“Ve sükût tefekküre duran derviş gibi narin. Sızı ince, yara derin.” Mevlana
Suskun anlamında ona verdiğim adla Samita, ismiyle müsemma, dal gibi incecik gövdesi, çırpı gibi kol ve bacaklarıyla çok sessiz suskun, çok ürkek bir trans. Adım adım güçlenirken bir yandan da suskunluğunda kaybolan, çevresine ördüğü savunma duvarları içinde güçlenmekle güçsüzlük hissinin birbirini biteviye beslediği, içine içine konuşup sesini dışarıya taşırmakta hayli bocalayan bir kadın. “Kelimeler kursağımda kaldı”nın ete kemiğe bürünmüş hali…
Kampımıza gelen ilk transtı bu çekingen kadın. Haliyle onunla biraz düşe kalka bir ilişki kurduk, kuruyoruz. Biz ondan öğreniyoruz çoğunlukla, umarım bizim de ona bir katkımız oluyordur.
Bu “kervan yolda düzülür” misali süreç, aşağıda anlatacağım üzere Samita’yı çokça üzdü, yaraladı. El yordamıyla yol almaktan dolayı yaptığımız hatalar yüzünden biz de kendimizi epeyce suçladık, sorguladık. Samita’yla çalışırken sürecin tek bir olumluluğu vardı sadece: Bize duyduğu pamuk ipliğine bağlı güven sarsılsa da yok olmadı.
Samita bir Kuzey Afrika ülkesinden geliyor. Eski bir Fransız sömürgesi olan ülkesinde Arapça da konuşuluyor, ama Samita’nın Arapçası fazla kuvvetli değil, dolayısıyla aramızdaki iletişimde hep bir kopukluk var. Onunla konuşurken ya hemşerisi ve yakın arkadaşı, adaşı bir eşcinselin yardımına başvuruyoruz ve bu kişi de Samita’nın söylediklerini bize İngilizce aktardığından görüşmenin içeriğinde hep bir şeyler kayboluyor ya da Fransızca bilen, başka bir mülteci kampındaki bir kadın meslektaşımıza telefonla çeviri yaptırıyoruz.
(Arkadaşımız kadınlarla genelde hep sakin, yumuşacık konuşur, sorunlarını, isteklerini çözmek için canla başla didinir, bununla da yetinmez, iş dışında gönüllü olarak da çeşitli kadın kurumlarında çalışır. Amma velâkin iş LGBTİ+’lara gelince, ses tonunda hep bir sabırsızlık, tahammülsüzlük seziyoruz. Kampın tüm çalışanlarında aynı izlenimi yarattığından konuyu aramızda enine boyuna tartıştık ve arkadaşımızın kasten homofobik veya transfobik tutum almasa da koyu katolik olduğu için inancının bilinçaltından davranışlarında etkili olabileceği kanısı oluştu bizde. Dolayısıyla çok mecbur kalmadıkça ona müracaat etmemeye çalışıyoruz, bu da Samita ile iletişimimizde devasa bir boşluk yaratıyor, hem onu hem bizi hayli zorluyor.)
Samita, dışarıya çıkarken bir davete gidiyormuşçasına hep çok şık giyinir, her boy, renk ve biçimde, seç seç beğen bolluğunda peruklarından birini mutlaka takar, şalını üzerinden hiç çıkarmaz, topukluları ayağındadır her daim, hepsini de çok yakıştırır kendine. Mahcup gülümseyişi, zarif hareketleriyle nezaketini hiç eksik etmez ilişkilerinde. Odasını bir yuvaya dönüştürmüştür bütün o örtüleri, bibloları, mumları, aynaları, duvara astığı renkli resimleriyle. Temiz, aydınlık, parfüm kokan sıcacık bir yuva…
Onda da birçok azınlık mensubu ve LGBTİ+da tanık olduğumuz, “Aman soruna yol açmayayım, sakın ha göze batmayayım,” pür telaşı var. Kamptayken odasından fazla çıkmaz, ana kapıdan girip çıkarken kafası hep öne eğiktir, kimsenin yüzüne bakmaz. Bir keresinde, “Bakarsam tanırım, bana bir lâf atar veya bir hareket yaparlarsa ne yapacağımı bilemem o zaman. En iyisi hiç bakmamak, muhatap olmamak,” demişti. Kendisi görmezse görülmeyebileceği zannındaydı sanki.
