Gençlik, Gündem, Umut Yazıları

Devrimci Liseliler’e çağrı – Alaz Ateş

Gerici hükümet 15 Şubat’ta salgın nedeniyle kapalı tutulan okulların açılması kararını aldı. Bakan, “toplumun geleceğini kaybetmemek” için bu kararı aldıklarını söylüyor.

Gerici faşist iktidar üyelerinin ağızlarındaki konu “gelecek” olduğunda öncelikle anlaşılması gerekenin kendi soygun ve talan düzenlerinin geleceği olduğunu biliyoruz.

Hele ki gerici “milli eğitim” bakanı Ziya Selçuk’un AKP iktidarıyla birlikte başlattığı özel okul işletmeciliğinin bugün 3bin civarında öğrencisi olan özel okullar ve çocuk yuvaları toplamına vardığını bildiğimizde, bu kararın gerici faşist iktidarın soygun ve talan mekanizmalarının çalıştırılması ihtiyacıyla ne kadar özdeşleştiğini anlamak mümkün olacaktır. Keza, özel okul sahibi patronların yeni öğrenci-müşteriler kazanabilmesi için daha önce durdurulan öğrenci nakillerinin yeniden başlatılması doğrultusunda bugünlerde alınan karar da gerici faşist iktidarın eğitim politikalarını soygun ve talanla nasıl özdeşleştirdiğinin somut bir kanıtı olarak karşımıza çıkmış bulunmaktadır.

Ancak konu elbette ki sadece Ziya Selçuk’un ve üyesi olduğu harami çetesinin akçelenme arzusu üzerinden ele alınmamalıdır.

Yeniden buraya dönmek üzere konunun şu genel çerçevesi kavranmak zorundadır:

Salgın ve buna karşı yürütülen politikaların emperyalist kapitalist düzenin küresel ve yerel ölçekteki iktidar ve hegemonya sorununa bağlı geliştirildiğini biliyor ve gözlüyoruz. Uluslararası finans kapitalizm 70’lerden beri sürdürdüğü neoliberal politikaları emperyalist yayılma politikalarıyla ayakta tutmayı başaramayınca kendi kriz döngüleri içinde bir yeniden yapılanma ve sürdürülebilir bir yeniden birikim sürecini sistemleştirme zorunluğu içine düştü. Salgına bağlı olarak özellikle küçük ve orta mülkiyetin tasfiyesi, teknolojik yenilenme, yüksek bir sermaye yoğunlaşması ve bu sermaye merkezi üzerinden geliştirilen devlet hegemonyasıyla küresel sisteme yeni bir biçim vermek, içinde bulunduğumuz dönemin en yukardan belirleyici karakteri olarak gündemimize girmiş durumdadır.

Uluslararası emperyalist burjuvazinin bu küresel operasyonuna karşı başta proletarya gelmek üzere halk sınıflarının siyasal bir karşı çıkış ve toplumsal bir itiraz oluşturmaması için uygulanan yöntem ise “salgının yayılmasını engellemek” üstüne gerekçelendirilen kilitlenmeler oldu. Özellikle geçtiğimiz sonbahardan bu yana öne çıkarılan “ikinci dalga” salgınıyla bu kilitlenmeler iyice yükseltildi. Dünyadaki uygulamaları bir kenara bırakırsak Türkiye’deki kilitlenme uygulamaları toplumu neredeyse haftanın yarısında eve kilitleme düzeyinde yaşanıyor. “F tipi” yaşam bir toplumsal tarz haline getirilmek isteniyor.

Elbette, insanları evlerine kapamak açısından salgın rakamları nasıl şişirildiyse, toplumun devlet uygulamalarına sessizliği ve itaati ölçüsünde kilitlenmenin getireceği sorunları yumuşatmak adına şimdi de salgın ölçümlerinde düşmeler keza kamuoyuna pompalanıyor.

Emperyalist burjuva hükümetlerinin ülkeden ülkeye değişen salgın önlemleri ve kilitlenme dereceleri bir genel eksene bağlı olmakla birlikte ülkelerdeki toplumsal huzursuzluk potansiyeline göre de şekillendiriliyor.

