arkadaşla gülme hakkımızdan ödün vermedik. İşte cephe deneyimim bu perdeyle açılmış oldu.

Cephede uyuyor, cephede uyanıyor, cephede yaşıyorduk. Ülkeden tanıdığım bir çok yoldaşla burada konumlanmıştık. Bir yandan da bazı arkadaşlar timler halinde düşman cephelerine sızarak şok baskınlar yapıyordu. Telsiz seslerinden genel durumu kavramaya çalışıyorduk. Patlama haberi geçti, belirli belirsiz bir anonsa daha “Şehit arkadaş var”. İsimlerin, kimlerden, nereden olduğunun hiçbir ayrımı olmayan bir yoldaşlaşmayla yaşıyorsunuz. Her şey iki olguyla ayrışıyor. Bizimkiler ve düşman. Yeryüzünü cehenneme çevirenlerle, cenneti yeryüzüne indirmek isteyenler arasındaki kıyasıya bir savaş. Ne onların bir milleti var, ne de bizim… Uzlaşmaz ayrımımız saf tuttuğumuz yerdir. Aynı safta olanların zaferleri de, acıları da, kaderleri de ortak oluyor. İnceden ve içinden “Bu yürek hiç susmayacak” diye mırıldanarak yeni bilgileri ve detayları duymak için kulağını telsize, parmağını tetiğe, gözünü düşmana çeviriyorsun. Sanırım 2-3 saat sonraydı genel adıyla “Çepi tırk”, özgün adıyla “Özgürlük Güçleri” diye bilindiğimiz bu coğrafyada, önder komutan, yoldaş her zaman yaptığı gibi bulunduğumuz cepheyi ziyarete gelmişti. Hamleler dışında kalan zamanında sık sık bulunduğumuz cepheleri ziyaret eder, genel durum ve bizlerin durumu hakkında konuşurduk. Bize doğru yürüdüğünü görünce bir araya toplanarak karşılamak istedik. Bir tuhaflık vardı var olmasına ama ondan duymak istemişcesine sessizdik. Bize doğru yürüyüşünü tamamlayınca karşımızda durdu ve neredeyse bir süre hiç ses etmeden tek tek hepimize baktı. Yüzümüze ve gözlerimize odaklanmıştı. Sanki tek tek bize değil ona bakıyor, onu görüyor, onu uğurluyordu. Sonra konuşmaya başladı. “Başımız sağ olsun, parti sağ olsun, komutanımızı kaybettik, o bizim çocuğumuzdu…” Kimse üstüne bir cümle kurmadı, kimse birbirine bir şey sormadı. Namlusunu göğe çevirdiğim, dipçiğini toprağa sabitlediğim tüfekten güç alarak, uzunca bir süre sabit durdum. Her insan acılı bir anında, bir yerlere tutunarak güç alır, kimi ağaca, kimi duvara yaslar sırtını, kimi bir masaya koyar ellerini, kimi dostunun omuz başına, çünkü hafif dizlerinin bağı çözülür hissedersin, ama nasıl bir yaşam sürdüğünü bilerek, ona yakışır biçimde dik durmak istersin. Neredeysen oraya uygun araçlardan güç alarak yaparsın bunu. Şehirdeysen duvara yazdığın “ölümsüzdür” yazısında sımsıkı tuttuğun spreyden, eylemde boğazını yırtarcasına attığın “bedel ödeteceğiz” sloganından, cephede avucunun içiyle sımsıkı kavradığın silahından güç alırsın dimdik dururken. Öyle de durduk. O ayakkabılarını sımsıkı bağlayarak saatini devrime ayarlayan, düşmanın kapısını çalmasını beklemeden düşmanın yuvasına giren Rasih komutandı. Hamle sırasında geçtiği satırın ardında göğü fethe çıkmıştı. 59 gün sonunda on binlerince insan tarafından ekildi toprağa. Rasih, “aziz” bir davanın iki coğrafyada filizlenen kardeşlik çiçeği oldu. Daha önce sessizce ve gizli geçtiği sınırdan, bu defa gürültüler kopararak, haberlere konu olarak, adına eylemlerin yapıldığı, öykülerin yazıldı, türkülerin okunduğu öncü bir devrimci olarak geçiyordu. Rasih olduğu topraklardan, Aziz olduğu topraklara onu uğurlayan on binlerce omuzun üstünde yıldızlara bakarak gidiyordu. Tıpkı o çok sevdiği “Delikanlım – iyi bak yıldızlara” şiirindeki gibi…

