Gündem, Umut Yazıları

Savran’ın Kıvılcımlı tarihinde küçülmesi (2) – Serdar Kaya

Umut Editör Notu: Gerçek gazetesinde Sungur Savran imzası ile yayınlanan “Yalnız komünist” – Hikmet Kıvılcımlı: Bir ön eleştiri – Hikmet ve Hikmet başlıklı üç makaleye dair Serdar Kaya tarafından kaleme alınan “Savran’ın Kıvılcımlı tarihinde küçülmesi” isimli mektubunu devrimci saflarda taşıdığı tartışma değeri açısından yayınlıyoruz. “Devrimci kamuoyuna açık mektup” notu ile birçok yayın kuruluşuna gönderdiği mektubun ikinci bölümü şöyle;

Bir önceki değerlendirmemizde Savran’ın Kıvılcımlı’ya karşı nasıl akıl almaz bir saldırganlık içinde olduğunu göstermeye çalıştık. Savran, kendini yüceltebilmek için Doktor’la tartışmasını hastalıklı bir ihtiras boyutuna yükseltmeden önce buna uygun koşullar yaratmak üzere bir politik tarih tartışmasına girer. Doktor’un ’70 politikaları, parti tarihi vb, bu kapsamda ele alınır. Bu tartışmalarda Savran, elbette kaçınılmazca bir kirlilik yaratır ama daha önemlisi kendini görünür kılar.

Ordu Ne Yaptı ya da Savranın Kılıcı

Savran, 60’lı yılların ortamındaki Doktor’un parti ve sınıf politikalarına geçerken bir değinir. Bu denetlemede, Kıvılcımlı, parti konusunda proletarya partisini “savunur gibi görünür.” 15-16 Haziran tutumuyla ise sınıf politikasında testi “geçer gibi görünür.” Bu orta derece notlara rağmen Savran’ın kanaat bildirimi çok yüksektir: “.. bu sağlıklı ve sağlam tutum”… Bu, Savran’ın hesaplı, klasik propagandif tarzıdır. Her onayını mutlaka kırarak verir. Ardından onayı yok derecesine indirmeye yönelir. Aslında bütün “sağlıklı ve sağlam tutum”una karşın bu konularda Doktor’u sınıfta bırakmaya kararlıdır ve bırakır. Bir ölçüde hakkaniyetle onayladığı tutumun doğru temsil hakkına doğrudan sahip görünebilmek için her türlü demagoji ve çarpıtmayı kendisi için mübah görür. Kıvılcımlı’nın 60’lardaki onay konularını tartışmaya geçerken bu kez onları karşımıza“yara bere”ler olarak getirir. Biri proletarya partisi kavrayışı yani ilk onay maddesidir. Diğeri malum, “ordu kılıcını attı” bağlantılı ikinci onaylı sınıf maddesidir.

Zorunlu kalınmadığı müddetçe bu ve başka konuların teorik bağlamını tartışmayacağız. Yerine, pratik eleştirel çerçeveyi esas alacağız. Burada parti konusunu da keza TKP tarihi bağlamında ele almak üzere şimdilik geriye bırakıyoruz. Ordu konusunda ise Doktor’un teorik perspektifini arkada tutarak doğrudan “kılıç” meselesine giriyoruz.

Savran, nasıl Nazım meselesini onun popülaritesini istismar ederek kullanmaya kalktıysa, 12 Mart konusunda da Doktor’a karşı, onun üzerine yapışık kalan yaygın cuntacılık ithamını kullanmaya yönelir. İddia klasiktir: “’Ordu Kılıcını Attı’ yazısında Kıvılcımlı’nın, (…) ordudan ilerici çözümler (abç) beklemesi gerçekten onun kıratında bir Marksist için anlaşılmazdır.”

Burada en şaşırtıcı olan kendi başına bir olgusal durum bildirimi olan bu cümleden herkesin nasıl olup da bir ilericilik beklentisi çıkarttığıdır, çünkü yazının içeriğinde hiçbir şekilde böyle bir beklenti ifadesi yoktur. Bu durum, aslında o gün ve bugünden o güne bakışta hâlâ ordudan ilerici bir müdahale beklemeye alışık toplumsal bilinçaltının sol sosyalist politikerlerimizi de girdabına çekmesinin bir sonucu olmalıdır.

Normal ediminde kılıç çekilir. Bir dil sürçmesi olmadığı Doktor’un aynı deyimi işçi sınıfının 70 Haziranı için de kullanmasından anlaşılır. Belki de hapishane terminolojisinde racon kesici tarzda inisiyatif almanın bir tanımlamasıdır, bilmiyoruz, ama bugünkü koşullarda “ordu kılıcını çekti” diye atılacak bir başlığa kimsenin ilerici bir içerik yapıştırmayacağı ortadadır. Bununla birlikte Doktor’un o günkü yazısını herkes bu ön kabulle değerlendirmektedir ve tekrarında yarar var; yazının içeriğinde mutlak surette, kesinlikle ilerici bir beklenti yoktur.

Herkes sanal ortamda kolayca bulup okuyabilir. Savran’ın okumadığı bellidir. Yazıda aktarılan, özetle şudur: Beklenen oldu; ordu siyasete girdi. Finans kapital-tefeci bezirganlık (27 Mayıs ve diğer ön darbeler itibariyle) askerin siyasete girmesini istemez ama girdi. Bir muhtırayla hükümet devrildi. Muhtıra atatürkçü ve çağdaş medeniyetçiyiz diyor. Bugün 50 yıl öncesinde değiliz. İki tane çağdaş medeniyet var ortada: geberen emperyalist çağdaş uygarlık, yükselen sosyalist çağdaş uygarlık. Sosyalizm yönünde tercihin ajitasyonu ve stratejik bir durum saptaması: “Ültimatomun amacı sarsılmış düzeni istikrarlaştırmak olabilir. Orada söylenenden çok söyletene bakmalı. Söyleten: Ekonomi temelinde onulmaz bunalım çıkmazdır. Eğer o madde ve geçim bunalımı istikrarlaşmazsa (yani hayasız Finans kapital çapulu ve tefeci bezirgan soygunu durdurulmazsa) ne faşist ne ‘demokratik burjuva’ çözümlerinin ‘huzur getirmeyeceği ortadadır.” Burada bugünkü gibi bir devrim durumunun tarifinden başka hiçbir şey yoktur. Bastıran kazanacaktır ve oligarşi bastırmaktadır.

Ve elbette mevcut kararsız dengeyi oligarşinin kendi lehine çevirmekte olduğunu en iyi bilenlerden biri Dr. Hikmet’tir, çünkü, yukarıda, Savran’dan yaptığımız alıntıda çıkarttığımız bölümde bu ifade edilmektedir. Savran’dan alınan tam pasaj şudur: “’Ordu Kılıcını Attı’ yazısında Kıvılcımlı’nın, 12 Mart müdahalesi yapılmadan önce bir ihtimal olabileceği düşünülebilecek sol cuntanın artık Genelkurmay bir bütün olarak işin içine girmişken dahi ordudan ilerici çözümler beklemesi gerçekten onun kıratında bir Marksist için anlaşılmazdır.” Biraz bozuk bir cümle ama anlaşılmaktadır. Savran, Doktor’a, sol cunta hazırlanıyordu ama tutmadı, yerine Genelkurmay bir bütün olarak geldi. Bundan nasıl ileri çözüm beklersin, diyor. Gösterdiğimiz gibi Doktor’un herhangi bir ileri çözüm beklentisi yoktur. Aksine onun teorik perspektifine göre, Savran’ın yazısında dökümünü yaptığı ordu darbeleri itibariyle olumlu potansiyel taşıyanından sonuç alabilmek için de devrimin ve sınıfın örgütlenmesi gereklidir.

Kim Cuntacı

Savran’ın andığı sol cunta ihtimali 9 Mart günü, yani 12 Mart muhtırasından üç gün önce dağıldı. Devrimci ve proleter hareketin gücü itibariyle, olabilseydi, 27 Mayıs’tan en az iki kere daha solda olacaktı. 9 Mart sürecinde, doktorcu hareket süreci son derece yakın takip ediyordu, ancak bizzat Doktor’un talimatıyla ne katılımı ne de herhangi bir mutabakatı vardı. Bunun aksi yönde hiçbir belge, bilgi, aktarım vb söz konusu değildir. Bununla birlikte Doktor’un attığı başlık, başını Doğu Perinçek’in çektiği yarı operasyonel bir propagandayla cuntacılığı Doktor’un kimliğine yapıştırmıştır. Oysa kimlerin bu süreçle organik ilişkilendiğine dair bilgiler Oğuzhan Müftüoğlu, Ertuğrul Kürkçü, PC davası sanıkları binbaşı İbrahim Keskin, yüzbaşı Orhan Savaşçı’nın ağzından aktarımlarla Cenk Ağcabay’ın Doktor Hikmet: Savaşçı Bir Hayat kitabından kolayca bulunabilir (s. 392-3). Yaşam böyle akarken Savran, Doktor’a yönelik cuntacı suçlamalarına çığır atlatır. Genelde Doktor’a yönelik cuntacılık eleştirisi 9 Mart gelişimi üzerinden yapılırken Savran, Doktor’un bir ay içinde kendi kaçtığı cuntaya gençliği bağlama niyetinden bahseder. “Gençlik 1970 yılında veya 1971 başında Kıvılcımlı’nın arkasına dizilmiş olsaydı o onları cuntacılık olarak anılacak bir yola sokacak, ama sol bir cuntaya değil, Genelkurmay’ın peşinde yürümelerine vesile olacaktı!” Yani Doktor gençliği 9 Mart’tan uzak tutmuş da, 12 Mart’a bağlamaya niyetlenmiş falan… Savran’da arsızlık bitmez; arkasından bir de bunun marksist bir açıklamasını bekler. Rastlamamış. Muhatabını imha etmek için polis çizgisine yaslanmaktan bile imtina etmeyen bir ihtirasın, kendisini komik derecede ahmak göstermekten kaçınması da beklenemez elbette.

Adam kaçtı, Aptal!

