Seçtiklerimiz

Birleşik Devrimde İşçi Sınıfı ve Kentler – Kemal Taşyakan

Devrimci siyaset açısından işçi sınıfı öncülüğünde kent ayaklanmacı devrim strate­jisi, birleşik devrim fikriyle iç içe geçen yeni bir niteliğe sıçramıştır. Bu nitelik, “dayanışma” ve “destek” gibi kavramsal olguların çok ötesine uzanan “proletarya diktatörlüğü” hedefinin gerçekleştirilmesi yürüyüşünde, devrimin niteliğini, bileşimini, hangi sınıflar üzerinden yükseleceğini belirleyen ana strateji ile bütün­leşerek, bu stratejinin doğrudan parçasını ve bütünlüğünü nitelemede programatik düzeye ulaşmıştır.

Bu aynı zamanda “iki ülke, iki devrim” gerçekliğini ıskalamadan her iki devrimin de özgünlüğünü içerecek biçimde mücadele­nin birleşik bir merkezde / kurmaylıkta bu­luşmasını, birbirine nitelik kazandırmasını, birbirinden etkilenmesini, “aynılaşmadan” iki coğrafya özgünlüğüne uygun farklı taktikl­eri birleşik merkezde bütünleştirmeyi zorunlu kılar. Kürt Özgürlük Hareketi’nin yoksul, köylü sınıflara dayalı, sömürgeciliği hedef alan ve işgal altındaki dört parçada “eşitsiz” gelişim gösteren Kürdistan devriminin, anti-sömürge­cilik üzerinden yükselen mücadele ritmi, yön­temi, işçi sınıfı öncülüğünde yükselecek olan ve sömürüyü hedef alan Türkiye devriminin ritmi ve yönteminden farklılıklar taşıyacağı tartışma götürmeyecek kadar nettir. Bu kadar net olan diğer belirleme ise; iki özgün duru­mun hedefindeki iktidar gücünün aynı olduğu ve iki halkın öncü güçlerinin, kendi coğrafy­alarında komün gücüne dayalı gelecek inşası hedeflemesidir. Bu gerçeklik Türkiye ve Bakur hattında iki halkın kime karşı, ne için sorusu­na cevap olarak birleşik mücadeleyi üretirken; dört parçaya yayılmış Kürt özgürlük mücade­lesi ve onunla birleşik mevziler kuran Türkiye devrimcilerinin varlığı düşünüldüğünde, bu durum -Türkiye Bakur devrimi kadar- Or­tadoğu’da bölgesel devrim süreçlerini et­kileyebilecek niteliği ve yaygınlığı taşımaktadır.

Burada birleşik devrim fikrinin hak ettiği yere ulaşması, milyonların kurtuluş umuduyla zafer gücü haline gelmesi, genelde Türkiye devrimci güçlerinin, özelde ise devrimci siyasetin, Tür­kiye devriminin özgünlüğüne uygun konum­lanmasından ve stratejiyi işçi sınıfı içerisinde kitlesel bir güce dönüştürmesinden geçmekte­dir. Devrimci siyasetin birleşik devrim fikrinde konumlanması bir neden değil sonuçtur. Onu birleşik devrim fikrine taşıyan olgu kuşkusuz doğrudan kendi programatik yönelimidir. Baş­ka bir ifadeyle söyleyecek olursak; iktidar per­spektifli Türkiye gerçekliğinde, devrim hedefi taşıyan sömürgecilik meselesinde Leninizmin ayak izlerinden yürüyen her strateji, birleşik devrim fikrine yüzünü dönmek ve devrimci savaşa nitelik kazandırmak sorumluluğu ile yüz yüzedir. Böyle bir devrimci savaş stratejis­ine sahip olmak, komünarları birleşik devrim fikrinin öncülerinden/öznelerinden biri haline getirmiştir. Leninizmin kaidelerinden utan­gaçca uzaklaşanlar için ise siyaset “yasalcılık” temelinde gelişerek, Türkiye’deki ihtilalci devrimcilerden uzaklaşmayı ve enternasyo­nalizmi Kürt yasal partileri ile dayanışmacılık temeline indirgeyerek mesafelenmeyi dayat­mıştır. Devrimci siyasetin 2010’lardan başlayan savaşçı komünist parti inşası tartışmaları, yine adım adım burjuva meşruluğunu yırtarak geliştirdiği pratiği ve statükoculuğu dağıtma kararlılığı onu bugünkü stratejisine ve devrime aday öncü partiler düzeyine taşımıştır. Bugün, bu öncülük birleşik devrim fikrine “kent ay­aklanmacı” bir tarz kazandırılması konusun­da güçlü bir nitelik girdisi sağlamıştır. Aynı zamanda birleşik devrim fikrinde buluştuğu güçlerden ortak mevzilerde edindiği “savaş” tecrübeleri ile devrimci siyaset bu sürecin hem öğreneni, hem öğreteni olarak yer almakta ve tam da önceki ifadelerine uygun olarak tekil tekil kendi özgünlüklerinde gelişen nitelikleri ve birikimi Türkiye ve Kürdistan devriminin ortak niteliğine dönüştürülmesi olarak me­seleye yaklaşmaktadır. Bunu birleşik devrim bileşenlerinin her açmazını kendi açmazı, her ileri mevzisini kendi mevzisi olarak görmeyi gerektiren Türkiye ve Kürdistan devriminin başarıya ulaşması için yoldaşlaşmanın gereği olarak ele alır.