Dolayısıyla dünyanın hemen hiçbir ülkesinde görülmediği haliyle haftanın yarısında toplumu evine kapatma uygulaması ülkenin içinde bulunduğu ekonomik ve siyasal krizin şiddetinin de bir ölçüsü olarak ele alınmalıdır. Türkiye yüksek işsizlik ve pahalılık düzeyleri ve milyarlarca dolarlık döndürülemez borç yükü altında sürekli küçülen bir ekonomi halinde. Bu durumda, devrimci sosyalistlere ve Kürt özgürlükçülerine yöneltilen saldırılardan, özel silahlanma çabalarından kolayca görebileceğimiz gibi egemen gerici faşist iktidar kendi geleceğini esas olarak uygulayabileceği şiddet düzeyine bağlamış durumdadır.

Ve açık ki toplumsal desteğin gün güne eridiği bir iktidar açısından toplumda biriken basıncın olabildiğince boşaltılması şiddetin başarılı olabilmesi için de bir ön koşuldur. Onlar da biz de biliyoruz ki, sermaye sınıflarının dünyadaki bütün kanlı diktatörlükleri ellerindeki korkunç baskı araçları ve uygulamalarına karşın halkın öfke seliyle süpürülmekten kurtulamamışlardır. Şimdi toplumları bu aç-kapa yönetimine alıştırmanın bir gereği olarak toplumsal basıncın kısmen buharlaştırılması gündemdedir.

Çünkü, bir diğer taraftan görülmektedir ki, salgın ve kilitlenmelerle ilgili siyasal gerçekler bir taraftan yaşamın bizzat kendisi eliyle, bir diğer taraftan ise devrimcilerin ajit-prop’uyla açığa çıkmaya başlamıştır.

Hatırlanacaktır; salgınla birlikte emperyalist burjuvazi ve onun halk sınıfları içindeki beşinci kol faaliyetini yürüten oportünist ve reformist sol kilitlenme sloganları attılar ve emperyalizmin doğrudan politik uygulamalarına koşut “sağlıkçı” politikalar savundular. Hükümet de işine geldiğince bunu uygulayınca TTB’den düzen soluna kadar hepsi sus pus olup köşelerine çekildiler. Görevlerini hakkıyla yerine getirmişlerdi.

Şimdilerde ise, dünün kilitlenme şampiyonluğunu yapan devlet solunun organlarında bile önce “bir de şöyle raporlar var” diyerek okullardaki kilitlenmelerin kalkması doğrultusunda “veriler” yayınlanıyor, ardından da “bilim ve aydınlanma” adına tıpkı bakan Ziya Selçuk gibi “gençlerimizin ve geleceğimizin hayrına” kilitlenmelerin açılması öneriliyor, savunuluyor.

Hele ki sınıf mücadelesini reddeden düzen uzlaşmacı bir manifestoyla yönetime gelen Eğitim Sen başkanı, okullardaki kilitlenmelerin kaldırılmasını “okullarda hastalık yayılmıyor” teziyle gerekçelendirerek savunuyor.

Bu yaklaşımların öncelikle hükümet politikalarıyla uyumunu bir kenara not etmelisiniz. Gelecek sonbaharda şimdiden pazarlandığı üzere yeni mutasyonlar ve yeni tür virüsler gündeme geldiğinde burjuva hükümetlerle birlikte gene bu eğilimler, tıpkı bu yılın başından bugünlere kadar yaptıkları gibi yeni ve daha katı kilitlenmeleri savunacaklardır. Bugün açısından ise okullardaki kilitlenmelerin açılması sadece gerici Türk hükümetinin değil aynı zamanda örneğin, salgında en çok zayiatı veren Amerika’nın yeni hükümetinin de politikasıdır. Biden, Şubat ortasında okulları açacağını duyurdu. Almanya’da da öyle olacağı bekleniliyor.