“Bir çay molası verelim mi?” diye sordu. Evet anlamında hafifçe başımı salladım. Boş bardakları masadan alarak ocağa doğru uzaklaştı. Gelişini beklerken, anlattıklarını düşünüyordum. Bakışlarımı yukarı çevirdim. Gökyüzü muazzam bir parlaklıkta yıldızlarla doluydu. Burada toprak gökyüzüne çok mu yakın, yıldızlar neden bu kadar belirgin görünüyor, yoksa yaşamla ölümün dörtnala yarıştığı bu coğrafyada, göğe yükselen yüzlerce yıldızın ağırlığından gök, yere mi yaklaşıyordu. Ya da toprak özgürlük uğruna savaşan on binleri bağrına bastığı için mi yükseliyordu. Ayak sesleri yakınlaştı, çaylar gelmişti. Masaya bırakılan çaylara eşlik etsin diye sigaralar yakıldı. Bu arada yokluğunda düşündüklerimi detaylandırmadan, “Yıldızlar ne kadar da yakın” diyerek dikkatini oraya çektim. Kısa bir süre o da baktı ve konuşmaya başladı. Bunlar yön bulmada tam bir pusuladır. Ben de burada öğrendim. Askeri eğitim aldığım dönemdi, bana komutanlık ediyordu. Yanıma geldi, işaret parmağını gökyüzünde parlayan yıldızlara uzatarak bak dedi. Şu gördüğün yıldızın adı kutup yıldızıdır. Ona doğru yürürsen kuzeye gidiyorsun demektir. Yüzün ona dönükken sol kolun batıyı, sağ kolun doğuyu, arkan güneyi gösterir. Eğer karanlıkta yönünü, izini şaşırırsan başını gökyüzüne kaldır, kutup yıldızını ara, o her zaman orada gökyüzünde durur, nerede durduğunu, hedefinin hangi yönde olduğunu söyler sana dedi. İlerleyen aylarda kendisi bana öğrettiği gibi yaptı, kutup yıldızına, kuzeye doğru yürüdü. Seyit Rıza’nın ayak izlerinin olduğu dağlara, Çerkeslerin “Adige Nisa” ezgisini taşıdı. Hep direnişin, direnişçilerin izinde yürüdü, yolu yılgınlık ve moralsizlik kavşaklarına hiç yaklaşmadı. Bugün diyebilirim ki, savaşa ait bir çok şeyi ondan öğrendim. Mehmet Ali, o gün bana yıldızlara bakarak yön bulmayı öğretmişti, şimdi baktığımız o yıldızlardan biri. Artık ona bakarak yönümüzü belirliyoruz. Kim gece karanlığında kaybolduğunu düşünüyorsa, yıldızlara baksın, Barış’a baksın, o gitmeniz gereken yönü işaret ediyor. O düşmanın “gölgesine” bile savaş açmış, düzenin hiçbir emaresiyle uzlaşmayan bir devrimci olarak sesimize soluk oluyor.

Burada acıyı öfkeye çevirmek zorundasın. İnsanların ölümüne, açlığına sebep olan ne, yoldaşlarımızı aramızdan alanlar kim, ne için savaşıyoruz? Bunlarla acın öfkeye, öfken ideolojik bilince, bilincinde tetiğe uzanıyor. O tetiği çeken sadece işaret parmağının hareket etmesi değil, o işaret parmağına talimat veren beyindir, o beyni herhangi başka bir canlının beyninden ayıran şey ise bilincindir. Bu politikleşmiş bir bilinç, yani sınıf bilincidir. Yaşama da, ölüme de anlam veren tek doğru. Bu kadar genç yaşında, bu kadar insan macera olsun diye girmedi bu savaşa, tercih ettiğimiz yol zulümle diz çöktürülmeye çalışılan insanın ayakları üzerinde yaşama kararlılığıdır. Özgür yaşama kararlılığıdır. Evrimin yasalarını kanla, katliamla, kırbaçla, kafesle durdurmayı deniyorlar. Bu doğanın, insanın yasalarına aykırı, o nedenle ne kadar uzun sürse de, ne kadar acı çekilse de sonunda kaybeden hep onlar oluyor. Üç yüz bin yıl önce ayağa kalkan insanı, evsiz bırakarak, aç bırakarak, işsiz bırakarak, dilendirerek, yalvartarak, “onursuzlaştırarak” diz çöktürmeye ve yönetmeye çalışıyorlar. Biz, insanlık onurunu ayaklar altına almaya çalışan iktidar gücü karşısında bir anlamda “onuru”, temsil ediyoruz. “Bu zindan, bu kırgın, bu can pazarı, macera değil. Yaşamak, sade yaşamak, yosun, solucan harcıdır” diyor Ahmet Arif, peki insan yaşamını yosundan, solucandan ayıran nedir? Onu da Bedrettin cevaplıyor. “Gururumuzdur bizi hayatta, dimdik ayakta tutan”. Bizi ayakta tutan da onun bizlere miras bıraktığı bu gururdur. Bir insan düşünün, dünyadaki tüm mülkiyet ilişkilerini reddediyor, sen, ben, başkaları daha fazla acı çekmesin diye en değerli olan şeyi, hayatını ortaya koyuyor. Bedrettin o gün güzergahında mayınlı bir bölge tespit ediyor, durumu ilgili birime rapor ediyor. Bir başkası olsa yoluna devam edebilirdi, ya da ne kadar sürecekse sürsün ilgili birimin gelmesini bekleyebilirdi, lakin tanıyan herkes bilir ki, Bedrettin böyle yapamazdı. Yolda bir riskle karşılaşılmışsa, o geride kalanlara bırakılmadan, yüklenilmeliydi. Oraya müdahaleye geleceklerden önce, bu durumdan bilgisi olmayan yoldaşlarından biri geçse ve fark edemezse ne olacaktı? Cevabı kendini feda etmek oldu. Devrimci yaşamında, mapusluğunda, şehir eylemlerinde, cephede hep böyleydi, geride kalacakların, yeni yoldaşların, tırnağı taşa değmesin diye, ortada bir risk varsa herkesten önce o aday olur, buzkıran olarak yolu açmak, temizlemek isterdi. Partinin Kasım Atılımı hazırlıkları başladığında kendisi giderek talep etmiş, demiş ‘Böyle bir gidiş de ben de olmalıyım’. Bu talebi gerçekleşti, ilk gidenlerden oldu, ilk ölümsüzleşen oldu. Komünarların yoldaşlaşma karakteri Bedo’nun karakteridir, Bedo buzkırandır.

Bu yazı dizisinin devamı yarın paylaşılacaktır.

Yazının ilk bölümü için ;

https://umutgazetesi17.org/arsivler/31065
Paylaşın