Kürdistan devrimi, ulusal kurtuluş mücade­leleri bağlamında çeşitli sınıfsal farklılıkları çevresinde barındırmakla birlikte esas olarak, yoksul köylü hareketinin devrimi olacağını, geliştirdiği mücadele pratikleri ve harekete geçirdiği sınıfsal bileşimle ortaya koymuş­tur. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin etme özgürlüğü dahilinde ortaya koydukları pro­gram, dört parçada yaşayan diğer halklarla birlikte özgürleşme mücadelesi olarak yansı­maktadır. Bugün açısından Kürdistan devri­minin öncü gücü, kapitalizme içsel bir olgu olan “ulus devlet” yerine “demokratik ulus” olarak formüle ettiği demokratik özerklikler çerçevesinde “konfederal” bir yönelim belir­lemiştir. Bu anda ya da gelecekte “ayrılma hak­kını” ortadan kaldıran bir durum değil, aksine saklı bir hak olarak Kürt halkının en demokra­tik hakları arasında, ezen ulus devrimciler­inin savunmaya devam edeceği bir kuraldır. Bugün Kürt Özgürlük Hareketi’nin, ezen ulus devrimcileri ile kurduğu ortaklığın nedeni “bir arada özgür yaşam” paradigmasının so­nucu mudur? Bugün için buna evet demek yerinde bir cevap olmaz, çünkü “bağımsız Kürdistan” savunulu yıllarda da bilinmektedir ki, yine ezilen ulus, ezen ulus devrimcileri­yle birleşik mücadelenin araçlarını üretme­de çaba içerisinde oldu. Türkiyeli devrimciler açısından da birleşik devrim fikrine yaklaşım, Kürt hareketinin “ayrılma” ya da “birlikte yaşam” hakkından bağımsız olarak ele alın­ması gereken; Türkiye devriminin ve Kürdistan devriminin birbiriyle iç içeliği, doğrudan et­kileme/tetikleme dinamiğine bağlı olan özgün bir nitelik taşımasıdır. Bu nitelik, ezilen ulusun mücadelesini “destekleme” prensibinden öte Türkiye devrimini etkilemedeki taşıdığı nite­likte saklıdır. İrlanda – İngiltere gibi örnekler için belki aynı nitelikten bahsedemeyiz. An­cak Türkiye için egemen siyasetin harcı haline gelmiş sömürgecilik; Türk gerici sınıflarını bir arada tutan çimento, Türkiye emekçilerini sömürü çarkı altında parçalayan şovenizmi yeniden üreterek sömürünün üzerine gölge düşüren, sınıfı parçalayan bir yönelim kurmak­tadır. Buna rağmen; sol reformist çizgi Kürt Özgürlük Hareketi’nin çeşitli kurumları ile yan yana durmayı tarihsel meşruluğa ve haklılığa dayandırmaktan uzak popülist- steril bir hatta tutmaktadır. Örneğin bazı yan yana gelişlerde sosyal şoven eleştirilere ve devlet saldırılarına karşı savunu “ayrılmak, bölmek istemiyorlar” ifadeleriyle geliştirmektedir. “Ayrılma hakkı” karşısında bu çizginin varacağı yer kendi ege­menleri ile Misak-ı Milli savunusu yapmak ve sahte bir anti-emperyalist sosa bulandırılmış, “bağımsız bir Kürt devletinin” emperyalizmin “maşası” olacağı iddiasını yükseltmek ol­acaktır. Devrimci siyaset “ayrılma” ya da “bir­likte” hakkının Kürt ulusunun özgür irades­ine dayandığından hareketle ezilen ulusun özgürlük güçleriyle stratejik ittifakı ve birleşik mücadele çizgisini savunur. Hatta Kürt hareketi bugün Türkiyeli güçlerle açık alanda kurduğu, birlikte örgütlendiği birçok araçtan çekilse ve doğrudan Kürdistani bir mücadelenin araçları­na göre örgütlense, devrimci siyaset bugünkü biçiminden farklılıklar taşımakla birlikte birleşik bir cephe / kurmaylık arayışlarını yine sürdürecektir. Çünkü Kürdistan devrimine yak­laşım Türkiye devrimciliğinin turnusol kağıdı, ezen ulus devrimcilerinin, kendi egemenlerine yedeklenip yedeklenmeme sorununu açığa çı­karan içsel bir sınavdır.

Kürt Özgürlük Hareketi ile stratejik il­işkilenme, ancak bir Marksist-Leninist progra­ma sahip olmakla ve bunu devrimci savaş hat­tında yürütmekle mümkündür. Çizgiyi böyle koyamayanlar kendisini Kürtlerin de kurtarıcısı görerek ya Misak-i Millici bir hatla sosyal şovenizme, ya da burjuva sistem içerisinde insan hakları tarzı bir anlayışla sol-liberalizme mahkum olur. İki çizginin de kuşkusuz farklı başlıklarda “radikal” eylem ve söylemi olabilir ancak bu onun niteliğinin doğru çizgide be­lirlendiği anlamına gelmez. Türkiye egemen­lerinin ve hükümetlerinin kendini yeniden ürettiği, ülkede ve bölgede ittifaklarını şekil­lendirdiği, ordusundan, “stratejik” hedefler­ine kadar hatta yüzyıl önce milli pazarlarının oluşmasında Türkiye’nin “doğum lekesi” olan sömürgecilikle var olma halini, Kürt mücade­lesini ıskalayarak tariflemek, devletin yapısal kolonlarını oluşturan sömürgecilikle savaş­maktan imtina etmek anlamına gelir. Bu yak­laşım eylemin de devrimin ihtiyaçlarını değil; tahrif edilmiş, çarpılmış bir sosyalizm dili türe­tir. Kuşkusuz Kürdistan devrimine yaklaşım, Türkiye işçi sınıfının hangi öncüler üzerinden, hangi ideolojik hatla kurtuluşa ulaşacağının ayrımlarından biridir. Nasıl bir devrim ve nasıl bir sosyalizm sorusunun belirleyeni olma niteliği taşımaktadır. O nedenle Kürt meseles­ine dair yapılan her tartışma Türkiye devrim­cileri açısından gayet sınıf mücadelesine içkin bir tartışmadır. Bugünün yakıcı sorunu; birleşik devrimin de diğer ayağı olan Türkiye devriminin hangi sınıfın öncülüğünde hangi yol ve yöntemlerle yükseltileceğidir. Bu Tür­kiye devrimine anti-sömürgeci bir nitelik ka­zandırırken aynı zamanda bugünden sömürge altında tutulan bir halkın özgürlük mücade­lesiyle ilişkilenmeyi ve kendi egemenlerinin sömürgeci siyasetine karşı da bizzat ezen ulus devrimcilerinin açık savaşını gerektirir.

Bütün bu doğrultuda birleşik devrimin Tür­kiye coğrafyasında milyonların avuçlarında sıkılı bir yumruğa nasıl dönüşeceği sorusu; bugün ilerlemekte olan sürece paralel olarak, Türkiyeli bileşenler tarafından cevap üretmesi gerektiği kadar devrimci siyasetin de yanıt­laması gereken bir sorudur.