Samita bizim kampa gelince adaşı ve hemşerisiyle karşılıklı odalara yerleştirdik onları. Koridorun en sonunda, onlara az çok mahremiyet, özel alan da sağlayan bir kısım burası. Onu Theo ile de tanıştırdık. Theo hem sarıp sarmalayıcılığı hem de dil ve yol yordam bilmesiyle Samita’ya birçok konuda yardımcı oldu, onun elinden tuttu bir anlamda. Böylesi bir dayanışma, bizden azade bir yardımlaşma en çok arzuladığımız şeydir, daha ilk adımda başarılı olduk diye kendimizi içimizden tebrik ettik -çok erken kutlamış olduğumuzu birazdan okuyacaksınız.
Theo’dan tecrübeli olduğumdan cep telefonu numaramı hemen Samita’ya verdim ne olur ne olmaz diye. Samita ve arkadaşının nazik ve sempatik davranışları, özellikle arkadaşının dışadönük, biraz haylaz oğlan tarzı tavırları, biz bürodaki kadınların ve Fransızca konuşan öteki bekâr annelerin onlara hemen ısınmasına yol açtı. Büronun kampın ortak mutfağını gören camından birlikte güle oynaya yemek pişirmelerini izler, gülüşmelerini, şarkı söylemelerini duyardık.
Samita’nın öteki kadınlarla çarçabuk kaynaşmış olması, onu hep gülerken, enerji dolu görmek bizi çok sevindiriyor, motive ediyordu, öte yandan her şeyin güllük gülistanlık olduğu yolunda, o zaman fark etmediğimiz ama fark etmemiz gereken yanlış bir izlenime de kapılmıştık. Çok muhabbet tez ayrılık getirir deyişinde doğruluk payı olabileceğini düşünmemiş, grup dinamiklerini hesaba katmamıştık.
Öteki kadınlar kampın eskileriydi, geleneksel yanları vardı, hepsi bekâr anneydi, hem birbirlerini daha eskiden tanıyorlar hem de çocukları nedeniyle benzer süreçleri yaşıyorlardı ve muhtemelen kendilerini eğitim olarak da hayatın rahle-i tedrisatından geçmişlik olarak da Samita’dan daha “üstün” görüyorlardı. Samita’da ise ne çocuk vardı ne eğitim, kampa yeni gelmiş, zaten oluşmuş bir grubun içine hasbelkader dahil olmuştu, herhalde çok ağır şeyler yaşamıştır ama feleğin çemberinden geçmemişti, üstüne üstlük kendisini savunamayan bir transtı.
Bizim uzaktan bakıp hoşumuza giden bu kadın+ grubunda içten içe fokurdayan sıkıntılar varmış, ama biz farkına varmamıştık.
Raporlu olduğum bir hafta Samita bana, “Kızlar problem yaratıyor sürekli, seninle konuşmam gerek” diye mesaj gönderdi. Ameliyat olduğumu, bürodaki öteki arkadaşımla konuşması gerektiğini yazdım. Samita genellikle benimle konuşmayı tercih ettiğinden, olay yokluğumda kaynayıp gitmesin diye ortak grubumuza durumu açıklayan bir mesaj da gönderdim. Sonra kampa ve orada yaşananlara kapımı kapayıp kendi özel hayatımı sürdürdüm raporum bitene kadar.
İki hafta sonra işe geri döndüğümde olayın aslını astarını öğrendim elbette. Görünürde çok basit bir sürtüşme vardı ortada. Bir tencere kaybolmuştu ve öteki kadınlar Samita’yı suçlayıp onun tüm itirazlarına rağmen odasını aramışlar, Samita’ya göre birbirlerini gaza getirmişlerdi, kadın da bu saldırganlığa ancak güçsüz bir şekilde karşı durabilmiş, yani duramamıştı -tencere sonradan bambaşka bir yerde bulundu. Samita bunun ilk olay olmadığını, ufak tefek ama süreklilik arz eden imalar ve dışlamalarla karşılaştığını anlatmıştı iş arkadaşıma. Bütün bunlar yaşanırken fazla tepki vermemiş, vermekten çekinmiş, bunun yerine odasına, kendi içine kapanıp öteki kadınların mutfakta olmadığı geç saatlerde yemek pişirir olmuştu.