Konunun aslına bakılacak olursa, Covid-19 salgınının, klasik salgın normlarıyla ölçümlendiğinde bütün bir toplum hayatını kilitleyecek olağanüstü bir hal gerektirmeyen düzeyde olduğu en başından beri bilinmekte ve görülmekteydi. Ancak yukarıda söylediğimiz gibi uluslararası emperyalizmin 2008’den beri beklenen çöküşüne karşı “sürdürülebilir” bir kapitalizm için mevcut sistemin ağırlıkla yapı bozuma uğratılarak yeniden yapılandırılması konunun belirleyici ögesi olunca tutarsız salgın politikaları, dünkü iddiaları ertesi gün yalanlayan istatistikler, deneme sürecini tamamlamamış aşılar hep buna göre önümüze getirildi, hayatımıza sokuldu. Emperyalist burjuvazinin hedefi dünya ölçeğinde kendi sömürü ve hegemonyasını yeniden kurumlaştıracak bir “yeni normal” inşa etmekti, bizim ise buna karşı politikamız, Lenin’in emperyalizmin krizi koşullarında belirlediği devrimci proleter misyona göre “devrimci normal”in oluşturulması olmalıydı, olmalıdır.  

Yani, krizdeki kapitalist üretim ilişkilerine toplumun üretici güçleriyle devrimci müdahale yapabilecek mevzilenme hattını kaybetmemek, oluşturmak ve güçlendirmek, bunun için de toplumda yabancılaşmayı, örgütsüzlüğü geliştiren kilitlenmeye karşı tutum almaktır.

Yani üretim ve eğitim süreçlerinde salgına rağmen ve salgına karşı sınıf mücadelesini ilerletmek ve geliştirmektir.

Zaten ülkede ve dünyada proletarya bizim dememize kalmadan bu doğrultuda tavır aldı. Dünyanın her yerindeki grevler ve proleter gösteriler emperyalist burjuvazinin kilitlemelerine rağmen gelişti. Ülkemizde de proleter mücadele siyasal mücadeleye söylem ve davranış örnekleri oluşturacak kertede öne geçti.

Bugün uluslararası burjuvazi ve AKP-MHP faşist iktidarı kilitlenmeyi okullarda kaldırmaya yöneliyorsa bu düzen solunun savunduğu gibi gençlerde ve okullarda salgının bir etkisi görülmediği için değil, mücadelenin ve sürecin bu niteliği gereğidir. Nasıl ki salgının düşük değerli etkisine ve okullarda bu etkinin daha da düşük olduğu doğrultusundaki verilere karşın aksi belirlemelerle toplumu denetim altına alma adına on ay boyunca okulları kapalı tuttularsa şimdi düşük verilerle iktisadi ve sosyal basıncı düşürme denemesindeler.

Evet, salgının ve okullardaki etkisinin düşük değeri bir gerçeklikse de bu, ortamda böyle bir virüsün dolaşmadığı anlamına gelmez. Covid-19’un toplumsal bazda düşük ölçülerde de olsa gençlerin de hayatına mal olduğu, sonuçlarının gelecekte açığa çıkacağı koşullarda onları da olumsuz etkilediğine dair tezler ve veriler biliniyor. Ayrıca öğretmenler ve ailelere kadar açılan bir sosyal çeper söz konusu. Dolayısıyla sınıf uzlaşmacı oportünist ve reformist solun önerdiği gibi sanki hiçbir şey yokmuşçasına “normal” bir eğitime dönülemez.

Bütün hazine gelirlerini yağmalayan bir iktidarın halkın sağlığına harcayacak beş kuruşunun olmadığı ve halkı “kader”ine mahkûm ettiği koşullarda üretim-eğitim ve sağlık faktörlerini bir araya getiren bir mücadele hattı hem bütün ezilenleriyle toplum sınıflarının ihtiyacıdır hem de ekonomik ve salgın krizi bileşkesini toplumun iyice yükselen değişim talebi doğrultusunda devrimci tarzda ve devrim için değerlendirmek siyasal bir görevdir.