Yakın tarihimizde burjuvazi, 12 Eylül Ask­eri Diktatörlüğü eliyle sınıf hareketinin mevzilerini, kazanılmış haklarını tasfiyeye ve devrimci kadroları imhaya yöneldiği ağır bir dönem yaşattı. Bu dönemin ön günlerinde yapılan “darbe geliyor” tespitlerinde belirle­nen “savaşırız” ya da “geri çekilerek yeniden saldırıya hazırlanırız” eğilimlerinin ilerleyen günlerde birleştiği tek gerçeklik, güçlü bir devrimci taarruzun gerçekleştirilememesi oldu. Aslında darbe, işçi sınıfı ve kitlelerde ne sınıf bilincini, ne de yeni bir dünya özlem­ini tasfiye edemedi. Tasfiye ettiği şey; bir yönüyle fiziki olarak devrimci öncüler olurk­en, esas olarak dönemin örgütlerine önder­lik edenlerin “yenilmişlikleri” ile yine bizzat onlar tarafından adım adım “ideolojik” olar­ak tasfiyelerin gerçekleşmesiydi. Bu, devlet karşısında fiziki çözülme değil aksine onlarca direniş örnekleri yaşanmasına rağmen son­rasında yaşanan ideolojik yenilgi olarak okun­malıdır. Yani devrimci maddenin yerli yerinde durduğu, onu yeniden harekete geçirecek devrimci öncünün ise “kendisini” tasfiye ettiği bir dönemdir. 80 öncesi politikleşen kitlenin ve sınıfın komünist önderlikten yoksunlaşması, 80 “yenilgisiyle” hızla kazanılmış mevzilerin terk edildiği, sendikaların “kulüplere” dönüştüğü, apolitikleşmenin ve örgütsüzlüğün hızla yük­seldiği bir döneme yol açtı. Ardından “reel” sosyalizmin çözülüşü, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de fiziken “yenilmiş” devrimci öncülerin büyük bir kısmında ideolojik yenil­gi de yaratarak, “düzen içi solculaşmanın” ve “elveda proletarya” döneminin sahnesini açtı. Türkiye Sosyalist Hareketi’nin kitlesel olarak ana gövdesini oluşturan öncülerin 90’larda “yeniden yapılanma” tartışmaları, başarıların izinde değil, yenilgilerin izinde şekilleniyor­du. “Sokağın kitlesel muhalefet odağı” olma ile sınırlandırılmış, “proletaryanın öncülüğü ile Leninist yasadışı komünist parti” iddiaları da adım adım rafa kaldırılmaya başlanmıştı. Sınıf mücadelesinin gereklerinden uzaklaşma dönem dönem Kürdistanlıların direnişine yak­laşımda bile “geri çekilmeci” bir tarzı önerme­kten çekinmeyecek kadar yükseldi. “Onların yaptığı eylemler, şovenizmi yükseltiyor ve biz siyaset yürütürken baskıya maruz kalıyoruz” a kadar uzanan kapitalizmle “barışık” bir yaşam organize ediliyordu. 70’lerin en kitle­sel örgütleri benzer biçimlerde buluşurken, diğer tarafta 80 sonrası “silahlı” mücadele yöntemleri ile kendini yeniden kurmaya çalışan öncüller, bedeller ödemeye devam ederken kendi tekrarını kıramayarak “kütl­esi” dışına çıkamayan alanlara sıkışıyordu. İki blok açısından da birkaç noktada kesişen yanlar açığa çıkmaktaydı. Sosyalizmin ideolo­jik ve örgütsel olarak dünya ölçeğinde geri­ye çekilmesi, Türkiye devrimine başka ülke şablonlarının ikame edilmesi, statükolaşan önderlikler ve yapılar, güçleri taarruz temel­li yeniden organize edecek birleşik çıkışların yerini rekabetçiliğin ve kendi öncüllüğünün dayatıldığı tarz-ı siyaset. Ancak öncülerin bu durumuna rağmen, devrimci madde her boşlukta özgürlük gücünü açığa çıkarıyor, öncülerini çağırıyordu.

İşçi sınıfı tüm ideolojik, örgütsel karşı devrimci saldırı altında kendine “elveda” di­yenlerin aksine sahneden inmiyordu. 89’da başlayan; “Bahar eylemlerinin en önem­li yönü kendiliğinden karakteriydi. Eylem­lerde sendikaların ve sendikacıların rolü, yönlendirmesi ve öncülüğü zayıf ve kimi du­rumlarda ise hiç olmadı.”1

Kuşkusuz bu eylemlerin ardında yakın tarihe damgasını vuran siyasallaşmanın ve sınıf mücadelesinin yarattığı bilincin etkisi yadsınamaz. Sendikacıların rolü zayıf olabil­ir, ancak hafızalardaki mücadele deneyimleri güçlüdür. Verilere dönersek; “1990’lı yıllar Türkiye işçi mücadeleleri tarihinde gerek grev­lere katılan işçi sayısı ve gerekse grevde geçen iş günü açısından en yoğun grevlerin yaşandığı dönemdir. 1987, 1988 ve 1989’da yıllık orta­lama 30 bin işçinin katıldığı grevlere 1990 ve 1991 yıllarında ortalama 160 binin üzerinde işçi katıldı. 1995 yılında ise greve katılan işçi sayısı 200 bine yaklaştı. 1995 yılı Türkiye tari­hinde en çok işçinin greve çıktığı yıldır. Bu sayı 1960 ve 1970’lerin ortalamalarının çok çok üzerindedir. Bu grevler hem kamusal hem de özel sektörde yaşandı. 1990 ve 1991 grevler­inin ezici çoğunluğu özel sektörde yaşanırken 1995’teki yoğun grevler kamu sektöründe yaşandı. 1990-1995 arası greve katılan işçi sayısı 605 bin civarına ulaştı. Grevde geçen iş günü sayısı ise 14 milyonu aştı. 1984-2013 arasındaki 30 yılda greve katılan işçi sayısının toplamının 809 bin ve grevde geçen iş günü sayısının 25 milyon gün olduğu düşünülecek olursa 1990-1995 arası grevlerin yoğunluğu çok daha iyi anlaşılabilir.” 2

Yine büyük madenci yürüyüşünün yaşandığı 90’lı yıllarda gençlik hareketi de kitlesel olarak sahneye çıktı. Bu dönem öğrenci gençlik “YÖK” özelinde özgürlük eylemlerini örgütlerken, devrimci liseli gençliğin yeniden kendini si­yasallaştırırak, militanlaştığı çıkışlar yaşandı. Bütün bu gelişmeleri elbette devrimcilerden soyutlayarak ele alamayız. Aksine öğrenci gençliğin, kamu işçilerinin, kamu emekçilerin­in içerisinde yer alan eski ya da günde örgütlü devrimcilerin etkisi, yaratıcılığı ve bilinci közü harlamada etken olmuştur. 90’lar başka bir açıdan Türkiye devrimci hareketinde “yeni bir yol yapma” arayışlarının da başladığı dönemler olmuştur. “Yeniden yapılandırma” sürecinde geçmişin yasadışı birçok örgütü “gizli aparatını” koruduğunu id­dia etse de girdiği yasallaşma yolunda, örgüt içinde “yasadışı parti” ısrarında olanlarla iç bölünmeler yaşadı. 80 öncesi taşıdığı isimle aynı biçimde “silahlı” çizgiyi sürdürenler için de tablo değişmedi. İç bölünmelerde aynı te­orik programlarla, isimlerin farklılaştığı yapı artışları gerçekleşti. Üstelik içinden çıktıkları ile silahlı çatışmaları acil görev görerek!

Kuşkusuz devrimci mücadelede “yasa­dışılılık” ve “zor” stratejik değerdedir. An­cak eylemsiz bir “yasadışılılık” nasıl düzen içileşirse, eylemli bir “silahlı” mücadele de ülke özgünlüğüne uygun, doğru bir devrim stratejisi ile bütünleşmezse “işçi sınıfının devrimci savaş partisi” olma iddiası örgütlerin kendine biçtiği bir tanım olarak kalır, kitleleler tarafından ona biçilen bir tanıma dönüşmez. 90’lar ve 2000’ler bu iddialar ile devrim­ci hareketin her bloğunun içinde arayışların sürdüğü ayrılmaların, birleşmelerin, “yeni” çıkışların, “asıl” gelenekçilerin, yol arayışları ile doğum sancılarının yaşandığı döneme dönüştü. Bu dönem kimileri “Marksizmi yeniden yorumlamayı” kimileri salt “silahlı ey­lemi” ifade ederken; kimleri de “işçi sınıfının örgütlenmesini devrimci zordan arındırmayı” ya da “kırlardan gelecek devrime güç veril­mesini” hedefledi. Kabaca tariflediğimiz bu tartışmalar kendine öncü olma rolünü ara­mayı sürdürdü. Elbette tüm bu örnekler içer­isinde devrimcilerin devletle kıyasıya kavgası durmadı. Ölüm oruçlarından, gerilla deneyim­lerine, şehir eylemlerinden, ayaklanma dene­melerine, genel grev zorlamalarından, militan çıkışlara, ayrım yapmadan söylemek gerekirse her damar kendi hattına uygun çizgisinde ve devrimciliğin ortak hanesinde ısrarı sürdürdü. Bu açıdan bile açık ifade etmek gerekirse; tüm karşı devrimci saldırılar altında, Türkiye devrimci hareketi, her dönem yeniden ayağa kalkacağı, başını dik tutacağı öncüler, önderler yarattı.