Arkadaşım öteki kadınlarla da görüşmüş, kadınlar şaşırmış ve ağlamış, Samita’yı dışlamadıklarına dair kanıt olarak birlikte çekildikleri resimleri göstermiş, tam tersine Samita’nın bir Afrika ülkesinden gelen bir kadının bebeğine, stadyumda ırkçıların yaptığı gibi elini kulaklarına götürüp “Maymun, maymun” dediğini ve defalarca dediğini ve kadının bundan çok incindiğini anlatmışlardı.
Arkadaşımın genel izlenimi, kadınların Samita’ya karşı transfobik tavırlarının olmadığı, grup dinamiklerinin devreye girmiş olduğuydu. Kadınlara kimseyi birbirleriyle arkadaş olmaya zorlayamayacağımızı, birbirine saygılı ve barışçıl bir ortamı muhafaza etmenin birinci görevimiz olduğunu anlatmış, yaptığı tüm görüşmelerin protokollerini hazırlamıştı.
Arkadaşım her şeyi yerli yerinde yapmış, ancak tek bir şeyi, tüm olayın en can alıcı noktasını es geçmişti: Samita ile konuşup ona öteki kadınlarla görüşmeleriyle ilgili bilgi vermemiş, ona rehberlik etmemişti. Elbette ki mazeret değil, ama ben de koltuk değnekleriyle canım yana yana işe gider gelirken genel bakışı kaybetmiştim, zihnim dağınıktı. Samita zaten iyice kendi içine çekilmiş, sadece kendisiyle ve adaşıyla konuşur olmuştu. Onu ortalıkta da görmeyince radarımızdan çıkmış oldu.
Affedilmeyecek bir hataydı bu, müdahale ve güçlendirme mekanizmasını çalıştırmamış ve özel koruma altındaki bir trans olarak bilhassa arayıp sormamız, onun bize gelmesini beklemeden kabuğundan dışarıya çıkmaya cezbedecek şeyler yapmamız gerekirken Samita’yı yapayalnız bırakmıştık. Çoğunlukla bir “Merhaba,” ya da “Nasılsın, bir ihtiyacın var mı?” demek bile yetiyordu oysa.
Samita sadece mektuplarını almaya büroya geliyor, yardım istiyorsa söylüyor, sonra gidiyordu.
Sonra bir gün Samita yine yanımıza geldi, büronun telefonunu aldı ve gitti. Ertesi sabah da LGBTİ+ alanında çalışan terapisti aradı bizi. Terapistin söylediğine göre yaşananlar Samita’ya çok ağır gelmiş, ilk kez bir arkadaş grubunun içinde yer aldıktan sonra bu şekilde yüzüstü bırakılmak içine büyük dert olmuş, bize kırgınlığını da dile getirmiş. Tedavinin ana hedefi Samita’yı suskunluğundan, tepkisizliğinden çekip almak, kendisini ifade etmesini sağlamak olunca da terapist bize yönelmişti.
Olayın vahametini ancak o zaman kavrayabildik. Hemen bir acil durum toplantısı yaptık. Görüşmeleri yapan arkadaşım terapistle görüştü, ona süreci nasıl yönettiğini anlattı. Bu kişi Samita’yı bilgilendirmenin dışında yapılanları onayladı, amacının zaten kadının bizzat kendisinin tepki göstermesini sağlamak olduğunu anlattı. Onun da olur demesinin ardından önce meslektaşım, sonra ben, Samita ile adaşının yardımıyla uzun konuşmalar yaptık. Kendisini kamptaki yaşantısında daha iyi, daha güvenli hissetmesini sağlayacak öneriler, mobbinge, homofobiye ve transfobiye karşı caydırıcı tedbirler sunduk.