Bu çerçevede geçtiğimiz yıl Yunanistan’daki orta öğrenim gençliği oldukça yol gösterici bir eylem hattı izledi. Sağlık koşulları sağlanmayan okullarda, 15 kişilik sınıflar, buna el verir tarzda öğretmen kapasitesinin ve temizlik personelinin artırılması gibi taleplerle geniş çaplı boykot hatta işgaller örgütledi. Öğrenci gençlik eylemini yer yer proletaryanın değişik alanlardaki direniş ve gösterileriyle de birleştirdi. Ancak salgın gerçeğinin emperyalist burjuvazinin politikalarında nasıl bir yere oturduğunu bilince çıkartamayan solun kilitlenme önlemlerine uyumuyla bu direnişler söndü.

Şimdi Türkiye’de orta öğrenim gençliği benzer bir eşiktedir. Salgına karşı gerekli önlemlerin alınmadığı koşullarda gençlerimiz eğitime sürülmek isteniyor. Öğrenci gençlik buna karşı mücadeleyi, doğrudan okullarda sürdürmek üzere derhal ve hızlı bir şekilde örgütlemelidir. Hem gerici faşist iktidarın “sürü bağışıklığı” politikalarına, hem de düzen solunun “bir şey olmaz” söylemli işbirlikçi teslimiyetine karşı Yunanistan’daki yoldaşlarının taleplerine koşut taleplerle süreç karşılanmalıdır. Bu taleplerin karşılanmadığı koşullarda okullar toplumun değişim talebinin de temsili olabilecek kertede bir mücadele mevziisi haline dönüştürülmelidir. Yoksul ve emekçi mahallelerindeki okullar halkın doğrudan desteği ve koruması altına sokulacak şekilde alan örgütlenmelerine gidilmelidir. Eğitim-Sen merkez politikasına rağmen ilerici, demokrat, yurtsever öğretmenler bu çizgide örgütlenmelidirler, vb…

Öğrenci gençlik geleneksel olarak Türkiye halk muhalefetinin ateşleyicisidir. Boğaziçi Üniversitesi öğrencilerinin direnişinde kısmen bu açığa çıktı ama ondan daha fazla açığa çıkan öğrenci gençlik örgütlenmesinin ve yöneliminin yetersizlikleriydi.

Bunun sorumlusu elbette öğrenci gençlik değildir. Onlar, konumları gereği öğrenme sürecinde ve ihtiyacındadırlar. Onlara yol gösterme görevi bu iddiadaki devrimci ve sosyalist siyasal kurumlara aittir. Dolayısıyla eksik ve zaafların sorumluluğu bu yapılardadır. 

Salgın ve kilitlenme süreci göstermiştir ki, Türkiye sol ortamı neredeyse istisnasız bir şekilde burjuva politikalara uyum göstermiş, bütün düşük düzeyine karşın proletaryanın mevcut mücadelesinin bile çok gerisinde kalmıştır. Bunun nedeni Türkiye devrimci ve sosyalist ortamının 90’lardan beri gelen oportünist, yasalcı, kendiliğindenci mücadele döneminden nitelikli bir kopuşu henüz gerçekleştirememiş olmasıdır. Türkiye devrimci ve sosyalist ortamı en ilerisiyle, Stalin’in deyimiyle, “en az direniş çizgisi”nde yürümektedir. Dolayısıyla sürece ilişkin değerlendirme ve taktik yönelimleri de buna uyumlu, yani düzeni zorlayıcı olmayan bir çizgide gelişmektedir.

Öğrenci gençlik, kendi tarihsel değerlerine sahiplik içinde bütün bu engelleri aşabilecek, yani hem burjuvazinin hem de reformist siyasal önderliklerin kilitlerini kırıp parçalayabilecek potansiyele sahiptir, hele ki Dev-Genç ruhuyla şekillenen Devrimci Liseliler bütün bu uygun koşullar içinde niçin bizim iç Kültür Devrimi’mizin de ateşleyicisi olmasınlar?

Paylaşın