2000’li yıllar devrimci siyasetin kendi bulun­duğu kulvar açısından da “yeni bir yol bulma, ya da bir yol açma” arayışlarının mayalandığı bir dönemi hazırlıyordu. 2002’lerden başlayan “komünist parti inşası” mevcut statükocu­luğun ertelemeciliğine rağmen genç devrimci öncülerin ana örgütle sürdürdüğü tartışma­larda başat gündemi oluşturuyordu. İçinden geldiği gelenekle ortaya çıkan 2007 “yol ayrımı” artık niteliksel olarak ve dönemin devrimciliğini kurma noktasında kendi rüştünü ortaya koymuştu. Aynı dönem başka bir yasal zeminden kopuşarak, benzer arayışın öznesi olan ve 2009’da Bostancı’da cisimleşen direniş hattı; ayrı yataklarda gelişen, ancak “yeni bir yol açma” fikrinde örtüşen ve döneminde de temas alanları olmasına ragmen o gün ola­masa da, bugün yatağını bulan bir sürecin başıydı. 2010 yılından itibaren kendi doğrul­tusunu ve hedeflerini belirleyen devrimci si­yaset; artık militan bir kitle hareketinin her türlü “araçla” sürdürücüsü olan “yeni tarzda” en önemli öncü pozisyonuna sıçramıştı. NATO eylemlerinden, kurum işgallerine, IMF, Dolm­abahçe eylemlerinden, Taksim’de “Hayatı Dur­duruyoruz” eylemine, şehrin merkezlerinde bankaları hedef alan tarzıyla, Tekel ve Gezi eylemlerinde alışık olunmadık eylem yöntem­leri ile flaması “yasal” ancak eylemiyle her türlü yasalcılığı aşan özgün ve bir daha tekrar­lanamaz, kopyalanamaz bir anlayışı hayata geçirdi. Taktik üretkinliği, devrimci meşruluğa dayalı eylem çizgisi, hızla yaygınlaşan örgü­tlenme düzeyi, “kent ayaklanmacı” eylem tarzı ve barikatları, onu Gezi Ayaklanması’nın en bilinen örgütü olarak öne çıkarmıştı. Ge­zi’nin ortaya çıkardığı ayaklanma deneyimi, bugün birleşik devrimin öznelerinden biri olan devrimci siyaset açısından; “devrimci bir savaş örgütünün” inşası için devrimci savaşın bir cephede buluşması arayışıyla çeşitli yapılar­la tartışmalar ve eş zamanda kendi örgütsel hazırlıklarıyla sürdürülüyordu.

Kobane Direnişi’nin öngünlerinde savaşa katılan özgürlük güçleri konumlandığı savaş içerisinde “birleşik” süreçlerini tamamlayar­ak, yeni bir kimlikle varlığını ortaya koydu. Bu varlık bir süre sonra saflarında beliren tasfiyeciliği tasfiye ederek yoluna devam etmek durumunda kaldı. Devrimci siyase­tin bugünkü durumuna yol veren nitelik­sel ilerleyişi, güncelde Bostancı Atılımı ile Kasım Atılımı’nın organik yapısı haline gelen komünar çizgide cisimleşti. Aynı zamanda birleşik devrimin hazırlayıcılarından ve ku­rucu öznelerinden olarak bu devrimde, Tür­kiye devrim cephesinin bir bileşeni olarak rol oynamaktadır. Diğer birçok bileşenden özgün olarak Kürdistan coğrafyasında örgütlenmey­en, oradaki varlığını birleşik devrim kurmay­lığının konumlanması gereği ve devrimci savaş niteliğini yükseltme olarak gerekçelendiren, aynı zamanda Kürdistan coğrafyasında bu­lunan güçleriyle Kürt özgürlük savaşçılarının yanında kendi egemen devletine karşı savaşan ve bölgede enternasyonalizmin taşıyıcılarından Türkiye orjinli askeri-politik bir güç olarak konumlandırdı. Bunu Kürdistan’ın sömürge altında ayrı bir ülke gerçekliğine ve devrim stratejisinin bir sonucu olarak kırları “üslenme, ikmal, eğitim, donanım vb.” alan­lar olarak tarifleyen ve konumlanmasını, halk ordulaşması çizgisiyle değil, proleter ayaklan­maya dayalı özgürlük güçlerinin kent merkezli savaşına göre yürütmesine bağlıyor. Devrime hangi sınıfların öncülük edeceği tespiti ve bu tespitin hangi yürüyüşle zafere ulaşabileceği yöntemi bir partinin stratejisini belirleyendir. Burada ister kır, ister şehir olsun “gerillanın” tarihsel rolü ve anlamı yadsınamaz ölçüde ci­ddidir. Ve o kendisini tamamen devrimci bir savaşıma adayan, komünist çekirdektir. Ancak sınıf mücadelesini salt gerilla savaşına indirge­mek, Lenin’den altıntılayarak “Ama bu yalnız­ca demektir ki, proletaryanın partisi, gerilla savaşına, biricik, ya da hatta baş mücadele yöntemi olarak hiçbir zaman bakamaz; bu de­mektir ki, bu yöntem öteki yöntemlere bağlı kılınmalıdır, yani savaşın baş yöntemleriyle uygun hale getirilmelidir ve sosyalizmin aydın­latıcı ve örgütleyici etkisiyle yüceltilmelidir.” sözleriyle anlam kazanmaktadır. Komünar çizginin baş yöntemi proleteryanın, partisi öncülüğünde silahlı ayaklanmasıdır. O halde “gerilla savaşı” bu baş yönteme bağlı kılınarak ve bu stratejinin koşullarını olgunlaştıracak bir formasyonla şekillenmelidir. Proleterya partisi için Lenin“ farklı dönemlerde farklı yöntemler kullanır, bunların seçimini kesenkes tanıml­anmış ideolojik ve örgütsel koşullara bağlar.” olarak ifade eder. Dönemin niteliklerine göre mücadele araçlarının hangisinin öne çıkacağı ve her farklı mücadele aracının aynı strate­jiye uyumlu hizmet etmesi proleterya par­tisinin öncülüğünde şekillenir. Devrimci zor yöntemlerden, grevlere, siyasal ajitasyondan, kitle gösterilerine, açık çalışmadan, yer altı faaliyetlerine, alan örgütlerinden, kadro eğit­imine, yayından, ittifaklara kadar her faaliye­tin bir ana amacı vardır. Bir stratejinin parçası olarak ve bu stratejinin yolunu açmak üzere şekillenir.

Burada önemli bir başlığı açmakta fayda var. Kent ayaklanmacı bir proleter devrim için koşullar iç savaş düzeyine ulaştığında , “Sınıf mücadelesinin iç savaş noktasına kavuştuğu bir dönemde, sosyal-demokratlar, yalnızca bu iç savaşa katılmayı değil, aynı zamanda da önderlik rolünü oynamayı da görev ed­inmelidirler.”3

Ancak önderlik ka­biliyeti bir anda oluşmaz. Bu proletarya par­tisinin kuruluşundan itibaren sınıf içerisinde sürdürdüğü örgütlenme faaliyeti kadar eşit öncelikle “zor” araçlarıyla yoğrulmasından da geçer. Savaş deneyimi kazanması ve bu deney­imi kitlelerin deneyimi haline taşıması, politik önderliğin askeri önderlik ile bütünleştirme­kten , askeri ve politik önderliğin birliğinden geçer. Bu doğrudan “zora” dayalı eylemli bir sürecin kesintisiz icrası demektir. Lenin , “so­syal demokratlar, örgütlerini, düşman güçler­ine zarar verecek bir tek fırsatı bile kaçırma­yan bir savaşçı parti olarak gerçekten hareket edebilecek biçimde eğitmek ve hazırlamak zorundadırlar. Bunun zor bir görev olduğu yadsınamaz. Bu görev bir anda başarılamaz. İç savaşın gelişimi içinde, tıpkı halkın tümünün yeniden eğitilmesi ve savaşmayı öğrenmesi gibi, bizim örgütlerimiz de eğitilmelidir ve bu görevi karşılayabilecek şekilde, deneyimden çıkan derslerle uygunluk içinde yeniden ku­rulmalıdır… işçi müfrezelerine büyük sayıda bombalar yapmayı öğretmeliyiz; onlara ve bizim çarpışma takımlarımıza patlayıcı mad­deler, bombalar, otomatik tüfekler elde et­mekte yardım etmeliyiz. Şehirlerdeki ayaklan­malarda işçi kitleleri yer alırsa, düşmana karşı kitle saldırılarına girişilirse,…bütün Rusya’nın gelecek silahlı ayaklanmasında zafer bizim olacaktır.”4

O halde bugün Türkiye’de en yasalcısı dahil, hiç kimse tarafından yadsın­mayan, “devrimde zorun rolüne” ertelemeci yaklaşım ve onu ileri bir tarihte karşılaşılacak bir geçiş anı olarak ele almak, aslında devrime ertelemeci yaklaşmaktır. An’da ve gelecekte, sınıf mücadelesini burjuva devlet aygıtının şid­deti altında ezdirmektir. Türkiye devriminde, şehirlerin merkez haline geldiği ve burjuva savaş aygıtının sahip olduğu teknik gelişkinlik göz önüne alındığında, ayaklanmanın gelişen bu askeri tekniğe uyarlanması ve içerme­si kaçınılmazdır. En yalın haliyle söyleyecek olursak bugün on binlerin toplandığı meydan­lar, kendiliğindenciliğe bırakıldığında birkaç

TOMA, gaz ve birkaç bölük kolluk gücüyle dağıtılmaktadır. Kitle gücü ile dönem dö­nem “hak” kazanımları sağlanabilir, çoğun­lukla da devletin sert ve kanlı müdahaleleri ile bastırılır. O halde iktidarı kazanmak, kitle gücünü askeri taktikle bütünleştirecek bir parti organizasyonu ile mümkündür. Askeri taktik ancak kentlerin bu yönünü hedef alan özgürlük gücü perspektifi ile şekillenebilir. Bunun literatürdeki adı “şehir gerillası” ve sınıf savaşımının belirli dönemlerde “gerilla tarzı” ile yürütülmesidir.

“Moskova olaylarından alınacak üçüncü ders, bir ayaklanma için kuvvetlerin örgütlenişi ve taktikle ilgilidir. Askeri taktiğin dayandığı şey askeri tekniktir. Bu basit gerçeği Engels ortaya attı ve bütün Marksistlere kabul ettirdi. Askeri teknik bugünlerde ondokuzuncu yüzyılın orta­larında olduğu gibi değildir. Toplara karşı insan kalabalıklarıyla yürümek, barikatları tabanca­larla savunmak delilik olur. Kautsky, Mosko­va olaylarından sonra Engels’in bu konudaki yargılarının yeniden göz önüne alınmasının tam zamanı olduğunu ve Moskova’nın “yeni barikat taktikleri” getirdiğini yazarken haklıy­dı. Bu taktikler gerilla savaşı taktikleridir. Böyle bir taktik için gereken örgüt, çok küçük ve hareketli birliklerdir; on kişilik, üç kişilik, hat­ta iki kişilik birlikler. Şimdilerde beş ya da üç kişilik birliklerden söz edilince, burun kıvıran Sosyal Demokratlara rastlıyoruz. Alay etmek, çağdaş askeri tekniğin getirdiği koşullar al­tındaki sokak çarpışmasının ortaya çıkardığı yeni taktik ve örgüt sorununu bilmezlikten gelişin ucuz bir yoludur. Moskova ayaklan­masının hikayesini iyice bir inceleyin beyler, “beş kişilik birlikler” ile “yeni barikat taktiği” sorunu arasında nasıl bir bağlantı olduğunu göreceksiniz.”5

Lenin’den yer verdiğimiz bu alıntı ile birlikte, günümüz ülke gerçekliğinde, kent ve barikat savaşları hem devrimci siyas­etin, hem de birleşik devrimin gelişkinliği, or­tak deneyimleri ve onlarca cephede kazandığı nitelikle gelişim gösterecektir.

Kentlerde yürütülen devrimci mücadelede, işçi sınıfı ve diğer ezilenlere “siyasal bilinç taşımalı” kitle çalışması ile “eylemi de içeren bilinç taşımalı” gerilla savaş tarzı birbirinden yalıtık mıdır? Bu denizin tuzlu suları ile, ne­hirin tatlı sularının bir noktada kesişmesinde birbirlerine sınır çizdiği, karışmadığı iddiası kadar anti-bilimseldir. Her su kütlesi eninde sonunda birbirine karışır, bu bazen taşıdığı minerallere bağlı yavaş, bazen de hızlı olur. Ama mutlak suretle dünyanın her yerindeki su kütleleri birbiriyle karışır, karışmak zorundadır. Bunları birbirine karşıtlayan görüşlere karşı yaklaşım özgürlük gücünün niteliğini kitle­selleştirmek, kitleleri özgürlük gücü haline getirmektir. “Bu doğrultuda gerilla savaşı ve ayaklanma yöntemi (toplumsal koşullara göre, fırsatları değerlendirerek) birlikte kul­lanılmalıdır.”6 şekliyle formule eden Ulaş Bay­raktaroğlu; “Ayaklanma kendiliğinden ya da öncü tarafından yönlendirilmek suretiyle de gerçekleşebilir. Devrimci öncü, gelişebilecek toplumsal hareketlere her zaman hazır olan devrim hedefi doğrultusunda sevk ve idare yapabilendir”

