Normal şartlarda zaten oldukça hareketli ve yakıcı olan Türkiye gündemini son haftalarda büyük oranda iki konunun işgal ettiğini söylersek yanılmış olmayız. Bunlardan biri ülkenin birçok bölgesini etkileyen “doğal” afetler, bir diğeri de bilinçli bir şekilde yaratılmış olan mülteciler gündemi. Her iki konuda da neyin ne olduğu, takınılması gereken tutumun, izlenmesi gereken yolun ne olduğuna yönelik çokça yazıldı, çizildi. Ancak önümüzdeki aylarda ve hatta yıllarda siyasal ajandada önemli bir yer tutacağını düşündüğümüz mültecilik konusunda bazı hususları (sosyalistler tarafından her ne kadar açık ve seçik olarak bilinse de) tekrar etmenin gerekli olduğunu düşünüyorum: Repetita iuvant.
Mülteciler konusunda vicdani yaklaşım
Toplumda alttan alta beslenen ve biriken mülteci rahatsızlığının bir mülteci düşmanlığı boyutuna ulaşarak açıktan ırkçı/şovenist saldırılara dönüştüğü bir sürecin içinden geçtik ve geçmeye devam etmemizin önünde de henüz bir engel yok. Mültecilere yönelik sanal, sözlü ve fiziksel saldırıların önüne geçmeye yönelik girişimlerin birçoğu mültecilerin yaşam koşullarının hiç de iyi olmadığı, zor şartlarda yaşayıp çalıştıkları, savaştan kaçmış oldukları, toplumda hor görüldükleri ve tacizlere, saldırılara uğradıkları, birçok sosyal haktan yoksun oldukları üzerinde temellendiriliyor. Bu tür girişimleri, medyadan, mültecilerle yapılan röportajlardan, mültecilerle çalışan uzmanların tecrübe aktarımlarından, konuya yönelik hukuki yaklaşımlardan sıkça görüyoruz.
Mültecilerin büyük çoğunluğu toplumun ve işçi sınıfının en alt, en fazla ezilen ve sömürülen tabakasını oluşturuyor. Bu su götürmez bir gerçek. İnsan olmamızdan mütevellit mültecilerin yaşadıkları zorluklara, maruz kaldıkları kötü muamele ve hak ihlallerine, içinde bulundukları yaşam koşullarına göz yummamız elbette beklenemez. Ancak konuyu salt ahlaki/vicdani bir perspektiften, hatta “insan hakları” temelinde ele almak, asıl sorunu görmemize engel olabileceği gibi sorunun çözümüne yönelik izlenmesi gereken siyasal hattı da bir kenara kaldırma riski barındırıyor. Böylece sorunun çözümü salt bireysel bir insani sorumluluğa indirgenebiliyor. Ancak ne konu bu kadar basit ne de vicdan toplumsal sorunların çözümünde yeterince güçlü ve doğru bir araç.
AKP’nin dış politikası ve mülteci sorununun gelişimi
Türkiye’nin mültecilikle sorunlu ilişkisinin Suriye savaşı ile başladığını, Suriye savaşının önde gelen müsebbiplerinden birinin de AKP hükümeti yönetimindeki Türkiye devleti olduğunu söylersek yanılmış olmayız. AKP’nin yeni-Osmanlıcı sömürü girişimlerinin sebep olduğu savaşın sonuçlarından biri, milyonlarca insanın Suriye’den kaçması oldu. AKP, Suriye’deki başarısızlığının ve bu başarısızlığın iç siyasette yarattığı krizlerin sorumlusu olarak görülen Davutoğlu’nun başbakanlıktan ve partiden atılmasından sonra da Suriye siyasetine aşağı yukarı aynı çizgide devam etti. Zaten daha sonra Davutoğlu da Suriye’de Erdoğan’ın talimatları dışında bir yol izlemediğini açıklayacaktı [1]. Yani Suriye politikası genel olarak ısrarla sürdürülen bir Erdoğan ve AKP politikasıydı. Elbette Suriye politikasına olduğu gibi diğer çevre ülke (Libya, Azerbaycan, Kıbrıs, Afganistan) politikalarına da yön veren yeni-Osmanlıcılığı sadece geçmişteki büyüklüğe özlem, bir nostalji ya da salt iktidar arzusu şeklinde ele alarak çözümlemek yeterli değil. Bunun yanında, iktidar ve iktidara yakın sermaye gruplarının bu uluslararası müdahalelerden elde edecekleri çıkar belki de denklemin en önemli parçasını oluşturuyor.