Samita da ona sahip çıktığı için aynı süreçten mustarip olan adaşı da görüşme boyunca bir yandan ağladı, bir yandan güldü, bazen kendi aralarında takıştılar; en nihayetinde Samita’da gözle görülür bir rahatlama oluştu. Artık mutfakta bir kaçak gibi yemek pişirmeyeceğini, kimseden kaçmayacağını söyledi. Sorunlarla kendisi yüzleşecekti. Ters giden bir şey olursa da bizi haberdar edecek, problemleri beraber çözecektik.
Samita dediğini gerçekten uygulayınca öteki kadınlarla eskisi gibi bir dostluk olmasa da hiç değilse uygar bir ilişki tarzı gelişti. Artık mutfakta rastlaştıklarında konuşuyorlar, birbirlerinden yemek malzemesi bile ödünç alıyorlar.
Bu durum bir süre böyle devam etti. Sütten ağzımız yanmış olduğu için artık yoğurdu büyük bir dikkatle üflüyorduk. Samita henüz Almanca kursuna gitme izni almamış olduğu için günlerini genellikle odasında geçiriyor, ürkekliği halen devam ediyordu.
Bir hafta sonu yine bana yazdı. Kampta bir şeyler olmuştu ve acilen benimle konuşması gerekiyordu. Yüz yüze geldiğimizde anlattığına göre hafta sonu güzel havayı fırsat bilen gençler bahçede küçük bir parti yapmışlardı ve Samita akşamüzeri kampa dönerken kapıda toplaşanlar onunla ilgili olarak “gerçek kadın” olmadığı yorumunu yapmışlar, hakaret yağdırmışlar, alay etmişler, “şeytan bu şeytan, kafasını koparmak lazım bunun” yolunda tehditler etmişlerdi.
Samita her zamanki gibi başını yerden hiç kaldırmadan, kimsenin yüzüne doğru dürüst bakmadan, kaçarcasına odasına geçmiş, ilk iş bana yazmıştı. Dertlerini, sıkıntılarını içine atmamayı, odasının sığınağına kaçmamayı biraz da olsa öğrenmişti.
Pazartesi yanıma geldiğinde korkusu hâlâ sürüyor, kendini berbat hissediyordu. Kapıda yaşanan olaya kamptan erkeklerin de dahil olduğunu, ama yüzlerine bakmadığı için teşhis edemeyeceğini söyledi. Kampta kendini hiç mi hiç güvende hissetmiyordu artık. Ama faili meçhul bir olayda nasıl bir yaptırım uygulayacağımızı bulmamız gerekiyordu öncelikle.
Ancak bu kez zurnaya zırt dedirtmemeye kararlıydık. Yine acil bir toplantı yapıp olaya dahil olmuş olsun ya da olmasın tüm erkeklerle tek tek konuşmaya karar verdik. Böylece hem olaya karışmış olanlara Samita’nın yalnız olmadığını gösterecek, gözlerini korkutacak ve karışmamış olan potansiyel faillerin ileride böyle bir şeye cüret edememeleri yolunda önlem almış olacaktık, hem de Samita’ya onu yalnız bırakmadığımızı, olayın üstüne gittiğimizi göstererek onun güçlenme sürecine katkı sunacaktık.
Erkeklerle bire bir konuşmak gibi büyük bir işin altından kalktık neyse ki. Hiçbiri sorumluluk kabul etmedi elbette, çoğu telaş içinde hafta sonu kampta olmadığını kanıtlamaya çalıştı, bir kısmı, “Ben asla böyle bir şey yapmam, çok saygılıyımdır kadınlara da ‘ötekilere’ de, beni kaç yıldır tanıyorsun” deyip sıyrılmaya kalkıştı. Failleri bulamayacağımızı biliyorduk zaten, elimizde hiçbir kanıt da olmadığından ısrar etmedik, ama gerçek ve potansiyel faillerin en azından kamp dahilinde bir daha böyle bir şeye kolay kolay kalkışamayacağını da biliyoruz artık. Onları can evlerinden vuran en büyük kozumuz, olaya karıştıkları tespit edilirse mültecilik süreçlerinin bundan olumsuz etkilenebileceğini söylememizdi, bu tehdit onlara yeter de artar.
Samita öncekiler kadar büyük olmasa da hâlâ kadınlarla sürtüşmeler yaşıyor ve bunlardan hâlâ olumsuz etkileniyor. Ama hepimizdeki genel kanı, onun hayata karşı eskisinden çok daha sağlam durduğu.
Bu arada onun adına birbiri ardına çok güzel, olumlu gelişmeler oldu. Samita hormon tedavisine başladı; hem sürecini bir adım ileriye taşımış olmak hem de tedaviyi yakındaki büyük şehirde gördüğünden sık sık dışarıya çıkıyor olmak ona çok iyi geldi. Theo’nun çalıştığı LGBTİ+ derneğinin yardımıyla Türkçede de kullandığımız, erilliğini bas bas bağıran adına ilaveten kendi seçtiği bir ad daha aldı -Almanya’da yasalar LGBTİ+ların resmi adlarına ek olarak bir ad daha seçmelerine olanak tanıyor ve yeni adlarıyla ilave bir kimlik ediniyorlar. Manasını bilmiyorum, fakat seçtiği isim onu anlatıyor sanki; onun gibi naif, kulağa sevimli gelen, çocuksu bir ad, çok da melodik.
Bu gelişmelerin en önemlilerinden biri, belki de en hayatisi, mültecilik başvurusu reddedilse de Samita’ya sınır dışı yasağı getirilmesi oldu. Kendisinin bana anlattığı üzere, her an “cehenneme geri dönme” korkusuyla yaşamaktan kurtulmuştu artık. Hiç anlatmıyor, ama geldiği ülkenin bir trans için nasıl bir cehennem olduğunu tahmin edebiliyorum.
Samita iğreti yaşamaktan kurtulup kendisine burada bir hayat kurabilir şimdi, bir gelecek perspektifine sahip olabilir. Hayatını kurmaya da başladı aslında. İlk iş bir Almanca kursuna yazıldı, eve çıkma iznini aldı ve acil ev bulması gerekenler listesine adı yazıldı. LGBTİ+, bekâr anneler ve engelliler gibi özel koruma statüsünde olanlar ev konusunda önceliğe sahip olduğundan ona yakında bir ev bulunacağından ümitliyim.
Her gün büyük bir enerjiyle hazırlanıp Almanca kursuna gidiyor, insan içine karışıyor, sosyalleşiyor artık. Dışarıya çıkarken yine hep şık, hep bakımlı. Gözlerine farklı bir canlılık, üstüne farklı bir dik duruş geldi adeta. Şimdiye kadar onu bağrına basmayan dünyada bir yeri olduğunu biliyor şimdi. Yasalarla güvence altına alınmış olmanın bir insanda yarattığı muazzam sıçramayı somut olarak gördük Samita’da. Bunu burada mümkün kılan İstanbul Sözleşmesi bu yüzden hayati önemde işte…
Ana babasının terk ettiği, nerede yaşadıklarını bile bilmeyecek denli onlardan kopmuş olan, kendini kurtarmak için can havliyle ülkesinden kaçan, yersiz yurtsuz, kimsesiz, ürkek Samita en nihayet kendini istediği gibi yaratma sürecinde. Onun için yine de kolay bir hayat olmayacağı muhakkak, düşe kalka ilerleyecek illâ ki, gelgelelim düşse de kalkacak, kendi kalkamasa da kollarından tutup kaldıracak kişilere, mekanizmalara, bir yurda sahip ya, kelimeler kursağında kalmayacak.
Kadın+ların doğduğu yer onların müebbetlik hapishanesi, hatta mezarı oluyor bazen. Klişe olduğunu bile bile söyleyeceğim, bu kadere karşı koyan veya koyamayan kadın+lara, dünyanın tüm Samita’larına elimizden, dilimizden, kalemimizden gelen, gelmediği zaman bile geldirdiğimiz dayanışmayı son noktasına kadar göstermek, İstanbul Sözleşmesi’nin koruyucu şemsiyesini tüm kadın+ların üzerine tutmak hepimizin boynunun borcu…
Mülteci Kadın+ Hikayeleri yazı dizisindeki diğer yazılar: