Roman dilinde kuş anlamına gelen Çirikli’den daha uygun bir ad olamazdı bu kadına. Bir serçe kadar mini minnacık, bir serçe kadar korunaksız görünüşlü, bir serçe kadar bu güçsüzlüğünü kendine güç kalkanı yapan, bir serçe kadar insanın içini sevinçle dolduran bir kadın Çirikli…
Tuhaf bir sevinç bu, ortada neşe yaratacak hiçbir şey yok çünkü. Çirikli kemik kanseri, yürüyemiyor, her haliyle başkalarına mahkûm, tanımadığı bir ülkenin nemrut yasalarına karşı bilmediği bir dilde, olmayan mecaliyle amansız bir varoluş mücadelesi veriyor.
Bazı insanlar vardır ama, yaptıkları en sıradan şeyi, diyelim bisküvi yemeyi, ilk kez gördüğü, dünyanın en değerli, en keyifli şeyiymiş gibi çocuksu bir hayretle, etrafına ışık saçarak, çevresindekilerin kendilerini kaptırıp bisküviyi benzer bir iştahla yemesine yol açarak eylerler onlar. Çirikli işte böyle bir insan; sade yaşamında her hareketiyle koynunda beslediği küçük çirikli’leri salıyor etrafa, onu gören herkes, Nilgün Marmara’nın dizesindeki gibi, “kuş koysunlar yoluna” diye geçiriyor içinden ve dışından.
Çirikli, ailesiyle birlikte bir kış günü geldi kampa. Biri 15, öteki 6 yaşında iki kızı ve kocasıyla bir Balkan ülkesinden göç etmişlerdi. Geç saatte geldikleri için kampa kabul görüşmesini ertesi güne ertelemiş, sadece marketin yeri, mutfak kuralları gibi acil bilgileri vermiştik.
Kimlik bilgilerinin fotokopisini çekerken çocuklardan birinin adının Türkçe olduğunu fark ettim, ama ne Çirikli’nin ne eşinin ne de öteki kızının adları Türkçeydi -küçük kızın adı da Türkçeymiş aslında, ama söylendiği şekilde kayda geçmiş olduğundan bir harf eksikti benim bildiğim isimden, ancak bir hafta kadar sonra idrak edebildim bunu.
Mesaim bitmek üzereyken Çirikli’nin eşi bir şey sormak için büroya gelince, ben de kızının adının neden Türkçe olduğunu sordum, Türkiyeli olduğumu söyledim. Adam, “Allaaahh!” diye kollarını kaldırıp kendi etrafında dönmeye başladı. Öyle tatlı gülüyordu ki, ben de gülmeye başladım onunla birlikte. Anadilleri Türkçeymiş onların, ona verdiğim adla Çavo, kendini ifade edebilecek birini bulduğu için mutluluk sarhoşu oldu bir anda. Anadilinde konuşmanın rahatlığıyla anlattıkça anlatıyor, arada aklına komik bir şey gelmiş gibi kıs kıs gülüyor, sonra tekrar ciddileşip arada yine gülüyordu. Onu dinlerken mesai saati çoktan bitmiş de farkına varmamıştım.
(Mültecilerin geldikleri ülkede ilk ve en önemli sorun iletişimsizliktir, özellikle tercümanı zor bulunan ülkelerden geliyorlarsa ve acil çözülmesi gereken bedensel ve ruhsal sağlık sorunları varsa. Derdinize tercüman olacak biri yoksa, çalacak bir kapının varlığından bile haberdar olmazsın, bırakın o kapıyı bulup ardındaki kişiye dert anlatmaya çalışmayı. Tek bir kişinin tek bir yol tarifi ya da sözgelimi bir telefon açması bir mültecinin hayatında muazzam rol oynayabilir, hayatının akışını değiştirebilir hatta. Hele kadınsanız, hele göç yolunda fiziksel ya da ruhsal şiddete maruz kalmışsanız, dillerin lâl olur da konuşmayı unutursun bazen. Senin yerine konuşacak ve zaman içinde dilsizliğini yenmeni sağlayacak biri ya da birileri, geldiğin ülkeyi yaşayabileceğin ve yaşamak isteyeceğin yer kılabilir; bu kadar belirleyici önemdedir kuracağın gönül dili.)