12 Mart eşiğinde Doktor’un Sosyalist gazetesi sürecin karakterine uygun stratejik belirlemeler yapmaktaydı. Örneğin 9 Mart sayısı bir yandan Doğu Perinçek’in çizgisini “CIA sosyalizmi” tanımıyla devrimci harekete teşhir ve tecrit politikası uygularken diğer yandan solun süreci yönetebilmek için çözmesi gereken örgütlenme sorununu “Yeni aşamada aynı parola: proletarya partisi” başlığıyla işliyordu. Ve 12 Mart geldiğinde solun gereken örgütlenme düzeyi itibariyle içinde bulunduğu yetersizlik gene Doktor tarafından böylece bir kez daha saptanmış oluyordu. Dolayısıyla hem sürecin 9 Mart’tan 12 Mart’a kayışı, hem solun örgütlenmede gereken ilerlemeyi gösteremeyişi Doktor’un sürecin gelişiminden umutlanması için hiçbir ön veri taşımıyordu. Aksine, ordu müdahalesinin yönü itibariyle devlet sınıflarının partisi CHP’nin başındaki İnönü’nün devrimci gençliğe yönelik saldırganlığı, 27 Mayıs’taki gibi bir ordu-gençlik ittifakının da kurulamayacağını, gençliğe yönelik terörün onayladığını gösteriyordu. Kıvılcımlı sürecin bu yönelimini hemen 16 Mart günü “Suçlu ayağa kalk” yazısında işledi. Ve keza Doktor’un pratik tutumu da süreci nasıl değerlendirdiğini ayrıca ve çok açık bir şekilde belgeledi. Ömrü boyunca hiçbir dönem ülkeyi terk etmeyi gündemine almamış, bunu “nöbet yerini terk etmemek” olarak prensip bağlamına almış Kıvılcımlı, sağlık koşullarındaki olumsuzluğa rağmen ve keza bu nedenle de darbeden sonraki bir ay gibi kısa bir süre içinde önce yeraltına çekilmiş ve ardından son derece zor koşullarda da olsa ülkeyi terk etmiştir. Sürece ait en küçük bir umudu ve beklentisi olanın hem sağlık koşulları itibariyle hem de dışarı çıkış koşullarındaki zorluklar itibariyle ülkede kalmayı tercih etmesi neredeyse doğrusal bir sonuç olurdu. Ama hayat tümüyle bunun aksi yönde gelişmiştir. Nerede kaldı ki başkalarını 12 Mart cuntasına ikna etmeye kalksın! Belki zihni iktisadi girdilere alışık olan Savran’ın gerçeği görmesi için “aslolan ekonomidir, aptal!” türünde bir frekansa ihtiyacı var: Adam kaçtı, aptal!

Zaten, Savran da, Doktor’un hem cuntadan umutlanıp hem de CIA’nın Endonezya projeleri ışığında hemen geri çekilmesinin kendi demagojik palavrasında bile sırıtacağını görerek kendi saçmalığını kendi itiraf eder. ”Kıvılcımlı bir yandan 16 Mart’ta ‘Ordu kılıcını attı!’ demişken [yani ona göre umutlanmışken-nb] bir yandan da Nisan sonundan [yani yeraltına geçip kaçma hazırlıklarına başladığı andan –nb] itibaren tuttuğu günlüklerde böyle bir senaryoya [yani Endonezya türü dahil sömürge faşizmi ihtimaline -nb] kendini nasıl inandırmıştır, bunu anlamak güç.” Bir demagogun kendi kurgusunun saçmalığı karşısında kendisinin şaşırması bir köpeğin kendi kuyruğunu yakalamaya çalışması kadar komik gelmiyor mu size?

Bir de tabi şu Endonezya meselesi… Kıvılcımlı, 65 yılında Endonezya’da komünist, devrimci ve demokratların yığınlar halinde katledildiği karşı devrimci operasyonu, Amerikan emperyalizminin özellikle devrimci yükseliş içindeki geri ülkelere yönelik yeni sömürgeci müdahalesinin bir tarzı olarak konjonktür gereği gündeminde tutar. Yeri geldikçe değinir. Bu, örneğin bugün Kürt devrimi açısından Sri Lanka modelini politik hesaplar içinde tutmak gibidir. Savran’a bakacak olursanız Endonezya projesi Doktor için sanki bütün idrakini belirleyen bir kabus gibidir. Savran, Türkiye’nin sonuçta Endonezya olmadığını söylüyor. Bunu görüş gücünün kanıtı sayarak Doktor’un 12 Mart müdahalesini Endonezya konjonktürü kapsamında değerlendirmesini “öngörülerinde ancak bu kadar yanılır olmakla” mahkum etmeye kalkıyor. Şu ucuz ve kolay “derin önderlik” pazarlamasına bakar mısınız? Sri Lanka modelinin Kürtler açısından bildik tarzda gündeme gelmemesi böyle bir proje kapsamının gündemde olmadığının kanıtı olabilir mi? Ya da BOP’un proje kapsamında başarısız olması böyle bir projenin gündeme gelmediğinin kanıtı olabilir mi? Motomot milyonlarca kişinin katliamı mı ölçüdür? 12 Mart faşizmi katliamlarıyla nihai bazda tıpkı Endonezya’da olduğu gibi Türkiye’deki devrimci öncüyü tasfiye edip kitle hareketini sindirmedi mi? Endonezya’nın Vietnam’la aynı jeostratejik alan içinde olması, Endonezya Komünist Partisi’nin o dönem dünyanın en güçlü partilerinden biri olması gibi farklılıkların yeni sömürgeci politikanın sömürge faşizmi uygulamasındaki nüanslara yol açabileceğine ihtimal vermek Savran için çok mu zor gelmektedir? 12 Eylül’de devrimcilerin uçaklarla denize dökülmemesi Latin Amerika faşizmleriyle Türkiye’dekinin aynı bağlamda anılmasının önünde engel olabilir mi? Kaldı ki 18 Mayıs tarihli notunda, Doktor, ihtimali rezervde tutarak cuntanın Endonezya projesindeki sınırlarını kayda geçer ve zaten üstünden birkaç ay geçtikten sonra da ülkeye dönmeye kalkar. Hangi Endonezya kabusu? Demagojiyle didişmenin ucunu tutturamıyor insan. Savran, en ahmakça argümanlarla sadece ve yalnızca kendi kötü niyetini açığa vurmaktadır.

Konuya yeniden bağlanalım. Bu sürece yönelik değerlendirmeleri ve pratik yönelimi son derece somut bir şekilde ortadayken Doktor’u ordu müdahalesinden ileri çözümler beklemek gibi, gidişattan umutlanmak gibi yaklaşımların sahibi olarak suçlamak kötü niyetli bir demagoji değilse analiz gücünün sığlığını açığa çıkaran koyu bir dar görüşlülüktür. Bu görüşün politik hayatımızda bir tür galatı meşhur niteliği alması solun geneli için ikinci durumun geçerli olabileceğini bize gösteriyor. Savran’ın ise, solun genel politik çizgisi dışında bir duruş sahibi olarak durumu kavramakta daha avantajlı bir konuma sahipken hiç sorgulama yapmaksızın doğrudan bu tekrarı sahiplenmesi birinci ihtimale dahil olduğunu kesinleştirmektedir.

Savran Analizinde 70 Devrimciliği ve Dr. Hikmet

Savran, yaygın görüşlerin rüzgarını arkasına alarak Doktor’u yere serme politikasını ‘70 devrimciliği ile Doktor arasında açık bir mesafe olduğu tezi üzerinden derinleştirmeye yönelir. Politik tutumların tartışıldığı bir yerde sanırsınız ki, Savran, ‘70 devrimciliğinin politik pratik bir devamcısıdır. Ve bu düzlemdeki bir tartışmada Doktor’a karşı ‘70 devrimciliğinin yanında yer tutmaktadır. Savran’ın politik, örgütsel çizgisinin ne olduğu ve pratik çizgisinin nasıl konumlandığı bilinmez değildir. O bir dünya devrimcisidir; bütün dünya devrime zıplayana kadar evvel ahir A’sından Z’sine ‘70 devrimciliği ve türlerine karşıdır. Bu durumda Doktor’la ‘70 devrimciliği arasındaki farkı kendisini ortaya koymadan ve Doktor’u değersizleştirme amaçlı ele alışı, Savran’ın, önce, genel planda, birinci dönem komünizmiyle, ikinci dönem devrimciliği arasındaki buluşma imkanını tümüyle imha etmeye çalışan devrim karşıtı bir küçükburjuva solcusu olduğunu gösterir. Sonra da, bu genel planın işlerlik kazanmasında önemli bir halka olarak Doktor’u ve onun politik perspektifini çarpıtmadaki özel yoğunlaşmasını…

Savran, Günlük Anılar’da, Doktor’un Mahir’e yönelik ifadelerini, bildik adetiyle, kendi kaçkın dünyasının üretebileceği demagojik katkılar eşliğinde ele alır: “Sıkıyönetim Komutanlıklarının ‘onlar halka yoksulluk edebiyatı yapıyor ama kendileri havyar, istakoz yiyorlardı’ diyen düpedüz yalancılığına kanacak kadar geri düşmüştür bilinç olarak!” Anılar’da ya da başka bir yerde Doktor’un ağzından çıkmış böyle cümleler ya da Doktor’un böyle sözlere inandığına dair bir şey yoktur. Burada ya Savran’ın bir yalanı ya da kendi argümanı için yaptığı bir mizansen söz konusudur ama bunun da nasıl bir kötü niyet ve provokatif tarzda konuya monte edildiği ortadadır. Savran, bu yalanını ya da mizansenini Doktor’un, Maltepe kuşatmasının sonrasında Cevahir’in şehit, Mahir’in yaralı ama yaya bir şekilde götürüldüğünü gösteren basın servisleri dayanarak yaptığı aktarmalara zemin olarak sunar.

Günün Günlük Anılar’a yansıyışı şöyledir: “’Şehir eşkiyaları’ başlıkları kimin için gazete birinci sayfasını kaplıyor? Birini (Doğulu Hüseyin Cevahir’i) 24 kurşunla delik deşik ettiler. Ötekisi: Dev-Genç Başkanı: “Vurmayın, çok söyleyeceklerim var” diyen, bizi ‘Revizyonizm’le suçlayan, sapasağlam hastahaneye kaldırdıkları Mahir Çayan. Bu iki öğrenci için.” Revizyonizm suçlaması, sapasağlam götürülme gibi ifadeler kuşkusuz ki Doktor’un politik perspektifine göre yanlış bir taktik tutumla bir devrim momentinin kaçırılmasında payını gördüğü Mahir’e kızgınlığının yansımasıdır ancak Dev Genç başkanlığı ve diğer aktarmaların Doktor’un gazete notları olduğu çok aşikardır, çünkü bu notların öncesi sadece “Ve nihayet meyve sebze fiyatlarında bir denge kuruldu. BİR KİLO KİRAZ 9 LİRA…Et konusu ile ilgili brifing düzenlendi… Tam bir hafta. 2 Dev-genç’linin Maltepe olayı ile gazeteler doldu, taştı… Bir teneke su 5 lira…Maarif ve Din… Öğretmenini bıçakladı.” gibi satırlarla gelmektedir. Doktor’un kendisiyle ilgili sağlık bilgisi de şöyledir: “Herşeyi kestim. Yatağımdan kalktım mı kan ve pıhtıları ardarda çoğalıyor. Ömrüm uzun yatmakla mı sona erecek?”

Burada, “şehir eşkiyaları” başlığı Doktor’un, Mahir’lerin mücadeleyi sola çekişine yönelik bir eleştirisine yol açar. “35 milyonu haraca kesmiş Parababaları (finans-kapitalistler ve tefeci-bezirganlar) ‘şehir eşkiyası’ değiller. ‘Şehir efendileri’, ‘Kasaba çelebileri’… Bulanık havayı seven bu ‘Özel sermaye’ kurtları her türlü ‘Utanç duvarı’nı atlayarak soygunlarını (fırsat bu fırsattır) katmerlendirme ve kaymaklandırma yarışındalar. ‘Dev-Genç’lerin yedi ervahlarına ne denli rahmet okusalar yeridir. Rüyâlarında görseler inanamazlardı, bu şartsız kayıtsız vurgun ‘Hürriyeti’ni (vurgular, parantezler Doktor’un)”. Doktor’un Günlük Anılar’ın doğaçlamasında bile 70 devrimciliğine yaklaşımı kızgınlıkla yüklü bir taktik eleştiridir. Mahir’e yöneltilen ifade bir dorukmuş, Savran’a göre. Öyleyse arkası da olmalı. Yoktur. Aksine Elrom eyleminde bile yan tutar Doktor: “Gençler, en sonunda, sıkıştırıla sıkıştırıla bu ‘dar boğaza’ getirildi. Elrom, Türk Devleti’ninin koruyuculuğuna sığınmış bir yabancı misafirmiş. Ona kıymak, cinayetlerin en canavarcasıymış. Türk olana ve Türklüğe bu gaddarlık sığmazmış. Sıkıyönetim kralcıkları, böyle düşünmekle kendilerini haklı bulabilirler. Bir de karşı tarafa sorsalar? Onlar, Elrom’un sayılı Semitizm ajanlarından olduğunu açıklıyorlar(…) yüksek öğrenim gençlerinin ve işçilerin, sendikacıların bütün kabahatleri ve öldürülmeyi ‘hak ediş’leri ‘Türk’ olmalarından mı ileri geliyor?” ‘70 devrimciliğinin bu en keskin uçlaşmasında, buyursun bakalım Savran, Elrom eylemine hak veren bir tavrı bugün dile getirsin. Getirebilir mi? Uzaktan Filistin’e methiyeler dökebiliyor ama siyonizmin saldırılarına karşı Türkiye devrimciliğinin o zamandan bu zamana uzanan silahlı protestosunun ne kadar yanında durabilmiştir? Hiçbir ölçüde! Doktor politik mücadelesinin en keskin “doruklar”ından geçerken, Savran gibiler sinik bir düşüklükte kendilerini var etmeyi tercih ediyor.

Doktor’un 70 eylemciliğine, bu çizginin devrimci tarzına hiçbir eleştirisi yoktur. Tek eleştirisi bu hattın tutturulması için Türkiye’de bir kurmay merkezin, proletarya partisi olarak oluşturulması, bunun için de birleşik devrimci konferansın yapılmasıdır. İşte, 12 Mart’ın hemen öncesinde Deniz’lerin 4 Mart’ta Amerikan askerlerini kaçırmalarına yönelik eylem değerlendirmesini de içeren ve tam da 9 Mart’ta yayınladığı “yeni aşamada aynı parola: Proletarya Partisi” yazısından uzun bir alıntı: “Varılan bu noktada meseleyi çok yanlı olarak ele almak gerekmektedir. Amerikalıların kaçırılma olayında yayınlanan ‘Türkiye Halk Kurtuluş Ordusu’ imzalı bildirinin sahipleri, söz konusu eylemlerden bazılarını kendilerinin üstlendiklerini belirterek, olayların sorumluluğunu üstlendiler.

Eğer bildiriyi yayınlayan örgütün liderleri gazetelerde isimleri zikredilen ve aranmakta olan kimseler ise, uzun yıllar eylem içinde tanıdığımız bu kişilerin sonuna kadar namuslu, yürekli ve inanmış kimseler olduklarını söylemeliyiz. Aranmakta olan gençler, önce TİP’te, daha sonra gençlik örgütlerinde fedakarca mücadele etmiş, kimisi milli kurtuluş hareketlerinde düşman mermisi altında aylarca dövüşmüş, kimisi Türkiye’de Finans Kapital’in her, türlü baskı ve işkencesine göğüs germiş kişilerdir.

Haklarında ‘vur’ emriyle aranan gençler burada belirtmeye gerek duymadığımız sayısız durumlarda, işkenceye tahammül, eylemde cesaret, mertlik vb bakımından çeşitli sınavlardan başarı ile geçmişlerdir. Bu arkadaşların namuslu ve yiğit kişiler olduklarını hiç kimseyle tartışmayız.” (….)”Gençliğimizin çoşkun eylemcileri, besbelli, ne denli azlık olurlarsa olsunlar, kokuşmuş Finans kapital tahakkümü çıbanına batıp onu delmek, insanlarımızı vurgundan, ezgiden kurtarmak için çelik bir iğne olmak girişimindedirler. Dünyanın çeşitli geri ve hatta ileri ülkelerinde bu gibi girişimler için her gün yeni yeni örnekler, uygulamalar patlak veriyor.”(vurgular Doktor’un)

Kıvılcımlı, bunun sonrasında silahlı propaganda, foko, şehir gerillacılığı konularını kısaca gözden geçirir ve bunlar üzerine, yukarıdaki satırlardan da anlaşılacağı üzere hiçbir esastan ya da tarz eleştirisi getirmeden konuyu şu stratejik sonuca bağlar. “Biliyoruz ki, Lenin’in devrimci teoriye en büyük katkılarından biri parti konusudur. Bu nedenle, Leninist bir biçimde örgütlenmemiş, işçi sınıfının içine derin kökler salarak, gerçekten de işçi sınıfının yüksek çıkarlarını demokratik merkeziyetçi bir işleyişle temsil eden bir önder örgüt olmadan girişilecek her mücadele, işçi sınıfından uzak ve ayrı kalabilir. Kitle içinde propaganda çalışmasının silahlı yolla yapılıp yapılmayacağına, yapılacaksa bunun zamanına ait kararı da ancak böyle bir parti koordine edebilir.” (vurgu Doktor’un) Devamla bu sürecin karşı devrimin zorlamaları, küçükburjuva ortamın problemli yapısı üzerinden siyasal saldırılara ve dağıtıcı yönelimlere hedef olabileceği uyarısıyla birlikte tutumu şöyle belirler: “İşçi sınıfının devrimcilerine düşen görev nedir? TİP yönetici oportünizmine, şu ya da bu revizyonist-kariyerist kliğe bakarak, küçükburjuva dalkavukluğundan midesi bulanan gençliği herşeyden önce anlamaktır. Ondan sonra serin kanlıca Marksist-Leninst yolu gerçekleştirmek görevimizdir. Marksist-Leninist yol işçi sınıfı içinde yeşerip, büyüyecek, güçlenecek sapmasız alternatiftir. İşçi sınıfı sosyalizmi, bütün halk yığınlarının modern önderi olan işçi sınıfına dayanabildiği ölçüde tutarlı ve güçlü olur. Proletarya devrimcileri, sağlı-sollu sapmalara karşı, gerçek alternatifi, yani Marksist Leninist yolu yaratabildiği ölçüde başarı kazanır.

Bu başarının birinci şartı ise, çelik disiplinli PROLETARYA PARTİSİ’ni yeni aşamada reorganize etmek yani geçmişin kazançlarını geliştirerek yeniden örgütlemektir.” (vurgu Doktor’un)

Konu yeterince anlaşılmış olmalıdır.

Bu bağlamda, demagojik ve provakatif yönelmesinin kendisindeki karşılığını bulmak açısından Savran’ın pratik politik tutumuna baktığımızda ne görebiliyoruz, acaba? Örneğin Devrimci Karargah, ordu merkezini, AKP merkezini, MÜSİAD’ı vurduğunda, Orhan yoldaş Bostancı’da destansı bir direniş gösterdiğinde Savran’ın herhangi bir sesi soluğu çıktı mı? Bir köşecikte biraz kalem oynatmayı denemiş midir, yoksa sinik suskunluklar içinde kalmayı mı tercih etmiştir? Ya Gezi Haziranı’nda? “Hey, şimdi baltayı taşa vurdun; biz bayraklarımız, flamalarımızla hep oradaydık” mı diyecekler? Orada olmayan kim vardı? Kaçkın Laz’ın takipçileri bile oradaydı. Ama aynı zamanda mücadeleyi yükseltmek isteyenlere karşı barikat olarak da mevzilenmişlerdi. Peki Savran’dan beklenen nedir, bu durumda? Gezi Haziranı 2013’te patlamazdan önce 2011’de Kahire Tahrir meydanında da komün kurulmuştu. Bu mücadelenin seyri içinde Savran’ın yönetimi şu başlığı atıyordu:” Mısırlı kardeşlerimizin devrimi savunmak için silaha ihtiyacı var! Mısırlı işçilerin, emekçilerin, gençlerin şimdi esas ihtiyacı silahtır.” (Gerçek Gazetesi, 2 Şubat 2011, vurgu benim) Buyrun, şimdi değerlendirelim, Savran’ın Gezi katılımını! Böyle bir gayretini duyan gören var mıdır? Gezi Haziranı’nda kitlesel mücadeleyi devrimci tarzlara doğru zorlayanlar vardı. O nerelerdeydi? Keza ülke bugünkü koşullar itibariyle her an yeni bir Gezi’ye gebeyken Savran’ın bunu öngören ve gösteren bir ajitasyonu var mı? O uzaklardan devşirdiği devrimci algıyı içerde pazarlama derdindedir. Gezi sonrasında Rojava’daki yükselmeyi bir politik tercih sorunu olduğu için sormayalım ama sonrasında, Birleşik Devrim, Birleşik Mücadele ülkede bir sürü eylem ve direnişle bir mücadele hattı örmeye çalışırken Savran’in hiç sesi çıkmış mı? Gerçek gazetesinin arama motoru “sonuç yok” cevabı veriyor. Adam konuşamıyor bile. Hadi anlaşılıyor, politik olarak desteklemiyorsun, eleştir o zaman? Buna da oportünizmi el vermiyor olmalı. Şimdi, lütfen söyler misiniz, bu kertede mücadele dışı, pratik dışı bir düşkün, kan ter içinde mücadelenin tam içinde olanlardan biri hakkında bu denli demagojik ve ahlaki düşüklükle nasıl konuşabiliyor? Türkiye devrimci hareketi hangi düşkünlerin hangi düşüklüklerini ve ahlaksızlıklarını kaldırmadı ki diye düşünüyorsa ve bu düşüncesinde haklı çıkarsa o zaman Türkiye devrimci ve sosyalist hareketi kendini muhasebeye oturtsun.

Savran’ın pratikle işi yoktur. Doktor’un teorik-pratik faaliyeti içinde teoriye de ömrünün sonuna kadar önem vermesini Savran, kendisiyle onun arasındaki bir paralellik sayar. Kendi dergisinin de “devrimci teori olmaksızın devrimci bir hareket olamaz” ilkesini başlık haline getirdiğini söyler. Bizden önce belki bin defa işittiği yukarıdaki türden eleştirileri savuşturmak için “militanlık”la yeni moda “aktivizm” arasına bir sınır çekerek Doktor üzerinden kendi “militan”lığını da ihsas eder. Ama hani nerede? Bir küçükburjuva düzen aydını olmaktan öte hiçbir pratik politik değeri yoktur. Tarihsiz ve geleceksiz.