“İşçi sınıfı ve emekçilerin yaşam alanlarında gerçekleşen örgütlenmeye düzen güçlerinin saldırıları kaçınılmaz bir şekilde gerçekleşece­ktir. Faşist düşmanın yerini bilmediği, bulam­adığı hedeflere saldırması mümkün değildir. Bu nedenle gerilla hiçbir yerdeyken her yerde olmalıdır. Düzen güçleri işçi sınıfına ve halka saldırdığında gerilla savunma pozisyonunu, asla düşmanın seçtiği alanda gerçekleştirme­melidir. Bununla birlikte savunmaya kilitle­nme zayıflığına da düşmemelidir. Böyle du­rumlarda hızlı ve hareketli olmayı esas almalı ve kesintisiz devrimci taarruz tarzıyla burjuva semtleri-mekanları ve onları koruyan kolluk kuvvetleri hedef alınmalıdır. Faşist partiye, işçi ve emekçileri avlamak için yola çıkmanın bir bedeli olduğunu Özgürlük Güçleri göster­melidir.”7 ifadesi ile çalışma tarzını ortaya koy­muştur.

Birleşik Devrim Türkiye’ de Hangi Sınıfın Eseri Olacak?

Kuşkusuz buna bizim vereceğimiz tartışmasız yanıt; işçi sınıfıdır. Bu gerçekliği doğrulayan bizim yanıtlarımız değil yanıtlarımıza dayanak oluşturan somut durumun, somut analizidir.

Lenin’in ifadesiyle “Emeğinden başka satacak bir şeyi bulunmayan, bir mülke sahip olsa bile üretim araçları üzerinde söz sahibi olmayan­lar” işçi sınıfını oluşturur. Burada sahip olu­nan mülkün niteliği Komünist Manifesto’da “Ücretli emekçinin kendi emeği aracılığı ile mülk edindiği şey, salt kendi varlığını sürdürm­eye ve yeniden üretmeye yeter. Biz emek ürünlerinin bu kişisel mülk edinilmesini, in­san yaşamının devamı ve yeniden-üretimi için yapılan ve geriye başkalarının emeğine komu­ta edecek hiçbir fazlalık bırakmayan bu mülk edinmeyi hiçbir biçimde kaldırmak niyetinde değiliz.” olarak tanımlar. Dolayısıyla bugünün deyimi ile söyleyecek olursak, evi ya da ara­bası olan bir ücret karşılığı çalışan, görece as­gari ücret baz alınarak onun üstünde “yüksek” maaş alan kişi de, emeğini satmak dışında başkaca yaşamını sürdüremeyen, henüz emek sürecine emeği dahil edilmemiş işsiz de, üre­tim araçlarının mülkiyetinde söz sahibi olma­yan, mülksüzleştirilmiş sınıfın bir parçası olan işçidir.

İşçi sınıfının üretim alanlarına göre bölün­müşlüğüne de değinmek gerekir. Örneğin; hizmet sektörü işçisini daha az işçi, ağır san­ayi işçisini daha çok işçi, işvereni devlet olan kamu çalışanını emekçi diye ayrı bir sınıflan­dırma yapılamaz. Bunlar iş kollarına ve meta üretimi farklılıklarına göre kapitalist üretim ilişkisinde, kolektif üretimin parçaları haline getirilmiş olan işçilerdir. Pazarda satış değeri taşımayan ve somut bir meta olarak sunul­mayan hizmetler de kapitalizmin yeniden yeniden üretimi için kullanılan ve üzerinden sömürü sağlanan emektir. Kapitalist üretim ve yönetim ilişkilerinin iktidarlaşması, bu emeğin yani işçi sınıfının tahakküm altında tutulması ile varlığını sürdürür.

Bu açıdan her ülkede olduğu gibi Türkiye’de de üretim ilişkilerinin niteliği ve bunun hangi sınıflara dayandığı, devrimin de hangi sını­fların öncülüğünde, hangi yöntem üzerinden yükseleceğini belirler. Örneğin daha önce de ifadelendirdiğimiz üzere birleşik devrim­de Kürdistan ve Türkiye devrimi sınıfsal ve yöntemsel farklılıklar içerir. Devrimci siyaset, birleşik devrimin Türkiye ayağında, devrimin ihtiyaçlarına yanıt olmakla özdeştir.

Türkiye devriminin üzerinde yükseleceği sınıf; işçi sınıfı ve onun devrimci öncülüğünde özgürleşecek diğer sınıflardır.

Türkiye’de 2019 yılı için kayıtlı 15 milyon 656 bin ücretli çalışan işçi, kamu çalışanlarını sayısını ayrı istatistlikleyen TUİK verileri 4 mi­lyon 698 bin kamu işçisi olduğunu söylüyor. Buradan 20 milyon 354 bin civarında bir sayı ortaya çıkıyor. Bakanlık verilerinde kayıtsız çalışanların kayıtlılara göre oranı %34 olarak belirtilmekte, bu da 7 milyon demek oluyor. Yaklaşık 8 milyon işsizle birlikte 36 milyon civarında insan, emeğini satarak ve üretim araçları üzerinde bir mülkiyeti bulunmadan yaşamak zorunda. Bu da toplam nüfusun içinde 2,5 kişide birinin işçi olduğunu göster­mektedir. Komünarlar kendi belgelerinde bu somut durum için şu ifadeleri kullanmakta; “Türkiye dünyanın en gelişkin 20 ülkesi arasın­da yer alacak düzeyde ve tekelci burjuvazinin egemenliğinde olan orta gelişkinlikte bir kap­itlist ülkedir. Kapitalist sermaye düzeninin bu ileri yapılanmasının bir sonucu olarak ege­men ekonomi ilişkileri içinde proleterya ülke emekçi sınıfları içinde en gelişkin ve en yaygın sosyal bir kesimi oluşturmaktadır.”8

Neredey­se sanayinin ve üretimin yoğunlaştığı 6 kent, tüm ülke nüfusunun yarısını oluşturmakta. Toplam nüfus verilerinden Bakur Kürdistanı’nı ayrı ülke ön kabulü ile bölgesel sınıf yapısını da ayrı değerlendirdiğimizde; Türkiye işçi sınıfının nüfus yoğunluğu ve kapitalizmin krizi içer­isinde orta ve küçük burjuva sınıfların mülksü­zleşerek proleterleşmeye devam ettiği bir kesitte genel nüfusun neredeyse yarısına yak­laştığı ve bir sınıf olarak metropol kentlerde yoğunlaşarak büyük bir devrimci gücü tem­sil ettiğini söyleyebiliriz. “Türkiye devriminin stratejik planlanmasının kentleri ve proletar­yanın siyasal eylemini esas alan bir şekilde çizilmesinin zorunlu olduğu artık tartışma götürmez bir gerçekliktir.”9