Çavo’nun anlattığına göre Çirikli kansere yakalanıp tekerlekli iskemleye mahkûm kalınca, yaşadıkları ülkede sağlık güvenceleri de olmayınca, Almanya’daki abilerine güvenerek tası tarağı toplayıp göçmüşler, belki bir şifa buluruz umuduyla. Abinin yaşadığı kentte sabit kalamamışlar, o kentten bu kente sürüklenip durmuşlar, dolayısıyla Çirikli’nin tedavisi de istikrarlı bir şekilde sürememiş. Çavo, “Sözümdür teyze” dedi, “önce Çirikli’ye kanser doktoru, sonra kızlara okul, gözünü seveyim.” Her konuşmaya, “Sözümdür” diye başlıyordu.
Ertesi gün kampa geldiğimde Çirikli’yi büyük kızıyla birlikte mutfakta buldum. İkisi birden yüzlerini aydınlatan bir gülümsemeyle koro halinde “Günaydın Teyze” deyince, tüm ailede adım “Teyze” olarak tescillenmiş oldu. Şen hanım, Şen abla, Şen teyze değil, sadece teyze. Öteki iş arkadaşlarıma zaman içinde adlarıyla seslenir oldular, ne hikmetse ben hep teyze olarak kaldım; insan olmaktan çıkıp kurumlaştım adeta. Bu teyze torbasına neler neler tıkılmamış ki: büyüğe duyulan saygı, sevgi, devletten duyulan korkuyla ilk gördüğüne sarılma, pragmatizm, dil sayesinde en nihayet kendilerini birilerine teslim edebilmenin verdiği hafiflik, gönül rahatlığıyla konuşabilme özgürlüğü…
Çirikli, 35 kilo haliyle oturduğu yerden sürekli gülümsüyor, ne zaman nasılsın diye sorsak, “Şükür Allah’a”dan başka bir şey demiyordu. Bunca zaman bir tek kez kendisi için bir şey istediğini, bir kez söylendiğini ya da inlediğini görmedik. Tevekküllü bir serçe ürkekliğiyle yanında yöresinde kim varsa memnun etmek için gelmişti sanki dünyaya. Hem durumu kavrayamıyordu hem de kendini görünmez kılarsa, hiçbir soruna yol açmaz, dert dile getirmezse herkesten kabul görür, hiç tanımadığı insanların arasında kaynayıp gider sanıyordu.
Odalarından sadece mutfağa gitmek için çıkar, tekerlekli iskemlesinde oturduğu yerden büyük kızına yemeği nasıl pişireceğini gösterir, bir yandan da oradan bize öpücükler, selamlar, gülücükler gönderirdi. Lezzetli küçük pofuduk ekmekler pişirir, daha dumanı tüterken bize de gönderirdi.
Her gün hiç değilse yarım saat temiz hava almak amacıyla dışarıya çıkmaya ikna etmek için harcadığımız onca çaba, Çirikli ve büyük kızının sözle asla reddetmedikleri, güler yüzlü ama inatçı bir duvara tosladı. Görünmeme, göze batmama gayreti, içinde mutlu oldukları gönüllü bir hapishaneye çevirmişti hayatlarını. Dışarıda üşümesinler diye mahalle ilişki ağından getirttiğimiz içi kürklü botlar, kabanlar, bereler de ayda bir doktora gitmenin dışında hemen hiç kullanılmadı.
Çirikli okuma yazma bilmiyordu -halen de bilmiyor- yabancılar dairesi ona kursa gitme izni de vermemişti; izin verilmiş olsa bile gitmeyecekti zaten, gönül rızasıyla girdiği kuş kafesinden çıkmayı hiç istemiyordu.
Doktora, belediyeye, öteki kurumlara gidip geldikçe imza gerektiğini gördüğümüz için, Çirikli’ye atabileceği basit bir imza bulalım diye düşündük. Üç zikzağın üzerine bir çizgi şeklinde sade bir imza tasarladık. Ben Çirikli ile birkaç kez alıştırma yaptım, alıştırmaları her gün tekrarlamasının iyi olacağını önemle belirttim, ama o her gün başka bir bahane bulup bir kere bile imzayı denemeye yanaşmadı. Asla doğrudan karşı çıkmıyor, her şeye olur diyor ama parmağını da kıpırdatmıyordu.
Onu teşvik edebilmek amacıyla içimizden biri her gün beş dakika yanında oturur, imza alıştırmalarını birlikte yapardık. Çirikli her seferinde tatlı tatlı güler, zikzakları yapmaya başlar, biz “dur” demesek zikzağı satırın sonuna kadar hiç durmadan devam ettirirdi. Biz “dur” deyince de ne yaptığını anlayıp basardı kahkahayı. Gülmesi o kadar bulaşıcıydı ki -halen de bulaşıcı- o basit alıştırma dakikaları işin bir parçası olmaktan çıkar, çok keyifli molalara dönüşürdü. Aradan yıllar geçti, bugün bile imza atması gerektiği zaman ben usulca uyarmasam, zikzakları yaparken kendini durduramaz; her seferinde orada sadece ikimizin bildiği bir sırrı paylaşarak birbirimize bakıp kıs kıs güleriz, Çirikli elini yumruk yapıp hafifçe koluma dokunur böyle anlarda.
Çirikli ile geçen zamanın kendisi neşeyle akıyor olsa da aslında yaşananlar sıkıntılı ve her iki taraf açısından da emek yoğundu. Çirikli’nin kanser uzmanı, ortopedist randevularını ayarlama, zekâ geriliği olan büyük kızının özel okula gidebilmesi için farklı farklı kurumlarda bir dizi test ve görüşmeleri düzenleme, bunları yaparken kızı okula gitmesi gerektiğine ikna etmeye çalışma, küçük kızın ilkokul sürecini başlatmak için sağlık bakanlığından izin, psikologlarla, okulla randevular, bunların yanı sıra onlarca ayrı randevu, yazışma, telefon görüşmesi derken mesai saatlerinin yarısı sadece Çirikli’nin ailesine ayrılır oldu. Alabilmek bir dert, bunları öteki randevularla ve benim çalışma programımla çakıştırmamak başka dert, gidebilmek ise ayrı dertti ve tek bir aileye bu kadar zaman ayırabilme lüksümüz ne yazık ki yoktu.
(Sosyal devlet en başta neoliberalizm politikaları gelmek üzere çeşitli nedenlerle küçüldükçe sosyal hizmete ayrılan bütçe de azaldı ve sonuç olarak sosyal hizmet uzmanlarının iş yükü arttıkça arttı. Yaşadığım şehir ötekilere oranla görece daha iyi olmasına ve çalıştığım kampın özel statüsü nedeniyle uzman anahtarının yüksek olmasına rağmen 60 kişiye 1,5 uzmanın ayrıldığı bir anahtarla çalışıyoruz ve bu çalışmanın içinde mektupları dağıtmaktan okumaya, okumaktan anlatmaya, cevap yazma, randevu alma, başvuruların takibini yapmaya, odaların temizliğini kontrol etmekten kültürlerarası çatışmaları çözmeye, iki kişi arasındaki kişisel sorunlarda bile kapımızın çalınmasına, çocukların babadan nafaka, çocuk parası başvurularından onlara yuva bulmaya kadar birçok iş var. Spinal ataksi gibi ölümle sonuçlanacak hastalıkları olan mültecilerden hiç söz etmiyorum. Kısacası, her bir mülteciye hak ettiği süre ve ilgiyi ayırabilmek imkânsız ve bu hem bizi hem onları eninde sonunda geren, kahırlı bir süreç.)
Bu kısıtlı ve elim şartlar altında Çirikli’nin moralinin hep yüksek olması, etrafına mutluluk saçması kendisinin ve bizim en büyük şansımız gibi gelmişti. Ancak yakından tanıdıkça onun kendi durumunu da hayatın akışını da idrak edişinde bir yavaşlık olduğunu anlamaya başladık. Nerede ne sebeple bulunduğunu, neyi niçin yaptığını bilmekte, günleri, ayları, yılları ayırt etmekte, meramını açıklıkla dile getirmekte büyük güçlük çekiyordu.
En ağır koşullarda her daim mutlu olup mutlu etmesi dirayetinden değil de anlayamadığı, adlandıramadığı, onu hep korkutan ve hastalıkla birlikte daha da korkutucu bir hal alan dünyadan, etrafına flu bir ağ örüp bu ağın ardına saklanmasından geliyordu sanki ve aslında bütün gücünü de bu güçsüz saklanmışlıktan alıyordu.
Çikrili’nin kafesi, olan biteni kaldırma kuvvetiydi onun.
Örneğin kemoterapi öncesinde tedavi boyunca hamile kalmaması gerektiğiyle ilgili onkologtan bir saat boyunca nutuk dinlemiş, aynı protokol maddelerini tam üç kez Çirikli de çevirmen olarak ben de imzalamıştık; ilaç kanserde etkili ama anne karnındaki çocuklarda ölüme ya da sakatlığa yol açabilen tehlikeli bir ilaçtı, bu yüzden çok sıkı denetim altında kullandırılıyordu.
Bir sonraki doktor randevusunda beklerken Çirikli bana utana sıkıla adet olmadığını söyleyince, hamile olduğu korkusuyla durumu hemen doktora izah ettim. Ama Çirikli en can alıcı soruya, ne kadar zamandır adet olmadığı sorusuna cevap veremiyordu; böyle bir zaman kavramı yoktu onda. Doğru soruları sormayı akıl edip epey zaman öncedir kanaması olmadığını öğrenebildiğimizde, doktor bunun vücudun kendini korumaya almasının sonucu olduğunu düşünmesine karşın yine de işi şansa bırakmayıp tedaviyi askıya aldı ve Çirikli’yi bir kadın doktoruna gönderdi.
Doktordan çıkınca, bir ay önce bütün bunları uzun uzadıya konuştuğumuzu, neden o zaman anlatmadığını sorduğumda ise, o şahane gülümsemesiyle bana bakıp omuzlarını silkti, “Bilmiyorum ki teyze”, dedi. Gerçekten de bilmiyordu, konuşulanların büyük kısmını anlamamış, belki anlamadığını da anlamamıştı, âdet kanamasıyla hamilelik arasındaki ilişkiyi bilmiyor da olabilirdi öte yandan. Her şeye kafa salladığından, onun anlamadığını kavrayamamıştım. Tercümeye de bir tercüme gerekiyordu yani. Sonuç olarak bu ölüm kalım savaşında çok kıymetli bir ay kaybedilmiş oldu.
Artık her şeyi önce Çavo’ya anlatır olmuştuk. Çirikli’nin bir mülteci kampında sadece allaha ve bize emanet yaşaması değil, bir bakımevinde tam sağlık denetimi altında tutulması gerekiyordu esasen ama yasalar, mevzuatlar buna ne yazık ki elvermiyor.
Bu herkes için meşakkatli süreçte bir tek Çavo sendelese de düşmüyor, yolunu kaybetse de arayıp buluyor, Çirikli’nin altını değiştirmekten onu randevudan randevuya taşımaya, büyük kızın okula gitmeme sorunlarından küçük kızın zekâ testlerine koşturmaya kadar irili ufaklı bin bir işin altından dil bilmemesine karşın müthiş bir beceriyle kalkıyordu. Tez canlılığıyla bazen bizi üzse de bunca yükü hiç şikayetsiz üstleniyor olması, hepimizde büyük bir saygı uyandırmıştı. Bunu ona söylediğimizde, Çavo da aynı Çikrili gibi omuzlarını silkip, “Ne yapayım ki başka be Teyze,” diyor sadece. Çavo’da da aynı küçük şeylerden mutlu olma, şikâyet etmeme, göze batmaktan imtina etme, olanla yetinme özellikleri var ve araya ne kadar profesyonel mesafe koymaya çalışırsak çalışalım, bunlar yüreğimizi çok ama çok burkuyor.