Benzer biçimde Haziran ayında gerçekleşen NATO zirvesindeki Biden-Erdoğan görüşmesi sonucunda Türkiye’nin Afganistan’ın Kabil Havalimanının güvenliğini sağlamaya talip olması konusundaki genel kabul gören gerekçelendirme, bunun Türkiye’nin uzun zamandır ABD ile olan gerilimli ilişkisini düzeltme girişimi olduğu yönündeydi. Bu önemli bir etken. Ancak iktidara yakın yazar ve yorumcuların Afganistan’da bulunmayı gerekçelendirmeleri farklı şekillerde ortaya çıkıyordu. Kimileri için bu bir anlamda Afganistan’daki siyasal ve toplumsal süreçlerde etkin rol alma fırsatı [2], kimine göre “Türkiye’ye olağanüstü yeni güç alanları sunması”, “Osmanlı’nın dağıtılmasından sonraki, aynı güç iddialarına sahip ilk dönüş ve yükseliş”, “dünyanın merkez ülkelerine yöneltilen meydan okuma” [3], kimi içinse jeopolitik bir gereklilik olarak Türkiye’nin “Asya’nın Kalbi” Afganistan’da “bir şekilde” bulunmak istemesiydi [4]. Kısacası, Suriye’de istediklerini elde edilemeyen AKP, aynı saiklerle rotayı bu defa Afganistan’a çevirmişti. Bu genel dış politikayı iktidar ve ona yakın sermaye gruplarının çıkarlarından bağımsız düşünemediğimiz gibi temel motivasyonun da bu sınıfsal çıkarlar olduğunu söyleyebiliriz: Müdahale edilen ülkelerde gerçekleştirilen inşaat projeleri [5, 6, 7], IŞİD petrolü meselesi [8], Suriye’nin yağmalanması iddiaları [9], vb.*
İşte filler bu uluslararası arenada kendi çıkarları için tepişirken ezilen çimen Suriyeli ve Afgan mülteciler oldu ve savaştan kaçanlar soluğu Türkiye’de aldı. Bu zaten öngörülebilir bir durumdu.
İktidarın iç siyaseti ve mülteciler
AKP iktidarı, başından beri pek de değişmeyen biçimde, mültecilere yönelik siyasetinde Türkiye’nin “güçlü bir ülke” olarak “mazlumların sığınağı”, mültecilerin de “din kardeşlerimiz” olduğu yönündeki hoşgörülü söylemi takip etti. Bu söylem bir anlamda insan hakları temelinde yürütülen bir mülteci politikası olarak düşünülebilir. Zaten İkinci Dünya Savaşı sonrasında BM tarafından kabul edilen ve mültecilerin hukuki statüsüne ilişkin olan Cenevre Sözleşmesi’nin temel dayanağı da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ydi.
Ancak görünen/söylenen ile hakikat arasında bariz farklar olduğu iktidarın göçmen siyasetindeki uygulamalarıyla açığa çıktı. İktidarın mültecilerle ilişkisi, insan hakları evrensel beyannamesi tarafından şekillenen bir mülteci politikası yerine mültecilerin dış siyasette tamamen araçsallaştırıldığı bir durum halini aldı. Mülteciler, AB ile ilişkilerde bir taraftan Avrupa’nın sınırları açmakla tehdit edildiği bir tehdit unsuru olarak kullanılırken bir taraftan da AB’den (nasıl harcandığı tam olarak bilinmeyen) fon alma aracı olarak kullanıldı.
Diğer taraftan dış siyasette izlenen yol ve sonuçları seneler içerisinde bir iç sorun haline geldi ve mülteciler de bu sorunun nesnesi oldu. İktidarın kötü ekonomi yönetimiyle ülkenin içine battığı ekonomik krizin bir sonucu olan işsizlik ve azalan refahın, kötü yaşam koşullarının, daralan sosyal hizmetlerin faturası göçmenlere kesildi. İktidar tarafından bilinçli bir biçimde tam olarak koruma altına alınmayan ve güvencelileştirilmeyen mülteciler, toplumdaki en kötü işleri yapmak, en düşük ücretlerle en uzun süre ve en ağır koşullarda çalışmak zorunda olan grup konumuna geldi. Herhangi bir güvencesi olmayan mülteciler, hayatta kalmak için kimsenin gönüllü olmak istemeyeceği koşullara sahip işleri yapmak zorunda kalınca (özellikle de sigortasız kayıt dışı çalışma) işgücü piyasasındaki rekabet bazı işkollarında ücretlerin düşmesine sebep olurken sermaye sahiplerinin kârlarının artmasını sağladı.
Mültecilere yönelik milliyetçi tepkinin yükseldiği günlerde AKP Genel Başkan Danışmanının yaptığı “Suriyeliler bir gitsin ülke ekonomisi çöker” [10] açıklamasını, Emine Erdoğan’ın kuzeni olan Ankara Ticaret Odası başkanının “Türkiye’de işsizlik var ancak eleman aradığınızda kimse başvurmuyor, başvursa da işi beğenmiyor” [11] açıklamasından bağımsız düşünmemek gerekiyor. Zira açıklamanın devamında “Nitelikli ara eleman istihdam etmek için önemli bir maliyet üstlenen tüccar ve sanayicimiz, bu maliyeti üstlenmeden kayıt dışı istihdam sağlayanlarla rekabet etmek zorunda kalıyor” [11] diyen ATO başkanı, yerli emekçi ile mülteci emekçinin piyasada nasıl karşı karşıya geldiğini ve kârını arttırmaya çalışan kapitalistin kimi tercih ettiğini, kâr etmek isteyen kapitalistin eğer yerli emekçiyi istihdam edecekse çalışma koşullarında kötüleştirmeye gitmesinin normal olduğunu itiraf etmiş oluyor. Dolayısıyla “beğenilmeyen” işlerin zaten insanca çalışma şartlarına sahip olmadığını söyleyebiliriz. Yani emekçiye dayatılan aslında “Bu insani olmayan koşullarda çalışmayı kabul ediyorsan çalış, etmiyorsan kapı orada!” oluyor. Bu konuya birazdan tekrar döneceğiz çünkü bu sorun, mülteciler üzerine takınmamız gereken tutumun esasını oluşturuyor.
Mülteciler konusunda muhalefetin tavrı
Mültecilere yönelik tepki ve saldırıların fitili, CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu tarafından yapılan “geri gönderme” açıklamasına paralel ateşlendi diyebiliriz. 16 Temmuz’da Suriyelileri kendi ülkelerine göndereceğini açıkladıktan sonra [12] kamusal alanda mültecilere karşı geniş bir propaganda başladı. Muhalefet, dünyada popülist partilerin seçimlerdeki başarılarından feyzalmış olacak ki toplumdaki mülteci karşıtı milliyetçi refleksleri kaşıyarak çıkar elde etmeye çalıştı. Gerçi muhalefet zaten uzun süredir sağ popülizmi benimsemiş bir biçimde kitlelerin taleplerine yönelik bir söylem biçimlendirme yolu izliyordu. Böylece de milliyetçi ve/veya muhafazakâr kitleden oy devşireceğini düşündüğü ilkesiz bir siyaset anlayışına saplanmış durumdaydı. Mültecilere yönelik açıklamalar da bu stratejinin bir uzantısıydı. Ancak şu da bir gerçek ki mevzu sağ popülizm olunca bu konuda çok daha başarılı partiler ve onların çok rahat mobilize edebileceği kitle tabanları varken CHP’nin bu fırsatçılığının (ve ateşle oynamasının) önünde sonunda toplumsal muhalefete, CHP ve ittifakta bulunduklarına dönmesi çok olası görünüyor.