Doktor ve Partileşme Çizgisi

Savran, “leninistimiz” diyerek Doktor’un leninizmine kadar uzattığı değersizleştirme çabasıyla, parti çizgisi konusunda başlangıçta onay verir “gibi göründüğü” “sağlıklı ve sağlam tutumu” nihayetinde bildik sonuca erdirir: “… Kıvılcımlı’nın Leninizm iddiası en azından parti konusunda pratiğin sınavında tam anlamıyla sınıfta kaldığı ortadadır.” Niçin? Çünkü Kıvılcımlı, proletarya partisi önerisinde bulunurken bu zeminde “çocuğun doğduğunu ve stratejisinin belli olduğu”nu söylemiştir. Arkasındaki TİP sürecini zorlama, tıkanınca Büyük Derleniş çağrısıyla birleşik devrim yapısını zorlama, bu zorlayış içinde fiili bütün yokluğuna karşın tarihsel var oluş ve stratejik doğruluk açısından TKP çizgisini önerme vb gibi ülkenin içinde bulunduğu siyasal sürece tâbi gidiş, Savran siyasal hayatı nasıl bir bulvar düzlüğünde görüyorsa, ona tutarsız gelir. Türkiyeli her örgütün 70’den bu yana içine girdiği biçim ve arayışlar silsilesine baktığınızda açıktır ki Savran’ın, bu ülke devrimciliği açısından bir uzaylı ya da bir salon solcusu kıvamında bir yabancılaşma içinde olduğu, özgün maddeye ait olmadığı sonucuna varmak kaçınılmazdır. Savran, mücadele okuluna kaydını bile yaptıramamış, sınıfa bile girememiş bir yetmezliktedir, henüz.

Sonraki reddiyesi itibariyle ele alındığında Savran’ın, Doktor’un proletarya partisi önerisine verdiği onay, troçkist bir parti ihtimaline yol açabilecek hayal ötesi bir çağrışımla alakalı olmalıdır. Bu sorgulama yüzünüzü ekşitmesin, çünkü benzer hayali momentler üretme konusunda Savran mahirdir; Örneğin 1930’da Nazım ve Doktor ortaklığıyla böyle bir partinin kurulabilme hayali vardır kafasında. Doktor’un 70’deki proletarya partisi önerisi böyle bir ihtimalin hayaliyle onay alır “gibi görünür”ken künyesi ve stratejisiyle TKP muhtevası ortaya çıkınca komple inkar edilir ve Doktor sınıfta kalır. Şu gerçek dışılığa bakınız; Türkiye‘de 70’le gelen parti ve örgütlerin hemen hepsi hiç değilse Mustafa Suphi bağlamında kendini TKP devamcısı addeder. Strateji konusunda ise 80’lerin neo liberal saldırısı kimi yeni kaymalar yaratıyor olsa da büyük ağırlıkla demokratik halk devrimi stratejisini, yani leninist stratejiyi, yani TKP stratejisini benimser. Bu nedenle Savran’ın bu bağlamda Doktor’u sınıfta bırakması aslında Türkiye devrimci hareketiyle hiçbir tarihsel ve güncel bağlılığının olmadığının itirafıdır. Bu burjuva sol duruşun ülkenin komünist geleceğine kendini taşımasının da haliyle imkanı yoktur. Savran’ın Doktor’a bu noktada geçer not vermemesi onun leninizmle ve bu çizginin ülkeye yansımasıyla arasına çektiği duvarı bize göstermektedir.

Doktor’un, TKP ve stratejisini bir reorganizasyon platformunda önermesi, Savran tarafından sanki Türkiye devrimci sol ortamını organik bir yapının hükmü ve disiplini altına çağırma gibi aktarılır: ”Doktor (…) işçi sınıfına ve 1960’lı yılların sonu konjonktüründe devrimci gençliğe bu partiyi adres göstermeyi kendine yedirebilmektedir.” Bu, Savran’ın bir idrak sorunu ya da demagojisi olarak kalsın. Yukarıda Doktor’dan kısaca alıntı yaptığımız “…aynı parola: proletarya partisi” yazısında bile reorganizasyon, bir katılım olarak değil adı üstünde bir “yeniden örgütlenme” zemini olarak ve doğrudan Doktor’un vurgusuyla ifade edilmektedir. Savran’ın tutarsızlık sandığı taktik örgütlenme arayışları açısından ise Doktor’un her dönemdeki önermesi tümüyle bu temel üzerinde formüle edilmiştir. Yeniden örgütlenmenin bir platformu olarak “sosyalistler arası konferans”, daha ‘67 Şubat’ında TİP’i de dahil edecek çerçevede formüle edilirken, ‘71 önerisinde “TİP yönetici oportünizmi”ni dışlayan “marksist leninist alternatif”in kolektif inşasını önermektedir. Aslına bakacak olursanız, bu siyasal çerçeveyi Savran gibi taktiğe ve bilince “yedirememek”, Türkiye devrimci hareketinin 70’den bugüne zaaflarının kaynağını oluşturmakta ve devrimci ilerleyişinde sorunlar üretmektedir. Hiçbir mücadele değeri üretimi ve de böyle bir niyeti olmadığı için, Savran, Doktor’un örgüt çizgisini reddetmek için Türkiye devrimci hareketinin örgüt ve mücadele zaaflarının kaynağını sahiplenmekte hiç zorlanmıyor.

İlk dönem parti tarihine bakışı da böyledir. Herhangi bir mücadele pratiği olmadığı için mücadelenin ihtiyaçlarına dair temel nosyonlardan yoksun Savran’ın kendi varlığını öne çıkarmak adına ele aldığı her konuya inkarcı, reddiyeci bir mekanizmle yaklaşması TKP tarihi zemininde açtığı tartışmalarda daha da tahammül ötesi bir hal almaya başlar.

Savran’ın TKP ve Nazım tarihi…

TKP tarihindeki aktörlerin, tarafların, tavırların ayrıntısı bir kenara, Kıvılcımlı’nın değerlendirmelerinin toplamından çıkan nihai tasnif şudur: Bir tarafta Şefik Hüsnü, Reşat Fuat ve Doktor’dan oluşan bir iç parti çizgisi, diğer tarafta İsmail Bilen, Zeki Baştımar ve Nazım’dan oluşan bir dış parti çizgisi söz konusudur. Savran, Kim Suçlamış’da Doktor’un, polis tavrı ve yaşam zaafları itibariyle kendi kanadından herkesin “defterini dürdüğü”nü, diğer kanattan Nazım’ın ise bir türlü defterini düremediği için kişisel zaaflarına kadar uydurmalarla kendi başarısızlığının temelini attığını ifade eder.

Bu, Savran’ın TKP tarihine ilişkin kurgusudur, çünkü onun geçmişe dönük hayallerinde Doktor’la Nazım’ın, birinin akıl, diğerinin heyecan adamı olarak diğerlerinden ayrı bir parti kurabilmiş olmaları “keşke”si egemendir.

Her ne kadar Doktor, Nazım’ı “bilinçli troçkist olabilecek çapta” görmese de Nazım troçkistlik suçlamasıyla partiden atılmıştır. Daha ne olsun! Olmayanları da Savran yakıştırır zaten. Nazım’ın yüksek edebi kişiliğine bir de Doktor’la aynı perspektife sahip olmak, poliste konuşmamakla ünlü olmak gibi Savran’dan başkasından duyamayacağınız uyduruk eklemeler gelir, Nazım’ın adıyla bütünleşmiş Donanma davasındaki konumu da sonuna kadar savunularak karşınıza politik bir Nazım efsanesi çıkartılmaya çalışılır.

Doktor ise Yol çalışmasıyla partiyi kuyrukçuluktan uzak tutmaya çalışmıştır. Demek ki troçkisttir. Doktor’a bu paye de gene Savran tarafından verilir. Eh artık, bir de birlikte parti kursalardı… Gerçeği sadece kendi öznelciliğiyle tarif eden Savran parti tarihi içinde böylesine başıboş dolaşabilir. Doktor onu kendi hayalleriyle baş başa bıraktığı için Savran, bugün hem bir taraftan kendisini sokağa bırakılmış biri gibi köksüz hissetmekte, hem de büyük bir kinle Doktor’un her dediği ve yaptığını inkar etmeyi kendine bir görev saymaktadır.

Örneğin, Savran, Doktor’un, polis tavrındaki ününü bu konuyu tek kadro kriteri olarak öne çıkardığı düşüncesiyle zedelemeyi dener ama üzerinde çok durmaz, çünkü öyle değildir. Bunu sık sık konu eden aslında Savran’ın kendisidir: “Doktor hemen hemen bütün önderlerin işkencede ‘ötmüş’ tabansız ödlekler olduğunu ortaya koymuştur. Biz şimdiye kadar bu iddiaların tersini söyleyene rastlamadık. Yani mesela İsmail Bilen işkence altında hiç konuşmadı. Kıvılcımlı yalan söylüyor diyene. Öyleyse aksi ortaya çıkana kadar Doktor’a inanma eğilimindeyiz.” Sırf bu cümlenin kuruluşunda bile Savran’ın İ. Bilen’le aradaki bağı korumak için ifadeyi nasıl dolandırdığı sırıtır. İ. Bilen’in bir itirafçı olduğunu doğrudan söyleyemez, çünkü nihai olarak Savran’ın üzerine bir efsane inşa etmeye çalıştığı Nazım, bu itirafçı ve “stalinist bürokrasi” kadrosunun hizmetine girmiştir. Diğer taraftan, Doktor’un işkencedeki tutumlarına yüzyıla yakın bir zaman sonrasında “bilme” değil hâlâ “inanma eğilimi” gibi bir boşluk koymaya özen gösterir Savran. Bunu başka bir ifadesinde de görmek mümkün: “… tek bir sorguda bile işkenceye teslim olmadığı genel olarak kabul gören (abç)…” Peki, “özel olarak” reddeden var mı? Yok! Ama Savran, Doktor’u zedelemek için yalan, demagoji ve çarpıtmanın ötesinde en tartışılmaz durumlara da böyle sinsice yanaşır.

Konunun buradaki derinleşmesi itibariyle Doktor’un “partiden atılma” konusunu da ele alalım. Doktor, 12 Mart ertesinde ülkeyi terk ettikten sonra Avrupa’ya ulaşır ve dönemin sosyalist ülkelerinde ve kimi komünist partilerin ilişkilerinde sığınma imkanları arar. Reddedilir. Gerekçe onun TKP’den atılmış olmasıdır. Doktor kimin bu kararı alabileceğini parti tarihindeki yönetici kadrolar üzerinden sorgular. Ve vardığı sonuç Nazım’la İ. Bilen’in ittifakında Zeki Baştımar’a verilen yetkinin SBKP nezdinde bu sonuca ulaştığıdır: “Laz’la Nazım’ın açtıkları çığırdan artık, TKP’den atılmış bulunsa bile, Laz Zeki’nin yol alması işten bile değildir. O da, binbir provokasyon ve rezalet atıflarını kökünden kazımak için en kestirme yolu Laz İsmail’in izinde bulmuştur. Onları bu denli birbirine denk düşmüş kırk harami ahbapçavuş uygunluğunda ve suç ortaklığında gören Kosigin’in, içlerinden birini TKP Sekreteri ilan etmesi için hangi fizik ve moral (maddi, manevi, ruhi, ahlaki) prensipcil ve taktikcil engel kalmıştır? Başıma, daha doğrusu Parti’nin başına gelenleri başka türlü yorumlayabilmek elimden gelmiyor.” Bu konunun içerdiği Nazım maddesini şimdilik bir kenara bırakalım, biz Savran’a dönelim. Savran, okudukları buyken, buna karşı herhangi bir belge, bilgi getirme imkanı yokken, parmağını Doktor’un yüzüne doğru şıklatarak aradığı sorunun cevabını yüksek sesle ona söyler: “Açık değil mi seni kimin partiden yargısız hükümsüz ‘attığı’ Doktor? Hakkında en saygılı konuştuğun adam Şefik Hüsnü seni yolcu etmiş! Neden? Çünkü ‘kuyrukçuluk etme’ demişsin ona. Demek ki ‘Troçkist’ olmuşsun!” Küçükburjuva öznelcilik Savran’da hiçbir sınır tanımaz. Doktor’la Nazım’a ortak parti kurdurmak gibi ancak onun bilinçaltı sorunlarının analiziyle izah edilebilecek modeline sığıştırabilmek amacıyla hem Doktor’u hem de Nazım’ı, hem de bütün parti tarihini gerçek olandan bambaşka bir kurgu içine sokar ve de en önemlisi, bunu gerçek sanarak yapar. Dostlarınca bir akıl fikir sağlığı dileği mi gerekiyor acaba?