Böyle hummalı bir sürecin peşinden pandemi de gelince tüm aile için şanssızlığın içinde büyük bir şans da doğdu. Beyda gibi onları da yeni yapılmış bir binada bir daireye çıkarttık, böylece Çirikli’nin covid pozitif olma ihtimalini olabildiğince azaltmış olduk hiç değilse. Matruşka bebekler gibi bu şans işleri elbette; şanssızlığın içinden şans, onun içinden şanssızlık, belki onun içinden de başka bir şans çıkıyor ve bu sıra, bebekler gibi gitgide küçülerek gitmiyor her zaman.
Şansın içindeki şanssızlık da kamptan ayrılmalarının bizlerin desteğinden yoksun kalmaları demek olmasıydı. Mektuplarını okutmak, cevap yazdırmak, randevuları takip etmek, tercümanlık desteği ve en önemlisi mültecilik başvurusu süreci için önce farklı farklı danışmanlık kurumlarını öğrenmeleri ve hepsine tek tek gitmeleri gerekecekti ve bunu yapacak ne bilgileri ne Almancaları ne zamanları ne de artık mecalleri vardı.
Tam onları eve taşıma sürecindeyken güzel bir şey daha oldu, yabancılar dairesi Çirikli’nin sağlık durumu nedeniyle tüm aileye insani oturum izni verdi; en azından bir tehlike daha bertaraf edilmiş oldu.
(Mültecilerle çalıştığım yedi yıl süresince sadece tek bir Roman aileye oturum izni verildiğini görmüştüm Çirikli gelene kadar -bu da ancak kentin genelinde yapılan büyük bir kampanya sayesinde. Mülteci kampındaki ilk yılımda Romanlar çok gelir, üç beş ay sonra gerisin geri ülkelerine gönderilirlerdi. Bu üç beş ay bile çok önemli rol oynardı hayatlarında. Hiçbir sosyal güvenceleri olmadığı için ilk kez doktor yüzü görür, kışı sıcak geçirir, sıcak yemek yiyebilir, yıkanabilir, sonra geldikleri ülkedeki sefalete geri dönerlerdi. Sonradan yabancılar dairesi Romanların hepsini hapishane tarzı tek bir ilk dağıtım kampında toplayıp on beş, yirmi gün içinde hemen sınır dışı kararını tebliğ etmeye başladı. Mülteciler genelde istenmez, bazı mülteciler ise hiç istenmez; devlet katında mültecinin bile “has”ı var ne yazık ki. Bırakın devleti, bizzat kendileri istenmeyen öteki mülteciler de onları istemez, hor görürler. Tam bir ırkçılık içinde ırkçılık, literatürdeki adıyla içselleştirilmiş ırkçılık…)
Kamp ekibi olarak uzun bir toplantı yapıp ailenin takibini üstlenmeye devam etme talebimizi yöneticimize iletmeye karar verdik. Özel durumların özel çözümler gerektirdiğini bilen yöneticimiz de onaylayınca, kamptaki iş yükümüze ek olarak Çirikli ve ailesiyle ilgilenmeye de devam ettik.
Çirikli inişli çıkışlı bir tedavi sürecini hiç şikayetsiz, heyecanlı bir hayretle sürdürüyor hâlâ. Serçe sevimliliğiyle doktorundan hemşiresine, elektrikli tekerlekli iskemleyi getirip kullanımını öğreten teknisyenden MR çeken görevliye kadar herkesi etrafında pervane ediyor. Öyle güzel ki, gelen geçen kuş koyuyor Çirikli’nin yoluna…
Mülteci Kadın+ Hikayeleri yazı dizisindeki diğer yazılar: