1 Kasım seçimlerine sayılı günler kala siyasi partiler seçim beyannamelerini açıkladı. Seçim Beyannamesi kavramı, dünyanın her yerinde aynı zamanda bir eylem planı içeriği de taşır. Yani en geniş kitleler tarafından onay alarak hükümet olunması halinde, memleketi hangi temel Saiklerle yöneteceğinin, neyin öncelikli olarak hayata geçirileceğinin de taahhütnamesidir aynı zamanda. Ancak her zaman bu taahhütler yazıldığı gibi okunmaz. Çünkü her seçim öncesi tüm partiler açısından en çok vaatlerin yapıldığı toplumsal kesim yoksullar olmasına rağmen, her seçim sonrası kurulan hükümetlerde kazananın sermaye sınıfı olduğu aşikârdır. Peki, sermaye sınıfının ekonomik-politik çıkarlarını emir telaki eden düzen partileri neden seçim beyannamelerinde yoksullardan, halktan yana olduklarına ikna edebilmek için kırk takla atarlar? Neden iktidarı – muhalefeti hiç biri, çoğu kez asgari ücretin rakamını bile bilmedikleri durumları unutarak, “Asgari ücrette en çok artışı ben yapacağım” diye sıra yarışına koyulurlar. Neden mi? Çünkü bu ülkede yoksullar milyonlar, sermaye sınıfı ise bir avuç. Ve milyonların rızası alınmadan hiçbir sistem varlığını sürdüremez. Bu nedenle düzen siyasetçileri için temel mesele “Al yoksulun Oy’unu, Sürsün Sömürü Oyunu” cümlesi ile özdeşleşir. Ve Kaynakları talan edenler, Asgari Ücrete kaynak arama yalanları ile bir seçimi daha vaatlere meze ederler.
Ancak her seçim dönemlerinde esası gizleyerek, havada uçuşan ve toplumda tartışılan Ekonomi, insan hakları, Emekliye Zam gibi klişeleşmiş vaatlerin bu seçim döneminde ana gündemler olamayacağı çok açık. Örneğin Asgari Ücret tartışması da bir önceki seçim gibi gündem olamadı. Çünkü tarihsel olarak nadir karşılaşılan, köklü ve esası etkileyen bir seçimle yüz yüzeyiz. “Vizyoner ve Öncü Ülke” başlığı altında seçim startı veren iktidar partisi AKP, beyannamesinde ne kadar çok barış, kardeşlik, kamu düzeni, insan hakkı kelimelerini kullansa da, bunları bir şov edasıyla açıkladığı gün, Şırnak sokaklarında bir insanın boynuna bağlanan “kamu” ipi ile sokak ortasında sürüklendiğini gördük. AKP için her evrensel kavramın sürüklendiği yol hiç kuşku yok ki, Sarayın Saltanatı için savaşa çıkıyor. Yeniden Seçim Beyannamesine koyduğu “Başkanlık Sistemi” için çok vurguladığı “sandıkta millet iradesi” nden onay alamayınca, kanlı bir savaşla “Başkan” olmayı tercih ettiğini “400 vekil, Huzurlu Bitsin” cümleleri ile alenen ilan etmiş oldu. Ve hiç beis yok ki sürüklendiğimiz savaş, halkları birbirine düşmanlaştırmayı hedef almaktadır. Türkleri, Kürtlere, Kürtleri, Türklere düşman etmenin tohumları Özel Harekâtçılar eliyle Fırat’ın Doğusuna ekilirken, Batıda ise Osmanlı Ocaklarının megafonları ile “Vurun Kürde” nidaları attırılmaya çalışılıyor. Ancak dün nasıl ki yanlış hesap Bağdat’tan dönmüş ise, Bugün de yanlış hesap Halkların Kardeşliği için “Güler” yüzlü “Aziz” gençlerin mücadelesinden dönecek.
“Halklarımızı Böldürtmeyeceğiz, Evlatlarımızı Öldürtmeyeceğiz.”
İktidar partisinin fiili savaş ve diktatörlük söylemlerinin karşısında, HDP’nin seçim beyannamesi vaatlerin değil, birlikte karar vermenin önsözünü oluşturuyor. Demokratik Özerklik ve Yerinden Yönetim, Halkların Birlikte Yaşama ve Birlikte Yönetme iradesini güçlendirmeye kapı aralıyor. Sistemin propaganda savaşında “Bölücülük” olarak Kürdü düşmanlaştırmak için malzeme edilen bu model, batıda Türkiye halklarının tartışmasına ve anlamlandırmasına izin vermiyor. Ancak şu gerçeklikten artık kimse kaçamaz. TC Devleti bir rejim krizi yaşamaktadır. 1980 Anayasası ve kurumları ile neo-liberal politikaların getirdiği azgın sömürü ve talan uygulamaları ile yine Ortadoğu ve Suriye’de yaşananlardan azade kalarak yola devam edemiyor. Şu anki yönetici erk açısından buradan çıkışın tek yolu, daha baskıcı, daha tekçi diktatoryal “başkanlık” sistemi ile yola devam etmek. Diğer düzen partileri CHP vb. açısından ise mesele yeniden kuruluş paradigmalarına dönüşte aranıyor. Oysa bu yolda Türkiye Halkları ilk sözünü Gezi’de-Forumlarda söyledi. Son sözümüzü de yoksuldan halktan yana bir dünya kurarak söylemeliyiz.