Doktor’un parti kadrolarına ilişkin değerlendirmesine gelince, Savran’ın TKP tarihi kurgusu her şeyden önce şu temel yanlışla maluldur. Doktor Hikmet, Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat’ın parti tarihindeki konumlarını bütün eleştirel boyutlarıyla da olsa son derece hak edilmiş bir saygıyla anar. Savran’ın ifade ettiği gibi defterlerini dürmez! Bunu zaten yukarıda Savran’ın cümlelerine farkında olmadan sızdırdığı yerde de okuduk. Doktor’un Şefik Hüsnü’ye ilişkin söylediği tek belirleyici tanım şudur: ”Liderdi.” ‘27 zaafı ya da ülke dışı görevlerine ait şikayet mücadelenin ilk aşaması için geçerlidir. ‘28-‘38 arası III. Enternasyonal yöneticisidir. 38’den sonra ise hep ülkede mücadele eder. Şefik Hüsnü, 1946 TSEKP gibi müthiş bir girişim dahil olmak üzere sürekli mücadeleyi zorlayan, ağır işkencelerden başarıyla çıkan ve yaşamını ülkede, sürgün yaptırımı altında sonlandıran bir komünist kadrodur.

Reşat Fuat ise parti tarihinde polis tavrıyla en az Doktor kadar ünlü bir yönetici kadrodur. Eşi Suat Derviş’in mahkemeye kahve takımı getireceği kertede keyfe yatkınlığı zaman zaman eleştiri konusu olmuş ama bu yanı onu hiçbir mücadeleden uzak tutmadığı için anılarda evet ama kayıtlarda asla yer almamıştır. KUTV eğitimi sonrasında 30’da ülkede mücadeleye dahil olur. 4 yıl hüküm giyer, yatar, çıkar, illegaliteye geçer, 44’te yeniden hüküm giyer, 50’de çıkar, 51’de yeniden hüküm giyer, yedi yıl daha yatar, çıkar… 60’a gelinmiştir artık. Tarih başka akmaktadır. TİP’i destekler, 68’de yaşamı son bulur. Nazım’ın dahil olduğu ihanet çizgisi Doktor gibi Reşat Fuat’ı da “partiden atmış”tır.

Hem Şefik Hüsnü’nün, hem Reşat Fuat’ın mücadeleleri komünist parti tarihinde bir kararlılık abidesi olarak yükselir. Doktor’un Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat’la ilgili, Fuat’ın ölümü üzerine yazdığı yazı parti kadroları açısından durumu net bir şekilde ifade eder: “Reşat Fuat ve Şefik Hüsnü, gelgeç varlıkları zamanında olduğu gibi, ebedi varlıklarında da, yanyana ve başbaşa, devrimci insancıl yolun iki ölmez jalonu, yol gösterici şaakülü olarak hayırla anılacaklardır. Devrimci için bundan büyük rütbe var mıdır?”

Parti tarihi itibariyle buraya elbette Mihri Belli de katılmalıdır. Kararlı ve yılmaz mücadelesiyle ve direngenliğiyle Türkiye Komünist Parti tarihinin en değerli maddeleri içindedir. Doktor da Mihri Belli’yi politik görüşlerinin eleştirisi bir kenara parti kadrosu olarak saygıyla benimser.

Parti’nin iç hayatına ilişkin Savran’ın Doktor’dan aktardığı tarif ise şöyledir: “Üyelerin yüzde 99’u aynı tabansızlığı gösterince kimse kimseyi ayıplayamamıştır.” Savran, bu ifadeyi vurguyla bir hükme ve oradan da politik tutum belirlemeye taşır: “’üyelerin yüzde 99’u’! Ulaştığımız noktada Kıvılcımlı’nın verdiği yargının TKP’yi savunulamaz bir parti haline soktuğu açıktır. Partide balık baştan kokmuş ama çürüme bütün örgüte yayılmıştır. (…) parti önderlerinin (Şefik Hüsnü’den Laz İsmail’e kadar) bir hapis cezası alıp yatar yatmaz soluğu Sovyetler’de alıp hiç dönmemesi- bütün bunlar TKP’nin tıynetini ortaya koymaktadır. Ne var ki Doktor (…) bu partiyle devam etmeyi, işçi sınıfına ve 1960’lı yılların sonu konjonktüründe devrimci gençliğe bu partiyi adres göstermeyi kendine yedirebilmektedir.” Gençliğe adres gösterme bağlamını yukarıda ele almış ve proletarya partisi çağrısının hali hazırda verili bir organik yapıya çağrıya tekabül etmediğini ifade etmiştik. Gelinen yer itibariyle ise Savran’ın konuyu çarpıtmakta sınır tanımazlığının artık sıkıcı bir sıradanlık taşıyan yeni bir örneğini konu bağlamında göstermeliyiz. Birinci olarak, Doktor’un dile getirdiği yüzde 99’luk tarif, TKP’nin kaçkın çizgisinin yol açtığı operatif bir aktarımıdır. Pasajın tamamı şöyledir: “Laz İsmail, aynı organda çalıştığı Merkez Komite ölçüsünde arkadaşını ve daha yığınla Parti kişisini, örgütünü sopa yer yemez Polise teslim etmiştir. Üyelerin yüzde 99’u aynı tabansızlığı gösterince kimse kimseyi ayıplayamamıştır.” Konunun tamamı budur. Sonraki parti operasyonlarında, hatta örgütsel bölünmeye yol açan ‘51 tevkifatında bile böyle bir dejenerans olmamıştır. Her durumda örgüt önderleri operasyon sonrası süreci yönetecek kertede bu sınavı başarıyla aşmışlardır. 51‘de de Şefik Hüsnü ve Reşat Fuat, polisle işbirliği yapan Zeki Baştımar’ı örgütten atarak bu çözülmeyi engellemişlerdir. Ancak hem uzun tutsaklık koşulları hem SBKP’nin kaçkınları ve poliste çözülenleri toplayarak yeniden örgüt yapması parti kimliği ve niteliğinde kökten farklılık yaratmıştır. Açıktır ki TKP tarihinde ’70 ve sonrası devrimciliğin yarattığı tarzda sosyal hayatın devrimci hayata içkin olduğu bir özel alan söz konusu değildir ve örgütlenme esas olarak proletarya ve halk sınıfları üzerinden geliştiği için düzen davranışlarının örgüt ve mücadele hayatında kendini göstermesi zaman zaman mümkün olmuştur. Bununla birlikte bu durum her ne kadar hiçbir şekilde örgüt faaliyetinin karakteri halini almamışsa da ikinci dönem örgütlenme ve mücadele tarihinde de görülmez değildir.

Savran’ın ikinci çarpıtması Şefik Hüsnü’yle Laz İsmail’i aynı paranteze dahil etmesidir ki bunun hiçbir doğruluk taşımadığı, Savran’ın çarpıtması olduğu yukarıdaki aktarımlarda mevcuttur. İ. Bilen 30’dan itibaren Rusya’ya kaçıp orada yaşamıştır. Şefik Hüsnü 38’e kadar enternasyonal görevini sürdürdükten sonra ülke örgütlenmesinde kalmıştır. Burada belki geçerken söylenecek olan o parantezdeki gruplama değerleri itibariyle Laz’ın yanına Nazım’ın eklenmesinin kendiliğinden bir sonuç olarak ortaya çıkmasıdır.

Savran, Şefik Hüsnü’yü Doktor’un yanından uzak göstermek için yaptığı çarpıtmaları Doktor’u partiden atanın Şefik Hüsnü olduğuna kadar yükselttiğine değinmiştik. Benzer bir tutum Savran değerlendirmesinde defalarca değinildiği üzere Doktor’un henüz tutsaklıktan kurtulduğu 50’de parti çalışmasına katılmasının bizzat Şefik Hüsnü tarafından engellendiği meselesidir. Böyle bir durum açık ki parti tarihinde vaki değildir. Konunun bu şekilde Savran’ın satırlarına yansıması gerçeklerin onun hastalıklı düşünsel prizmalarındaki kırılmasının bir sonucudur. Savran’ın dayandığı ifade Kıvılcımlı’nın Şefik Hüsnü’nün ağzından “’Faaliyet’e gelince, şimdilik ‘hiçbir şey yapmamak’ prensibi ağır basıyordu. Buna gene aklım ermedi.” cümleleriydi. Ardından ‘51 tevkifatı olur. Gelişmeyi Savran’ın aktarımı şöyledir: “…Kıvılcımlı’ya ‘yok’ denen partinin yüzlerce militanı tutuklanan bir aygıtı olduğu ortaya çıkar. Yalan ayan beyandır. Kıvılcımlı gibi bir ‘eneski’ komünistten gizlenebilen parti, maalesef polisten gizlenememiştir.” Oysa, Savran’ın konuyu nasıl böyle anladığına şaşacağınız derecede “yok” denilen şey, bildiğiniz parti faaliyetidir. Yani Şefik Hüsnü partinin illegal varlığını ve yayıncılık faaliyetini falan değil, doğrudan politik hareketliliğini askıya almıştır: “Geçmiş marksizm Bibliyoteği yayınlarına söz düştü. Ben açmadım. O, bir siyasi polisin önemli bir kanısını andı. Demişler ki I. Şube’de: Bütün öteki broşürler, kitaplar neyse ne. İlla şu senin iki satırlık beyannameler yok mu? Ortalığı allak bullak ediyor, başımıza iş açıyor. Gizli beyannameler her dönemin toplulukça yapılmış ajitasyonlarındandı. Kitaplar 20 yıldır benim alanımdı.” Doktor’un aradığı, kendi çok önemsediği “legaliteyi istismar” taktiği gereğince muhtemelen ‘46 çıkışının tadı damakta kalan yeni bir tekrarı idi. Şefik Hüsnü’nün değerlendirmesi de bu çıkışın 6 ay içinde devlet operasyonuna uğraması ve henüz dışarı çıkılmış olmasından dolayı şimdilik bekleme halinde kalınmasıydı. Buna rağmen bir sızma üzerinden operasyon yenmesini ise Doktor, Anılar’da bu temelde eleştirir: “Aynı Hazretin [Şefik Hüsnü-nb] öylesine sütten ağzı yanıp yoğurdu üfleyişinden birkaç ay sonra Tevfik Dilmen’in kiraladığı ve kapı bekçiliği yaptığı odada kimlerle neleri tartıştığına ne buyurulur? Hepsi birden topyekun beşer onar yıl gümlediler.” Görüleceği üzere Doktor’dan saklanan bir durum yoktur, hatta kimi tanıklıklarda Doktor’un da keza yeni hapisten çıkmışlığı içinde partinin yasal yayın faaliyetini ve olası koşullar dahilinde legaliteyi istismar taktiğini uygulamak üzere kimi gizli toplantılara katılmaktan imtina etmesi söz konusudur. Onu bu tevkifattan koruyan da bu olmuştur vb… Parti tarihinin bütün bu karmaşık dönemeçlerine ilişkin keza Cenk Ağcabay’ın TKP ve Doktor Hikmet çalışması aydınlatıcı olacak zenginliktedir. Özetle Şefik Hüsnü’nün Doktor’a parti faaliyeti konusunda yalan söylemesi Savran’ın bir yalanıdır.

Savran’ın Doktor’un 54’te Vatan Partisi kurmasına ilişkin değerlendirmeleri de biraz karışıktır. Yalan kurgusu üzerine Doktor’un ayrı bir örgütlenmeye gitmesini savunur. Ama “tarih tezine uygun bir parti” tanımlamasına rağmen böyle bir “ayrışma” halinden ziyade Vatan Partisi’nin yasal kurulmasını eleştirir. Kore Savaşı sürecinde yasal parti girişimini “çocukluk” sayar. Parti “gerçi 57 seçimlerine kadar (abç)” kapatılmamıştır ama gene de Doktor ve arkadaşları “tutuklanmaktan kurtulamamış”tır. Savran’ın mücadele için devlet güvencesi beklentisi kendine ait bir siyasal tercihtir. Bunu burada tartışmak bu çalışmanın amacı değil. Ama görülmektedir ki gizli çalışmayı ‘51 tevkifatıyla, açık çalışmayı ‘57 tevkifatıyla suçlayarak her ne olursa olsun her durumda mücadeleyi reddetmeyi ve faaliyeti eleştirmeyi esas aldığı açıktır. Parti tarihinin karmaşasına ilişkin Savran’ın doğru’su budur. Bütün hayatı boyunca bir gün bile yeraltı yaşamamış, devletin zor aygıtmlarının sınavından asla geçmemiş, devlete hiç meydan okumamış bir düzen solcusunun devlete karşı uygulanmaya çalışılan bütün taktik hamleleri yanlışlayarak kendi yok değerini tarihe muhatap kılmaya çalışması ne kadar da sıkıcıdır.

Savran ve Doktorcular

Böyle bir tartışmaya girmek zorunda kalmak ise Doktor’u böyle çapsızların saldırısına açık bırakacak kertede değerini yüksek tutamamanın bir cezası olarak bize yansıyor. Yapılan sempozyumlarda doktorcuların parti tarihi konusunda hiç ağzını açmamasının eleştirisi belki de Savran’a şöyle bir yakın durulabilecek tek noktadır, bütün bu tartışmalar içinde. Doktorcular, Doktor’un parti çizgisini, tıpkı Savran gibi, kendilerini mücadele dışında tutacak bir arayışla benimsediler. Doktor’un söylemini, terminolojisini bile terk ettikleri bir politk tutum onların Doktor’u da kendileriyle birlikte geri düşürmelerine yol açtı. Ancak elbette tarih belirleyiciydi ve Doktor’u bir savaş rehberi olarak kabul edenlerin arkalarına aldıkları devrimin Doğu rüzgarları yeni bir yükselişin imkanını yeniden ortaya çıkarmaktadır. Savran gibi teorik olarak demagog, politik olarak kaçkın bir kişiliği muhatap almanın eziyeti bu imkan itibariyle göze alınabiliyor.

Nazım’ın Muhbirliğinde Savran’ı Tanımak

Parti tarihine ait ele alınması gereken bir diğer konu, Nazım’ın Donanma Davası’na yol açan muhbirliği konusudur. 1938’de Nazım, kendisiyle sosyalist arayışları nedeniyle temasa geçen Harp Okulu öğrencilerini polisin kendisini yoklaması sanıp kendi masum ve faaliyetsiz duruşunu kanıtlamak üzere polise telefon açar ve durumu yutmadığını bildirir. Ordu içindeki böyle bir gelişimin varlığı devleti zıplatır ve açılan davaya Doktor ve bir dizi arkadaşı katılarak 15 yıllık cezalara çarptırılırlar. Üstüne üstlük Nazım bu durumu savunma dayanağı kılar. Gene Savran’ın aktardığınca durum şöyledir: “… yargılamanın sonunda Nazım savunmasında ‘davanın muhbiri de ben oluyorum, suçlusu da’ gibi bir cümle sarfetmiştir. (…) Argüman edebi olarak güzel, hukuki olarak da kusursuzdur.” Burada “gibi” kelimesine vurgu bana aittir, çünkü daha evvel de gösterildiği yerler itibariyle hatırlanacaktır ki bu kelimenin kullanılması Savran’ın bir kapsam sahtekarlığına doğru ilerlemekte olduğu konusunda bize bir uyarı olmaktadır. İşte ilk veri: Savran’ın bu aktarımında hemen düzeltilmesi gereken şey ifadenin “edebi” değerinin Nazım’a değil, bizzat Savran’a ait olmasıdır. Durumu Nazım lehine yumuşatmak için Savran’ın kendince bir ironi katmaya çalıştığı savunma, Doktor’un A. Kadir’in Harbiye Davası aktarmasıyla hiç de edebi olmayan tarzda şu irkiltici yalınlıkta yapılır: “Ben bu davada muhbirim. Nasıl mahkum olurum?” Bu aktarımın hemen ardından Doktor şu uyarıyı ekleme ihtiyacı duyar: ”Gizli Devlet zabıtlarının sakın yakılmamasını yeni kuşaklardan onun için çok rica eder dururum.” Savran, kendi edebi ifadesiyle muhbirliğe suçluluk halinin, suçluluğa da muhbirlik halinin kesintisini katarak Nazım’ın üzerine burjuva adaletin demagojik ithamlarına dair genel kabulün perdesini indirmeye çalışmıştır. Ama kaynağından aktarılan haliyle Nazım’ın tercihi bellidir: O muhbirliğini suçsuzluğuna delil olarak göstermektedir. Ve bu, Savran tarafından da hukuki kusursuzluk olarak görülmektedir. Yani mahkeme Nazım’ın muhbirliğine onay verip onu salmalıdır. Bu işin birinci yanıdır. Peki, ikinci olarak, işin politik ahlakı nerededir? Devlet kendi muhbirine hakkını verip salacak, onun getirdiği onlarca kişi ağır hapislerde çürütülecek. Bu politik ahlakı sorgulamak elbette Savran’ın aklına gelmez. Aksine, Doktor’un diğer zaaf gösteren kadrolara aldığı tavra göndermeyle burada “örgütü ve yoldaşlarını polis karşısında savunmasız bırakmak” gibi “ötekilere eşit bir suç” görmez.

Daha önceki satırlarda ifade edildiği üzere Savran, kendinde olmayanlar üzerinden konuştuğu için aynı politik ahlaksızlığın derinliği içinde, Nazım’ın bu savunmasına tepki duyan Doktor’a yönelik “Kıvılcımlı buna [savunmaya-nb] takmıştır. Ama neden taktığı belli değildir” der. “Doktor bunu nedense [nedense?-nb] sadece ‘ben’ ve ‘muhbir’ kelimelerini argümanın içinden cımbızla çekerek Nazım’ın kendisi hakkında ‘polis muhbiri’ demiş olduğu anlamında yorumluyor.” Sanırsınız koca bir savunma yığını vardır da Doktor bu kelimeleri birleştirmektedir. Dört kelimelik tek cümlecik… Bu iki kelimeden birini cımbızla çekseniz öbürü gelmemezlik edemez. Ama Doktor’u batırmak, Nazım’dan politik bir efsane yaratmak için her türlü politik ahlaksızlığı bin bir türlü sahtekarlıkla öne çıkarmaya kalkan Savran, bir de duruma şaşırır: “İnanılır gibi değil!” [Burada da gibi’ye dikkat çekmek gerekir mi acaba?]

Bitiyor mu? Ne yazık ki hayır. Her şeyi çarpıtıp kendince kurma ve buradan provakatif bir yönelme çıkartma çabasının Savran’in bir karakter sunumu olduğunu geride kalan satırlarda defalarca yazdık. Ama karşımıza her çıkışında aynı şeyi bir kez daha yazmama imkanı Savran’ın provakatif tarzı itibariyle ne yazık ki bulunamamaktadır. Savran, her seferinde politik düşüklüğünü ve provokasyonunu bir tık ileri taşımaktadır. Nazım’ın savunmasını savunma aslında kendi politik niteliğine yönelik bir itiraf halini almıştır.

Savran, Nazım’ın muhbirliği kolayca benimsemesine karşı Doktor’un değerlendirmesine çok kızar. Doktor, yukarıda üzerine konuştuğumuz yüzde 99’luk dirençsizleşme örneklerinin Nazım’ı da kolayca muhbirliği benimsemeye ittiğini düşünürken Savran’ın tepkisi şöyledir: ”Ne demek partide herkes ‘öttüğü’ için Nazım da kendine ‘muhbir’ demeye itelenmiştir? Bir psikiyatr olarak Doktor bir insanın hem devlete teslim olmamayı bu kadar önemseyerek övünme vesilesi haline getirip aynı zamanda buna ‘itelenmesi’ne nasıl bir açıklama getirir? Bu kadar saçma bir cümle Doktor gibi bir adamın kaleminden işin içinde ancak başka saikler varsa çıkar. Ama aynı zamanda aptalca.” Konuyu Savran’ın anlamasını sağlamak için basitleştirelim: Nazım, ben muhbirim demiştir. Bunu edebi ve hukuki olarak kusursuz bulmak Savran’ın politik ahlaki yoksunluğunu gösterir. Doktor’un gerekçelerini aptalca bulması da kendi ahmaklığını açığa vurur. Savran, eğer ki mücadeleye bir ajan sızması olarak dahil olmamışlarsa, bugüne kadar ortaya çıkan itirafçıların, çözülenlerin ve polisle işbirliğine gidenlerin, sanki önceden ajanlaşmanın ne kadar iyi bir şey olduğunu düşünerek mi çözüldüklerini, itirafçılaştıklarını sanmaktadır? Çok bilinir bir durumdur ki, sorguda zaaf gösteren kadrolar, sahip oldukları devrimci irade, işkence ya da zor dayatmaları altında devletin iradesini yenmeye yetmediği için bu duruma düşmüşlerdir. Yani işkenceye direnmenin gereğini savunmak, bunu değerli bulmak ne yazık ki işkenceyi alt etmeye her zaman yetmiyor. Bunu bilmek için Savran’ın zaten gramı olmayan mücadele görgüsü ve tecrübesine sahip olmak da gerekmez. Biraz hayatla ilişkilenmek, biraz akıl yürütmek falan yeterli olabilir. Demek ki Savran’ın steril ortamı mücadeleye dair bu en basit bilgilerin sızmasına bile mani olacak şekilde kaçkınlık duvarlarıyla çevrilidir. Savran, bu basit muhakemeyi yürütemeyecek bir düşüklükteyken bir de kalkar konuyu kendince sürükleyebileceği uyduruk veriler ve mizansenler yaratır. Savran’a göre Nazım, TKP tarihi içinde direnişi ile de ünlüymüş. Nazım’la ilgili böyle bir ünlenme ne belge ne de anlatı olarak mevcut değildir. Salt bu konuya destek olacağını zannettiği için Savran’ın uydurduğu bir statüdür. Kim bilir Savran, kendisinin de nasıl bir mücadele yiğidi olduğunu düşünüyordur.

Nazım’ın, polis tavrına ilişkin Doktor’la yaptıkları bir diyaloğun Anılar’daki pasajı şöyledir: “Sen ipucu verdin mi Polise Nazım? /Şey… Ben vermedim, ama benimki başka. Beni hiç dövmediler. Kendimi denemedim. Sen kaçıncı ateşten geçtin. Çelik gibisin.” Zaten Nazım’ın tek ciddi mahpusluğu kendi yol açtığı Donanma davasıdır. Burada muhbirliğini zarar görmeden çıkmak üzere kullanmıştır. Daha öncesinde de Sovyetler’den ülkeye resmi dönüş başvuruları cevapsız kalınca kaçak bir şekilde girmeye çalışırken yakalanmasıyla, 1933 ve 34’te şiirleri nedeniyle komünizm propagandası ve örgütlenme suçuyla Bursa’da kısa tutsaklıkları olmuştur. Bu davada da savunmasını Komünist Enternasyonal tarafından örgütten atıldığına dair “belge” üzerine kurmuştur. (Komintern Belgelerinde Nazım Hikmet, s195, Tüstav yay.) Burada da Nazım’ın savunma hattını davanın politik karakterine göre değil burjuva hukukunun gereklerine göre kurmasındaki zorlamalar dikkat çekici olmakla birlikte davaların iddia ve operasyonel yapıları itibariyle, Savran’ın uydurduğu gibi Nazım’ın “ünlü” bir direngenliğini öne çıkarmışlığı yoktur. Doktor’un değerlendirmesini aptalca ve akılla alay olarak gören Savran, kendi argümanları itibariyle sadece politik ahlaksızlığını değil aynı zamanda çıkarcılığını ve yalancılığını sergilemektedir.

Daha önceki satırlarımızda Savran’ın sosyalist bir örgüt kültürü, görgüsü ve ahlakı olmadığı üzerine yaptığımız belirlemeyi burada bir adım daha ileri götürerek şöyle diyebiliriz: Savran’ın politik çizgisini mücadelenin gerektirdiği bir örgütlülük içinde sürdürmemesi onun medeni-sosyal ahlakındaki düşüklük gereği de olabilir, çünkü eğer sahtekar ve aşırı bencil biri değilse kimse başkalarına zarar verdiği bir sorumluluktan kendini kurtarmaya zarar verdiklerine sırtını dönerek yönelemez. Savran, bu nedenle Doktor’u, zaten yakalanacaktın, kitap basmıştın gibi saçma mesnetlerle Nazım’ın ihbarından soyutlamaya çalışır: “Donanma davası bir gerekçe, bir mazerettir. O olmasa başkası mutlaka bulunacaktır. Dolayısıyla Kıvılcımlı aslında kendi faaliyetinin [yani sosyalist mücadelede bulunmanın-nb] yarattığı sonuçla yüzleşmek yerine Nazım’la boş yere uğraşmaktadır.” Artık Savran, politik düşüklüğün hiç inmediği doruklarında yeni zirveler peşindedir.

Savran’ın, Doktor’a karşı Nazım üzerinden ileri sürdüğü argümanlarından biri de Doktor’un Nazım’ın şairliğini küçümseyen ifadeleridir. Savran, Doktor’un bu eleştirilerini Nazım’ın ölümünden sonra yani gelişiminin en zirvesine ulaştıktan sonra yapmasına dikkatimizi çeker. Doktor Anılar’da Nazım’a yönelik eleştirilerini kağıda dökerken bu zirveyi bilmezden ya da görmezden gelen bir durumda değildir ve zaten eleştirilerini Nazım’ın Sofya’da gördüğü bir kitabı üzerinden esas eksene, Nazım’ın politik ve edebi kişiliğinin bileşkesi üzerine oturtur: “Nazım’a ait Sofya ve pek güzel bir baskı cildinde şu satırlar gözüme ilişti: ‘Ben ömrümde ilk defa… bir konu etrafında da olsa, bir çeşit memuar [memoir: anı, biyografi vb-nb] yazıyorum galiba. Oysa anılarını yazamayacak biri varsa o da benim.’(s12) Nazım , yazamayışına türlü nedenler yorumluyor.: Hafıza zaafı, tarihler, adlar akılda kalmaz… Ben de öyleyim, ama yazabiliyorum. Nazım’ın yazamayışı eksik hatırlama korkusundan çok, Freud’un ‘sansür’ dediği güdüden. Ne yazacak Nazım? Şu benim kaleme aldıklarımı ve alamadıklarımı olduğu gibi yazsa, şaheser yaratırdı. Onlara dayanamıyor. O zaman hiçbir şeyi anmama yolunu seçiyor. Nazım kendini hiçbir zaman anlamadı. Ben psikiyatri ve derinlikler psikolojisi bilen adam, onu çok iyi anlıyorum.”

Nazım edebiyatını ele alacak bir yeterliliğimiz yoktur ama bilinir ki Doktor’un dediği gibi Nazım’ın kendi tarihine ait kapsamlı bir anlatısı da yoktur. Eserlerinde Doktor’u olumlayarak karakterize etmesine karşın Doktor’un Nazım’dan beklediği ve yerine getirmediği için eleştirdiği şey politik tarihe ait belirlemeleridir. Nazım bunu yapmamıştır, çünkü özeleştirel olmaya gelememiştir. Yerine, gene Doktor’un tanımıyla: “Laz gibi o da, bütün reziletleri üstüne bir zaman aşımı süngeri geçirerek, alabildiğine uluslararası reklam metası olmayı sarsılmaz bir rütbe saymıştır. (…) Laz’la Nazım’ın açtıkları çığırdan artık, TKP’den atılmış bulunsa bile Laz Zeki’nin yol alması işten değildir.”

Nazım, Savran’ın öne çıkartmaya çalıştığı gibi salt bir şair değil bir örgüt çizgisinin elemanıdır. Ve bu örgütün tarihine dair muhasebede şiirleriyle değil örgüt değeriyle hesaba oturur. Örgüt tarihine dair muhasebe bitmedikçe, ki hala bitmemiştir, bu muhasebeyi sürdürenler açısından yeri onun politik tutumu ölçüsünde belirlenir. Bu nedenle böyle bir muhasebenin eşiğinde Doktor’un Nazım’a yönelik eleştirilerindeki politik yan, yani Nazım’ın örgüt tarihindeki yeri ve bu yerin örgütün geleceğine dair tercihi elbette edebi değerine ağır basacaktır. Nazım’ın şiirleri, Savran ya da milyonlarca Nazım okuru için edebi ölçüde elbette çok değerlidir ancak bir örgütsel hesaplaşma içinde bunlar bu değeri taşımaz. Bir hattın gereklerine arkasını dönen bir elemanın şiirleri “Nazım olsa” beğenilmez. Hele ki hesaplaşmanın taraflarından birini ölüme mahkum edecek kertede bir karşıtlığın dahilinde ise… Doktor’un 12 Mart sonrasında sosyalist bir ülkeye girişini provokatif bir zeminde engelleyen uygulamanın arkasında Nazım’ın da imzası vardır. Dolayısıyla Savran, doktorcuların Nazım’a karşı tavrının muhasebesinden önce, Doktor’un ölümüne kadar varan provokasyonlarıyla bir “stalinist bürokrasi”nin oluşumunda Nazım’ın tavrı konusunda kendisi muhasebeye oturmalıdır. Ülkenin sosyalist geleceğini zorlayabilmek için komünist birikimin sentezcil değerini ortaya çıkarma gereği Savran’ın “edebi” katkılarıyla perdelenemez.

Doktor’un Stalinizmi

Savran, Doktor’u yere vurduğuna ikna olduğu her yerde hedefine Stalin’i alır. ‘70 politikalarında, Nazım’a karşı parti politikalarında arkadaki görünmez canavar Stalin ve stalinizmdir. Savran’ın bu ve benzeri konularda yaratmaya çalıştığı kirliliği elimizden geldiğince temizlemeye çalışıyoruz ancak elbette aynı konulara getirilen troçkist genişliği burada tartışmanın bir gereği yoktur. Bu nedenle Stalin ve stalinizm konusunu Savran’ın değerlendirmesi çerçevesinde ele alacağız.

Savran, Doktor’un separat kararına ve Komintern’in dağıtılmasına sesini çıkarmamasını onun stalinizmine bağlar. Anılar’daki Stalin eleştirisini geç uyanma sayar. Doktor’un her iki karar sırasında da içerde olduğu söylenebilir. Separat kararı hemen Donanma davasının eşiğinde gerçekleşmiştir. Türkali’nin romanlarında bu döneme ait bir karmaşa anlatılıyor olsa da resmi belgelerde bir tartışma gözlenmez. Parti bütünüyle Komintern’e bağlıdır. Belki de bu karar Doktor’un “legaliteyi istismar” taktiğine yol verebileceği için onay veren bir sessizliği söz konusu olabilir ve ardından henüz süreci kavrama imkanı bulamadan 50’ye kadar süren tutsaklığa düşülmüştür. Dönem dünyada ikinci savaşın hazırlanma ve yaşanma dönemidir. II. Savaş’ın muzaffer Sovyet ordularının komutanı olarak Stalin’in Komintern’i dağıtması o dönem için dünyanın hiçbir yerindeki komünist açısından tartışılır değildir. Böyle bir tartışma sosyalizmle emperyalizm arasındaki tercihi belirleyecek niteliktedir. Sonuçta Doktor’un uluslararası sosyalizmi temsilen SBKP çizgisine bağlılığının bir “Stalin tapıncı” şeklinde gelişmediği, koşullar hasıl olduğunda Oportunizm Nedir’deki Stalin eleştirisinden bellidir. Bu göründüğü kadarıyla hiçbir özel zamanlamaya ya da Savran’ın dediği gibi bir “geç uyanma”ya tekabül etmez. Mücadele sürecinin kendi argümanlarını geliştirmesine bağlı bir durumdur. Doktor’un doğrudan Staline’e ilişkin değerlendirmeleriyle Stalin sonrası Sovyet politikalarına getirdiği eleştiriler onun stalinist olmadığı gibi anti stalinist olmadığını da bize gösterir. Doktor’un kalıbı leninist’liktir.

Savran, Doktor’un Stalin eleştirisini 70’te basılan Oportunizm Nedir’deki bölüme bağlıyor ancak Doktor’un daha 67’de yayınlanan iki yazısı, Çin Halk Cumhuriyeti: Kızıl Bekçiler ve Küba Feleğe Meydan Okuyor yazıları Doktor’un hem Stalin’e hem de Stalin sonrası Sovyetler’e gerektiğince eleştirel yaklaşmakta olduğunu bize göstermektedir. Çin Kültür Devrimi’ne ait değerlendirmesinde Doktor Sovyet tarihine dair şunları yazar: “Parti, çalışan sınıfların en bilinçli öncü örgütü idi. Parti buyuracak, sendika ve benzeri örgütler ayarlıyacak, yığınlar uygulıyacaklardı… Stalin çağında, parti disiplini, partinin başına geçenleri “proletarya diktatörlüğü”nün etiyle [eliyle olmalı –nb], yaşıyan üstün insanları durumuna dek çıkarttı. Burjuva toplumunda devlet insanüstü idi. Sovyetlerde parti devlet içinde bir devlet oldu. Çivi çiviyle söküleceği için, tarihsel görevi devleti kaldırmak olan sosyalizm, devlete karşı kuşkusunu, partiyi devlet üstüne çıkarmakla tatmin etti. Bu yol parti doruğuna tırmanabilen kişiler, tanrının yeryüzündeki gölgesi olan devletin de üstüne çıkınca, otomatikman tanrılaştılar. Hâlâ, kolay kolay kurtulunamamış bulunan “KİŞİ TAPINCI”hastalığı yayıldı. Böylece, Sovyetler sosyalizminde yığınların insiyatifı (teşebbüs gücü) partinin demir disiplini çerçevesinde, liderlerin ÇELİK (Stalin) leşmesi biçiminde kendini göstermekle yetindi.”(Vurgular kendisine ait) Bir kaç ay sonra da Küba’daki gelişmeler üzerine şunları kaleme alır: “Yalnız emperyalist düşman mı? ‘Dostlar’ da eksik değiller. Kruşçef manyağı bir füze yolladı. Bu füzeleri sormadan geri çekti. Küba’nın başına volkan yağacaktı. İki yıl önce Kızıl Çin kendi şartlarıyla karıştırarak Küba Silahlı Kuvvetleri içinde Çince ‘propaganda’lara kalkıştı. Kastro bozuşmayı bile göze alarak Küba’nın Çin olmadığını anlattı. Sovyetler ‘Barış içinde bir arada yaşama’ dediler ya, en aşağılık faşizm veletlerini bile adam yerine koyar ve sanki Küba’ya daha iyi saldırsınlar diye destekler oldular. Kastro Sovyet güdücülerinin ‘gerici ve oligarşik Latin Amerika hükümetleri ile aşnafişne oluşlarına acı acı çattı. Bütün Amerikan milletleri bir avuç US Amerdikan şirketine karşı dağa çıkmış dövüşüyor, ölüyor, öldürüyor. ‘Akıllı’ komünist partileri, neredeyse –Ali Kemal’in Mustafa Kemal’e dediği gibi- dövüşenleri ‘Dagi’ler, Bagi’ler’ sayacaklar. Kastro geçen Mart ‘Venezüela Komünist Partisi’nin bozguncu davranış çizisini’ suratına çalıverdi. Bu taş Venezuela komünist partisi kadar onun ardında öteki latin Amerika komünist partilerine ve hepsinin gerisindeki Sovyet komünistlerine kadar atılmıştı.” Yazı Sovyetlerin Barış İçinde Birarada Yaşama politikalarını eleştirerek devam eder.

67’deki eleştirileriyle 70’deki eleştirisini bağlayan doğruyu parti tarihinin içindeki hangi derinliklere indireceği artık Savran’ın sorunudur. Ancak Anılar’daki pasajları, bir Stalin müridinin sonunda gerçekleri gören bir aydınlanması olarak göstermeye çalışması hiçbir şekilde karşılığı olmayan bir çabadır. Bu yüzden de derhal fabrikasyon çalışmaya geçer. Savran, Doktor’da olmadığı halde uzun ön açıklamalarla “’sosyalizmin kurulması’ Stalin sayesinde değil onun hatalarına rağmen başarılı olmuştur” gibi kendine ait bir sonucu araya yerleştirir. Ardından Juvkov’un anıları üzerinden artık askeri tarihe geçmiş Stalin yanlışlarının Doktor’un ağzından aktarımı gelir: “… Mareşal Stalin askerlik işlerine bilir bilmez karışmasa, [zaferler] mutlak çok daha erken elde edilebilirmiş… Stalin burnunu sokmasa… Sovyet ordularının Hitler tuzaklarında kaz gibi avlanmaları o denli kolay olmazmış.(abç)” Ve bunlardan Savran’ın çıkardığı sonuç: “Yine aynı yere geliyoruz. Kıvılcımlı’nın söyledikleri doğru ise (ki doğru olduğunu başka kaynaklardan da biliyoruz) Sovyetlerin Nazilere karşı zaferi Stalin sayesinde değil Stalin’e rağmen kazanılmıştır!” Zaten sahtekarlıktan başka bir yere gitmeye hiç niyeti olmayan Savran, Doktor’un “çok daha erken”, “o denli kolay” gibi görecelik katan cümlelerini alır, sanki bu eleştirileri dayanak yapıyormuşçasına kesin hükme vardırır: Stalin’e rağmen kazanıldı!… Bu sonuç Doktor’da yok! Bu belli. Dünyada da sanki bir tek Savran’da var. Bu sonucun utanmaz yanlışlığı bugün Rus halkında yükselen Stalin arayışından anlaşılmaktadır.

Savran, Doktor’un temel tezlerinden biri olan Doğu devletleşmelerindeki devlet sınıflarını görmesini bile stalinizme karşı bir teorik sıçrama addeder. Oysa bu yapısallık, örneğin “tepedencilik” bağlamında Türkiye ve Rusya kapitalizmlerinin gelişmeleri benzerliğinde vb ele alınır. Burada Doktor’un stalinizme yakınlaşmasından çok, Sovyet çöküşü ya da bugünkü Rusya dikilişi altında aynı tarihsel gerçeği gören düşünürlerin Doktor’a yakınlaşması söz konusu edilebilir.

Stalin’in Lenin’i öldürdüğü iddiasına gelince… Lenin’in son günlerinde Stalin’le arasında açığa çıkan gerilimden bu çalışmanın başında da bahsetmiştik. Bilindiği gibi bu gerilim, Stalin’in Krupskaya’nın bile Lenin’in yanına girmesini engellemesine, Lenin’in ise Stalin’le kişisel bütün ilişkilerini kestiğini bir mektupla kendisine bildirmesine kadar varır. Ve arkası Lenin’in Stalin aleyhine MK’ya gönderdiği ağır mektuptur. Doktor, Juvkov’un eleştirilerini değerlendirdiği gibi o günün gelişmelerini, özellikle Lenin’e rağmen Stalin’in attığı cesaretli adımları değerlendiriyor ve Lenin’in öleceği belli olmasa bu cesareti nasıl alabilirdi, acaba diye sorguluyor. Öyle ya, ya kalkarsa vb… Bu konuda Doktor’un soruları kendi eğilimini gösterir niteliktedir: “Lenin acep eceliyle mi öldü?”, “ Acep [Stalin], Lenin’in yüzde yüz öleceğini, işkilsiz nereden ve nasıl garantilemişti?” Doktor’un soruları Savran’ın bu noktadaki kamuflajına elbette imkan tanımaktadır ama gene de bir ağırlıklı eğilim bile hiçbir şekilde bir kesinlik olarak ifade edilemez. Savran ise, biz böyledir demiyoruz, Doktor söylüyor deyip “Doktor Stalin’i Lenin’in katili olarak niteliyor” kesin sonucuna varıyor. Doktor’un Stalin’le ilgili muhakemesinin kaynağı onun Lenin’e karşıt tutumlardaki cüretidir. Ancak belki de Doktor, özellikle Sovyet arşivlerinin açılmasıyla ortaya çıktığı haliyle Stalin’in Lenin’in yaşamı üzerine kurduğu kontrol ya da Lenin’in Stalin’e karşı Troçki’ye yönelttiği ittifak teklifini Troçki’nin Stalin’le ittifaka taşıması gibi sürecin gerçeklerini bilseydi düşüncelerindeki bu ihtimali geri çekebilir, Lenin’in yalnızlığında Troçki’ye lanetler okuyabilirdi. (Bu konuda Moshe Levin’in Sovyet Yüzyılı kitabı yeterli zenginliktedir)

Tarihin bu en kritik kavşaklarından birine ait Savran sunumu bize Doktor’un Stalin’e yönelik eleştirilerinin atmosferini yansıtmaz çünkü Doktor yaşadıklarından destalinizasyon kadrolarından Kosigin’i ve o kuşak Sovyet yöneticilerini sorumlu tutmaktadır. Yani Savran’ın yansıtmaya çalıştığı gibi başına gelenlerin yol açtığı bir hezeyanla Stalin’i suçlaması yoktur Doktor’un. Bundan dolayı kendi siyasal tercihinin kaba formülasyonuyla ifade ettiği şu cümle aslında Savran’ın şimdiye kadar söyledikleri üzerinde ciddi tartışma yürütülecek tek zemini oluşturur: “TKP’nin sorunlarının tamamının sorumlusu 1920’li yılların ortalarından itibaren Komintern’den SBKP’ye Stalinist bürokrasinin örgütleridir.” Şu ciddi politik ve tarihsel tashihlerle: İlk dönem komünizminin Stalin’in önderliğindeki uluslararası sosyalist hareketten kaynaklanan sorunları özellikle Stalin sonrası revizyonist SBKP’yle organik bir bağlam kazanmıştır. Kıvılcımlı bu bağlamı dağıtma çabasındayken aynı bağlam içinde fiziken tasfiye edilmiştir. Doktor’un Stalin’e de, ardından gelen revizyonist ekibe de, onların yükselttiği kaçkın TKP kadrolarına da tepkisi onun Leninizme bağlılığının bir türevidir.

xxxx

Buraya kadar, Savran’ın Doktor’a karşı, bir önceki değerlendirmede gösterdiğimiz provokatif saldırıya geçebilmek için Doktor’un tarihinde ne kadar toz kaldırmaya çalıştığını göstermiş olduk. Yarattığı kirlenmeleri temizlemeye çalıştık. Gözümüzden kaçan bir yer olduğunu sanmıyorum. Şimdi ise sıra, Doktor’un önemli bir değerini oluşturan teorik görüşlerine Savran’ın yaptığı eleştirileri ele almakta. Önvarsayım olarak bu çalışmanın en uzun ve ağırlıklı olması gereken bu kısmı, tam aksine en az hacimli ve en yüzeysel olanıdır. Sonucu önemlidir. Bu sonuç Savran’ın Doktor eleştirisinin, Doktor’un üretimlerini komünist hareketin bir kazanımına dönüştürmekten çok kendine politik bir değer atfetmek ve kendini yüceltmekten başka bir amacı olmadığını bize gösteriyor.

Yazının 1. kısmı için; https://umutgazetesi36.org/arsivler/64077

Paylaşın