Bu tespitle, kapitalist kentler devrimin merkezidir. “Kapitalist tekellerin hakimiyet merkezi olarak kent; burjuva ordusunun, par­lamentosunun, hukukunun, eğitim sistemi­ nin ve ideolojik aygıtlarının olabilecek en üst düzeyde merkezileştiği ve kendi sınıf çıkarları doğrultusunda senkron sağladığı, gittikçe genişleyen mekansal merkezi iktidar anıtıdır.”10

Türkiye’nin megakenti haline gelen başta İs­tanbul, Ankara, İzmir olmak üzere Çukurova ve Marmara havzası burjuvazinin yönetsel hakim­iyetindedir. Ancak buna rağmen bu merkezler, onun “mezar kazıcıları” ile iç içe geçtiği, bir­likte yaşadığı yerlerdir. Milyonlarca emekçi ve ezilen kitleler bu merkezlerde yaşamakta, bu merkezlerde öfke biriktirmekte, çelişkilerini derinleşmekte, bu merkezlerin yeniden üreti­minde rol almaktadır. Bu demektir ki; burjuva iktidarın yaşam alanları, iktidar odakları, eme­kçi sınıflar tarafından kuşatılmıştır. Kentler burjuvalar için her gün, her yerde yemeklerini yapan, arabalarını-evlerini temizleyen, on­lara hizmet üreten binlerce emekçiyle iç içe geçmek zorunda kaldıkları merkezler haline gelmiştir. Bu açıdan kentler örgütlenmenin en geniş olanaklarını ve nicel gücünü yaratırken, çarpışmanın da ana üssü niteliğindedir. Özel­likle plazaları, holdingleri, sarayları çevreleyen emekçi semtler ve fabrikalar devrimin üze­rinde yükseleceği “ordulaşmayı” sağlayacak biricik güçtür.

Yine kent merkezli bir devrimde Türkiye’de sınıf mücadelesine özgün içsel bir olgu daha bulunmaktadır. Bu doğrudan Türkiye metro­pollerinde sınıfın bir bileşenine dönüşmüş, işçileşmiş ancak sömürge halkın özgürlük mü­cadelesini öncelleyen Kürt işçilerdir. Elimizde kesin sayısal veriler bulunmamakla birlikte, ağır sömürünün yaşandığı iş kollarında yoğun­laşan bu emeğin gözle görülür bir düzeyde olduğu bilinmektedir. Bir tespit yapmak gere­kirse, metropollerde üretim sürecine dahil ol­muş politikleşmiş Kürt işçilerin siyasal önceliği haklı olarak, ezilen ulus kimliğinin ihtiyaçları­na ve gündemlerine göre şekillenmektir. Şimdi şöyle bir eleştiri tarafımıza yöneltilebilir; “İşçil­eri neden bölüyorsun, işçinin Kürt’ü, Türk’ü olur mu?” Öncelikle söyleyelim; olur. Türk işçi sınıfı, Alman işçi sınıfı olduğu gibi Kürt işçi sınıfı da olur. Adını böyle koymak sınıfı bölmek değildir. Biz, burjuvazi tarafından bölünmüş işçileri- ezilenleri kendi özgünlüklerini ve gerçekliklerini görerek, tanıyarak mücade­lelerini birleştirmeyi hedefliyor ve birlikte özgürleşmeleri için birleşik devrim mücadele­si yürütüyoruz. Böylesi bir eleştirel yaklaşımın altında ulusal sol bir anlayışın, kendini herkes­in kurtarıcısı gören ezen ulus sosyal şovenizmi taşıdığını bilmek önemlidir. Ezen ulus devrim­ciliğinin şoven kanadı bugüne kadar Kürt işçilere kendi öncülüğünü dayatarak, ezilen ulusun verdiği mücadeleyi talileştirerek, Kürt işçileri dolayımla KÖH’den ayrılarak, kendi par­ti sancağı altına çağırmaktadır. Bu çağrı havada kalmaya ve teorinin griliğine mahkum olmaya mecburdur. Hayatın “yeşilliğinde” bunun tek karşılığı olabilir, o da sınıf mücadelesi ardına gizlenerek kendi egemenlerinin sömürgeci ka­rekterini desteklemektir.

“Beyaz Türk” işçilerin önderliğine, Kürt işçileri tabi etme niyetidir. Buradan kurulacak “sosyal­izmde” tıpkı mevcut egemenleri gibi UKKTH’nı tanımayan nasyonal bir içerikle çarpılmaya mahkumdur. Türk işçi ile Kürt işçiyi metro­pollerde sınıf mücadelesinin militanlığında buluşturmak birleşik devrim fikriyle mümkün­lük kazanır. Türkiyeli örgütlerin Bakur’da, Ro­java’da, MSA’da ezilen ulusun kazanımları için savaşa katılımındaki anlayış, kendini o devrim­de görmesi, kendi tarzıyla yer alması ve onun kazanımlarının Türkiye işçi sınıfının da ka­zanımları olduğunu bilince çıkarmasından ge­lir. Aynı biçimde Kürt halkının ve özelde metro­pollerde yaşayan/çalışan Kürt işçilerin Türkiye devriminde, kendini görmesi, yürütülen mü­cadelenin onun öncelliklerini de içerecek bir yürüyüşle, sınıf kardeşliği yaratmasıyla müm­kündür. Elbette bir yönü de iki ülke devrimcil­eri açısından meseleye biçilen stratejik rolün ezilen sınıflarda karşılığını bulmasıdır. Kürt devriminin başarıya ulaşması sarsılan Türk burjuva devletinin sınıf mücadelesi karşısında çaresizleşeceği diğer yanı da yükselen Türki­ye devriminin, sömürgeci devleti kalıcı olarak tarih atlasına göndereceğidir. Yani bir slogan olarak yer bulan “Newroz’un, 1 Mayıslaşması, 1 Mayıs’ın Newrozlaşması” söylemi tek başı­na yeterli bir perspektif inşa etmemektedir. Belki doğru önerme; Newrozlarda Türkiye işçi sınıfının Kürtleşmesi yani sömürgeciliğe karşı dikilmesi, 1 Mayıslar’da ezcümle ezilenlerin işçileşmesidir. Yani kapitalist devlet aygıtını, sömürüyü hedefe almasıdır. İktidar gücünün ezme- ezilme ilişkisinin yürütücüsü devletin kalbine birleşik taaruza yönelmesidir.

Kentlerde Birleşik Fiili Meşru Militan Mü­cadele

“Sosyal-demokrat partiler her zaman ve her koşulda, yığınların örgütlenmesi ve sosyaliz­min yayılması için en küçük legal olanaktan yararlanmayı ihmal etmemekle birlikte, legal çalışmanın kölesi olmaktan da kendilerini kur­tarmalıdırlar. Engels, iç savaşa, ve burjuvazinin yasaları çiğnemesinden sonra bizim de yasal­arı çiğnememiz gereğine değinerek, “İlk silahı patlatan siz olunuz mösyö burjuvazi!” diye yazıyordu. İçinde bulunduğumuz bunalım­lar, burjuvazinin, bütün ülkelerde, en özgür ülkelerde bile, yasaları ayaklar altına aldığını göstermektedir”11

Bugün faşizm koşulları ne kadar ağırlaşsa da, her ne kadar legal çalışmaları kıskaç altı­na almışsa da, devrimci siyaset en küçük le­gal olanaktan dahi yararlanmayı sürdürmek zorundadır. Bunun bir nedeni bugün burjuva yasalarda yer bulan birçok “hakkın” uzun mü­cadeleler sonucu, bedeller ödenerek burju­vaziye adım attırarak yaratılmış kazanımlar olmasıdır. Bir “grev hakkının” burjuva anayas­alarında yer alması, grevlerin tek dayanağı değildir. Böyle görüldüğünde grevi “yasal hak” olarak ifadelendiren sendikal bürokrasi, yarın yasaklanan “grev” karşısında bu durumu da yasal kabul ederek işçi sınıfının ekonomik mücadelesini patronların insafına teslim et­miş olur. Oysa grev hakkı meşruluğunu sınıf mücadelesinden alır. Ve işçilerin grev silahına sarılması tamamen kendi kararlarına bağlıdır. Bugün açık kitle siyasetinde yürütülen birçok yöntemde aynı mekanik işlemektedir. O ned­enle kazanılmış hakların mevzilerini terk etmemek, her olanağını sonuna kadar kull­anmak aynı zamanda politik özgürlükler mü­cadelesinin de bir parçasıdır.

Diğer yönü ise legal olanakların sınıf mücade­lesinde istismarıdır. Bu genel stratejiye bağlı yürütülürse ve legal çalışmanın “köleliğine” dönüşmediği sürece kitleye yönelik ajitasyon ve propaganda çalışmalarında büyük temas alanları olarak kullanılır. Örneğin burjuva par­lamentosunda yer almak da, “yasal” bir flama sallamak da, açık bir gösteride barikat kur­mak da, seçimlere katılmak da, bütünlüklü bir stratejiye uyumlu hale getirildikten sonra son anına kadar kullanılacak araçlardır. Devrimci siyasetin 2010’lu yılları bunun örneğidir. El­bette aynı objektif ve subjektif koşullar içinde değiliz. Ancak bugünkü yönelimimizi buna engel göstermek ve tarihe öykünmek Mark­sist bir metot değildir. Geçmişin tekrarını geri çağırmak mı? Geri gelmeyecek. Geçmişin deneyimini bugünkü koşullarda taktik üret­kenlikle yanıtlamak mı? İşte devrimci siyase­tin kendi rüşdünü ortaya koyduğu ilk günden itibaren önderliğinin yarattığı atılımcı çizgi bu­rada düğümleniyor. Geçmişin kuru bir tekrarı yerine her ana özgün devrimci görevleri be­lirleyerek, buna göre konumlanmak ve onun en militan hattını kurmak…

Yöntemsel yaklaşım; bugün nicel olarak küçük varsayılan birleşik mücadele güçlerinin, öyle olmadığı varsayılsa da pratikte görülen alışkanlıklardan hareketle “savunma” hattını terk etmesidir. Bu eyleme, diline ve taktik üretkenliğine henüz yansımış değildir. Klasik araçların yeniden üretimi ve söylevi üzerine gelişen kabuk henüz kırılmış değildir. Bu kabuk kırımı kendi ihtiyaçlarını önceleyen egemen tarzın yerini devrimin ve birleşik ihtiyaçların öncelleneceği bir sıçrama ile mümkün ol­acak. Protestoculuktan, kurucu bir eyleme ve söyleme yükselmesi ile şekillenecektir. Birleşik güçler tekil ya da birlikte “iktidar” olmaya hazır mı? Bunu elbette örgütlenme düzey­ine indirgeyerek değil bu düzeyi yakalamaya hizmet edecek programatik ve ayaklanma yönteminin taktikleri, her günün nasıl planla­nacağı, hangi dinamikleri harekete geçireceği üzerinden bir kurmaylık bağlamında değer­lendirmek gerekir.

Örgütsel yaklaşım; ilk adım olarak atılan birleşik devrim fikrinde ortaklaşan güçler­in karma koordinasyonları sürecin gelişmesi açısından dikkatleri üzerine çeken bir tepkime yaratmıştır. Ancak halihazırda birçok farklı ke­simin yan yana gelişindeki olağanlıktan uzak­laşması ve bir “imza” olarak sıradanlaşması, takvimsel eylemlerle rutinleşmesi riski yeni reaksiyonlar yaratmakla aşılır. Bunun yeni bir perdesini açma ihtiyacı ortadır. Bu perde mevcut güçlerin tabanlarının yan yana get­irilmesini aşan bir ivme kazanmalıdır. Yapıları aşan, halk/işçi öncülerinin içerilmesi nasıl bir örgütsel modelle mümkün kılınacaktır? İl­erleyen günlerde yaşam bunu birleşik güçlere dayatacaktır. Buna ancak kollektif bir süreç yanıt üretebilir.

Bitirirken sonuç olarak; bir yangın çağının içerisinde gericiliğin uzun dönem baskın old­uğu, kitlesel geri çekilmenin yaşandığı ve ağırlıklı devrimcilerin iradi kararlılığı ile kavgayı yürüttüğü bir dönem kapandı. Şu an tarihte özgün anlardan biri olan, Türkiye’de faşizmle, işçi sınıfının kavgası bir denge dönemine ul­aştı. Şimdi birkaç yılın, on yıllara eşit olduğu hızlı bir mücadele dönemi başlıyor. Hiç kuşku yok ki burada işçi sınıfının ve onun öncülerinin dönem sloganı “saldır” olmalıdır.

“Büyük bir kitle çarpışmasının yaklaştığını hatırlayalım. Silahlı bir ayaklanma olacak bu… Düşmana şiddetle, canla başla saldırmalılar; “savunma yok, saldır” olmalı kitlelerin slo­ganı; ödevleri düşmanı amansızca yoketmek olacak; çarpışmanın örgütü hareketli ve esnek olacak… Bu büyük çarpışmada bilinçli işçi sınıfının partisi ödevini son kertesine kadar yapmalı” – Lenin

Kaynaklar

1 İşçi sınıfının ayağa kalktığı yıllar – Aziz Çelik

2 İşçi sınıfının ayağa kalktığı yıllar – Aziz Çelik

3 Gerilla savaşı – Lenin

4 Gerilla savaşı – Lenin

5 Moskova ayaklanmasında alınacak dersler – Lenin

6 Kapitalist kent ve devrimci savaşım – Ulaş Bayraktaroğlu

7 Kapitalist kent ve devrimci savaşım – Ulaş Bayraktaroğlu

8 DKP 2. Kongre belgeleri

9 DKP 2. Kongre belgeleri

10 Kapitalist kent ve devrimci savaşım – Ulaş Bayraktaroğlu

11 Sosyalizm ve savaş – Lenin

Bu makale Devrimci Politika Dergisi’nden alınmıştır. https://devrimcipolitika.wordpress.com/blog/

Paylaşın