Hatta bu süreçte bazı “komünist” partiler, muhalefetin mülteci karşıtı milliyetçi damarı kabartması karşısında toplumda yükselen şovenist ve mültecilik karşıtı tepkilere tam karşıdan ve sert bir biçimde cevap vermeleri gereken yerde mülteci meselesini bir kenara bırakmış, tedbirli olma ve sağduyuyla hareket etme çağrısı yapan ve mülteci meselesine genel anlamda sol bir perspektiften yaklaşan bazı alternatif medya gruplarına ve gazetecilere yönelik “fonculuk” saldırılarına destek vermiş ve böylece anti-şovenist tepki fırsatını kaçırıp bu fırsatı sağ popülizme feda etmiş ve talihsiz bir biçimde mülteci karşıtlarıyla aynı safa düşmüş oldular. Kısacası mülteci meselesinde, parlamenter ve toplumsal muhalefetin büyük bir kısmı bir biçimde sağ popülist bir paradigmaya hizmet ettikleri başarısız bir sınav verdiler.
Kısıtlı kaynaklar sorunu
Mültecilere yönelik tepkinin gerek işçi sınıfı içinde gerekse muhalif orta-üst katmanlar içinde ortak noktasının aslında bir kısıtlı kaynaklar sorunu olduğunu söyleyebiliriz. Yerli işçi sınıfı açısından mültecilerin iş olanaklarından yararlanmaları, düşük ücretlere sigortasız çalışmaları nedeniyle yerlilerin iş bulamamaları, iş bulsalar da mültecilerin düşük ücretlerle işgücü piyasasında ücretleri düşürmeleri, vb. genelde karşımıza çıkan argümanlar oluyor. Diğer taraftan aslı olmasa da mültecilere yönelik nefreti besleyen iddialar arasında mültecilerin üniversitelere sınavsız alınması, istedikleri okula kayıt yaptırabilmeleri, sağlık hizmetlerinden ücretsiz faydalanabilmeleri, çocuk ve erzak yardımı almaları, kendilerine maaş bağlanması, vb. bulunuyor. Tüm bunlar, ülkede özellikle temel hakları ilgilendiren kaynakların sınırlı olduğu ve bundan ülke vatandaşları faydalanamazken mültecilerin faydalanabiliyor olduğu üzerinden kurulan bir propagandaya işaret ediyor.
Kısıtlı kaynaklar ve bunun bölüşümü sorunu siyaset felsefesinin de adalet teorisinin de temel sorularından birini oluştururken sosyalistler açısından sorun, kısıtlı kaynaklardan ziyade (kaynakların sınırlı ya da sınırsız olduğu tartışması bir yana) bir sömürü sorunu olarak ortaya konmaktadır. Mevcut durumda toplumsal zenginliğin paylaşımında ortaya çıkan sorunlar ve mültecilere yönelik tepkinin temelinde yer alan sınırlı kaynaklar sorununun esas sebebi mültecilerin varlığı değil, sermaye sınıfının toplumsal çıktının çok büyük bir bölümüne kendisi için el koyarken mülteci ya da vatandaş, sömürdüğü herkesi insanlık dışı koşullarda yaşamaya mahkûm etmesidir. Mültecilerin varlığının toplumun büyük bir kesimi tarafından bir sorun olarak görülmesinin hem ülkenin içinden geçtiği ciddi ekonomik krizle hem de bu süreçte sermaye sahiplerinin kârlarını büyük oranda arttırarak toplumsal gelir adaletsizliğinin belki de ülke ve dünya tarihinin en yüksek seviyesine çıkmasıyla eş zamanlı olması bunun en net göstergesi olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla ülkemiz işçi sınıfı saflarında da ortaya çıkabilecek herhangi bir mülteci karşıtı tepkinin asıl adresi mülteciler değil, yönetici sermaye sınıfının ta kendisi olmalıdır.
Ülkemiz tarihi, yönetici sınıfların toplumsal sorunlardaki sorumlulukları konusunda kendi çıkarlarını korumak adına dikkatleri kendi üzerlerinden kaydırarak sömürülen sınıfları birbirlerine düşürmedeki başarılı girişimleriyle dolu. Bu defa da yaşadığımız bundan farklı değil.
Mülteciler işçi sınıfının bir parçası mı?
Sosyalist mücadele, işçi sınıfının sermayeye karşı enternasyonel (uluslararası) birliği ile yürütülür. Bu nedenle işçi sınıfı, mücadelesinin daha en başında dünyayı, toplumsal ilişkileri ve toplumlar tarihini uluslar temelinde değil, sınıflar temelinde ele alarak düşünmeyi esas kabul eder. Mücadelesinin bir ulusa karşı değil, bir sınıfa karşı; bağlılığının bir ulusa değil, sınıfına olduğunun da bilincindedir. Bu nedenle de toplumda yükselen mülteci karşıtı ırkçı tepkiler en basit anlamıyla bir “yanlış bilinç” durumuna tekabül eder ki bu, toplumsal ilişkilere egemen olan hakikati görememek, sadece görünüme hapsolmak anlamına gelir.
Yapılması gereken, “mültecilik” durumuna, savaşlara ve kısıtlı kaynaklar sorununa sebep olan**, toplumda yerli-mülteci karşıtlığını besleyerek çatışma yaratan sermaye sınıfına ve onun temsilcisi olan iktidara karşı Suriyeli, Afgan, Türkiyeli işçilerin birlik içinde ve ortak hareket etmeleridir. Sınıfsal bir tutum bunu gerektirir, çünkü hangi ulus ya da etnik kökenden olursa olsun üretim ilişkileri içindeki konumları, bu insanları aynı sınıf içinde konumlandırır. Ancak bu birlik, sözün söylediği kadar kolay değildir. Bazı sınıf kavramsallaştırmaları, üretim sürecinde bulunulan durumun benzer çalışma ve yaşam koşullarına sebep olduğunu, bu nedenle de sınıf üyeleri arasında aynı zamanda bir ortak kültür olduğunu öne sürebilir. Yani ortak kültür, ortak yaşam deneyimleri (buna sınıf kültürü, işçi sınıfı kültürü ya da proletarya kültürü de denebilir) sınıf olma durumunun bir önkoşulu (ya da sonucu) olarak ortaya konulabilir. Ancak bu ortak kültür durumu mevcut koşullarda pek ikna edici görünmüyor. Türkiyeli işçilerin Suriyeli ya da Afgan işçilerle işyerinde ya da mahallelerde çok rahat ilişkilendiği bir durum olmadığı gibi sosyalist örgütler de Türkiyeli olmayan işçilerle yeterli düzeyde ilişkilenebilmiş değil. Bunun temel sebeplerinden birinin de gruplar arasındaki kültürel fark olduğunu söyleyebiliriz. Benzer biçimde devrimci, muhalif, seküler işçilerle milliyetçi, muhafazakâr işçiler arasındaki ilişkiler de istenilen seviyede değildir. Hatta Türkiyeli işçilerin örgütlendikleri sendikalar da bu farklı kültürel arka plana göre çeşitlilik gösteriyor. Dolayısıyla sermaye ile ilişkileri içinde sınıfın varlığından bahsedebilmek için “ortak kültür” koşulunu bir kenara koymak gerekiyor çünkü bu koşul gerçekçi olmadığı gibi bir geçerliliği de yok gibi görünüyor.
Kapitalizmin ilk dönemlerinde işçi sınıfının belli şehirlere belli yerlerden geliyor oluşu, aynı mahallelerde aynı etkenlere maruz kalıyor oluşları, bir arada yaşama ve benzer sosyo-ekonomik seviyelere ait oluşları ortak bir kültüre tabiiyet ya da ortak bir kültürün oluşumunu sağlıyordu. Ancak günümüzde emeğin küresel sömürüye tabi olduğu ve sermayenin sömürmek için emeğin herhangi bir öznel niteliğine bakmadığı durumda ortak kültür sınıfın bir koşulu olamaz (hatta ortak kültür hiçbir zaman sınıfın bir özelliği olmamıştı), aksine sınıf bilincinin ve sınıf örgütlenmesinin önünde bir engel haline gelmektedir. Sınıfı koşullayan ise üyelerinin sermaye ile ilişkileri ve üretim sürecinde işgal ettikleri konumdur. Bu nedenle mülteci işçiler, yerli işçilerle aynı sömürü ilişkilerine tabi olmaları, çelişki içinde bulundukları sınıfın aynı olması nedeniyle aynı sınıfa aittirler ve çıkarları ortaktır.
Ne yapmalı?
İktidar ve temsil ettiği sermaye sınıfı bir taraftan mülteci işçileri yerli işçilerin ücretlerini düşürmek, sosyal haklarını biçmek için bir şantaj unsuru olarak kullanırken yerlileri de mülteciler için bir “pogrom” tehdidi olarak kullanıyor. Sınıf içerisinde ortak bir mücadele hattı örgütlemek ve yükselen ırkçılığın, şoven saldırıların önünü almanın yolu siyasal ve toplumsal alanda mülteci karşıtlığıyla mücadele etmekten, bu söylemi ve eylemi baskın kılmaktan, esas sorumluların (ister iktidar, ister muhalefet görünümüne bürünmüş olsun) sermaye sınıfı olduğunu vurgulamaktan geçiyor. Salt teşhirin toplumun ihtiyaç duyduğu niteliksel dönüşümü gerçekleştiremediğini uzun zamandır deneyimliyoruz. Bu da kamusal alanda görünür olmanın, kamusal alandaki fiili mücadelenin önemini bir kez daha gün yüzüne çıkartıyor.
Ancak işçi sınıfının ortak örgütlenmesinin önündeki somut engelleri kaldırmanın ve sermaye sınıfının mültecileri işçi sınıfına karşı bir tehdit unsuru olarak kullanırken mültecileri de toplumun en düşük yaşam koşullarına mahkûm etmesinin önüne geçmenin tek yolu, mültecilerin çalışma ve sosyal güvenlik haklarını (sigortalı çalıştırma zorunluluğu, asgari ücrete tabi olma, tazminat, izin ve sendikal örgütlenme haklarını) elde edebilmelerinden geçiyor. Aksi halde toplumun en kırılgan kesimini oluşturan mültecilerden devrimci kahramanlık beklemek gerçekçi olmayacaktır. Bu nedenle, sosyalistlerin, kendi ekonomik ve siyasal mücadelelerinin yanında, mültecilerin haklarını elde edebilmeleri için de (başlangıçta mültecilerle birlikte olsun ya da olmasın) mücadele etmeleri bir zorunluluk gibi görünüyor.
Dipnotlar:
* Ben bu satırları yazarken Taliban Kabil’e zorlanmadan girdi. Yeni koşullar içinde haber kaynakları Türkiye’nin havalimanı güvenliğini sağlama planından vazgeçtiğine yönelik haberler yazmaya başladı < https://t24.com.tr/haber/reuters-turkiye-kabil-havalimani-ni-koruma-planini-iptal-etti,972485 > MHP Genel başkanı Devlet Bahçeli ise Türkiye’nin Afganistan’daki askeri varlığının devamının gerektiği ve Taliban ile görüşmek dâhil her seçeneğin göz önünde bulundurulması yönünde açıklama yaptı < https://t24.com.tr/haber/bahceli-sinirlarimiza-yigilan-afganlarin-ulkelerine-guvenliklerini-de-gozeterek-aynen-iadeleri-turk-milletinin-hakli-talebi-mhp-de-bu-goruste,972397 >
** İnsani ihtiyaçlar göz önünde bulundurulduğunda, toplumun kaynakları ve zenginliği potansiyel olarak kısıtlı olmasa bile kapitalizmde sınıflar arası bölüşümün dengesizliği, nihayetinde sömürülen sınıfların payına düşen zenginlik üzerinde bir kısıtlı kaynakların bölüşümü sorunu yaratır. Burada, kapitalist üretim tarzının, “toplum için yeterli kaynaklar”ı, “sömürülen sınıflar için yetersiz kaynaklar”a dönüştürdüğünü söylemekle yetineceğim.
[1] Davutoğlu: Suriye’de Erdoğan’ın talimatları dışında bir yol izlemedim | Independent Türkçe (indyturk.com) < https://www.indyturk.com/node/179431/haber/davuto%C4%9Flu-suriye%E2%80%99de-erdo%C4%9Fan%E2%80%99%C4%B1n-talimatlar%C4%B1-d%C4%B1%C5%9F%C4%B1nda-bir-yol-izlemedim >
[2] F-35 projesi tamamen bitti mi? S-400’de masada hangi çözüm var? – Ne Oluyor? 20.06.2021 – YouTube < https://www.youtube.com/watch?v=oCz9ghfbYyw >
[3] “Türkiye dünyanın yarısıdır” İnsanlık, bu cümlenin altına çok şey yazacak – Yeni Şafak (yenisafak.com) < https://www.yenisafak.com/yazarlar/ibrahim-karagul/turkiye-dunyanin-yarisidir-insanlik-bu-cumlenin-altina-cok-sey-yazacak-2058831 >
[4] Neden Afganistan? Harita öyle istiyor!.. – Yeni Şafak (yenisafak.com) < https://www.yenisafak.com/yazarlar/nedret-ersanel/neden-afganistan-harita-oyle-istiyor-2058876 >
[5] Bakan Kurum, Libya Yerel Yönetimler ile İskan ve İmar bakanlarıyla ayrı ayrı görüştü < https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/cevre-ve-sehircilik-bakani-kurum-libya-yerel-yonetimler-ile-iskan-ve-imar-bakanlariyla-ayri-ayri-gorustu/2206165 >
[6] Toki Suriye’ye giriyor, O bölgeye 30 Bin konut – Yeni Akit < https://www.yeniakit.com.tr/haber/toki-suriyeye-giriyor-o-bolgeye-30-bin-konut-221818.html >
[7] Aliyev’den Erdoğan’a Cengiz ve Kolin yanıtı: Onlar her yerde var (gazeteduvar.com.tr) < https://www.gazeteduvar.com.tr/aliyevden-erdogana-cengiz-ve-kolin-yaniti-onlar-her-yerde-var-haber-1525625 >
[8] RT, IŞİD’in Türkiye’ye petrol sattığının kanıtlarını yayınladı – 24.03.2016, Sputnik Türkiye (sputniknews.com) < https://tr.sputniknews.com/20160324/ISID-Turkiye-Petrol-Suriye-RT-1021704064.html >
[9] Gazeteci Serdar Akinan: İnanamayacağınız isimler Suriye’nin yağmalanmasında – Evrensel < https://www.evrensel.net/haber/435946/gazeteci-serdar-akinan-inanamayacaginiz-isimler-suriyenin-yagmalanmasinda >
[10] Erdoğan’ın danışmanı Aktay: Suriyeliler giderse ülke ekonomisi çöker (cumhuriyet.com.tr) < https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/erdoganin-danismani-aktay-suriyeliler-giderse-ulke-ekonomisi-coker-1855405 >
[11] ATO Başkanı Baran: Türkiye’de işsizlik var ancak ‘işsiz’ yok (cumhuriyet.com.tr) < https://www.cumhuriyet.com.tr/haber/ato-baskani-baran-turkiyede-issizlik-var-ancak-issiz-yok-1859649 >
[12] CHP – CHP LİDERİ KILIÇDAROĞLU: “SURİYELİ KARDEŞLERİMİZİ, HUZUR İÇİNDE KENDİ ÜLKELERİNE GÖNDERECEĞİZ” < https://www.chp.org.tr/haberler/chp-lideri-kilicdaroglu-suriyeli-kardeslerimizi-huzur-icinde-kendi-ulkelerine-gonderecegiz >