3 Sarı Yelekli eylemci, 15 Aralık’ta Paris Opera Meydanı’nda bir basın açıklaması yaptı. Açıklamayı okuyan eylemci sözlerine, “Fransa halkına ve Devlet Başkanı Emmanuel Macron’a” diyerek başladı ve “bu hareket hiç kimseye ait değil ve aynı zamanda herkese ait. Bu hareket 40 yıldır her şeyden, geleceklerinden ve gelişmelerinden mahrum edilmiş sessiz insanların sesi olmak istiyor” şeklinde devam etti.
Sarı Yelekli eylemcilerin Fransa’da başlattığı yeni hareketi herhalde yukarıya aldığımız bu sözlerden daha iyi anlatacak bir ifade zor bulunurdu. Son ABD Başkanlık seçimi kampanyasında Trump’ın dilinden düşmeyen söylemlerden birisi de, onun “ABD’de 40 yıldır gelir artışı görmemiş ‘gerçek Amerikalıların’, ülkenin sessiz yığınlarının sesi” olmasıydı.
Amerika’nın gelir artışı görmemiş sessiz yığınlarının sesi olduğunu iddia eden bir başka burjuva politikacısı, Hillary Clinton’a karşı Demokrat Parti başkan adayı olabilmek için yarışan Bernie Sanders’ti. Sanders’in hiç dilinden düşmeyen sözcük ve temalar, Sarı Yelekli eylemcilerin basın metninde adeta yinelenmişti.
Sanders’in kampanyası özellikle gençlikten çok yoğun bir ilgi gördü. Sanders seçim konuşmalarında sık sık bir “politik devrim”in gerekliliğinden söz ediyordu. Sanders’in bu sözlerinin ilgi görmesi üzerine, Amerikan kurulu düzeninin ana direkleri hemen harekete geçti. Amerikan emperyalizminin sözcülerinden New York Times gazetesi bir başyazıyla, Sanders’in “anlamsız devrim çağrılarını” eleştirdi ve onu ne demek istediğini daha net biçimde açıklamaya davet etti.
Sanders bir burjuva politikacısı olarak mesajı almıştı. Yaptığı açıklamada, “politik devrim” çağrısının kanlı, yıkıcı bir eyleme yönelik olmadığını, sadece sıradan insanları sessiz yığınları politik olarak aktif olmaya davet etme anlamı taşıdığını belirtti. Görüldü ki, Sanders gibi yılların kendini kanıtlamış burjuva politikacısının böylesi bir çağrısı dahi gençlik içinde heyecan yaratıyor, kurulu düzenin temsilcilerinde tedirginliğe yol açıyordu.
Sanders vakası sadece önemli bir göstergeydi; Sanders’in kendisi senelerdir ABD burjuva politik sistemi içinde yer alan ve ölen katil ABD Başkanı Bush’un, katil Senatör McCain’in arkasından “ulusal birlik” ağıtları yakan sıkı bir düzen politikacısıydı. Önemli olan ise, Sanders’in sahte çağrısının dahi yoğun bir ilgi uyandırması, gençlik üzerinde etki yaratmasıydı.
Benzer bir süreç Yunanistan’da da yaşanmış, Syriza’nın kemer sıkma paketlerine karşı sahte mücadele çağrıları emekçiler arasında çok geniş bir karşılık bulmuştu. Syriza Yunanistan halkını aldatmak amacıyla düzenlediği kemer sıkma paketi hakkındaki halk oylamasından beklediğinin tersine büyük bir halk desteğiyle çıkmıştı. Dönemin Yunanistan Maliye Bakanı Varoufakis, görevinden istifa ettikten sonra, halk oylaması başarıyla sonuçlandığında heyecanla Başbakan Çipras’ın odasına girdiğini, onun sonuç nedeniyle sevinç duymadığını sonuçtan üzgün olduğunu gördüğünü söylemişti.
Tüm örneklerden yansıyan ortak nokta, emekçilerin sahte dahi olsa dile gelen mücadele çağrılarını sahiplenmesi ve harekete geçmesiydi. Sözü edilen 40 yıl, emekçilere karşı dünya çapında açılan sert sınıf savaşı yıllarına işaret ediyor. Sınıf savaşı hep vardı, ama Reagan-Thatcher politikalarıyla başlayan ve Sovyet Sosyalizminin çözülüşüyle zincirlerinden boşalan burjuvazinin emekçilere yönelik sınıfsal taarruzunun yarattığı ağır sonuçlar her yerde emekçileri harekete geçiren etkiler yarattı.
Emekçiler her yerde hareketlilik içinde, farklı seslere artık daha fazla kulak kabartıyorlar; Sarı Yelekli eylemcilerin birkaç aylık performansının gösterdiği gibi, açık bir politik perspektif ve merkezi bir örgütlenme aygıtı olmadan el yordamıyla mücadele etmeye çalışıyorlar. Eylemlerin gelişim çizgisine bakıldığında, hareketin şu ana dek elde ettiği en önemli kazanım uzun zamandır ayrı kanallardan akmakta olan sınıf dinamiklerini buluşturması olarak beliriyor. Maruz kaldıkları ırkçı aşağılanmalar, derin yoksullukları ve karşı kaşıya oldukları polis şiddeti nedeniyle 2000’li yıllarda defalarca ayaklanan göçmen “banliyö gençleri” ile Fransa emekçileri arasındaki kalın duvarların son haftalardaki eylemlerle yıkılmaya başlandığı gözlendi ve emekçilerin bu farklı dinamikleri aynı barikatların arkasında saf tuttu.
Göçmen “banliyö gençleri”nin 2000’li yıllardaki ayaklanmaları, Fransa finans-kapitali tarafından işçi sınıfı içinde ırksal-kültürel temeldeki bölünmeyi derinleştirerek sınıfı zayıflatmak amacıyla ustaca kullanılmıştı. Finans-kapital ve hizmetkarları sürekli olarak banliyö gençliğinin “bir suç ve pislik yuvası” olduğu propagandasını yapmış, aynı sınıf tarafından sömürülen “gerçek Fransız” emekçiler ile bu “nankör pislikler” arasındaki duvarları kalınlaştırmaya çalışmıştı. Bu konuda epeyce başarılı olduklarını da teslim etmek gerekir. Son haftalardaki eylemlerde ortaya çıkan manzaralar ki, işte onlar, inşa edilen kalın duvarların ortak sorunlar ve sınıf kardeşliği temelinde çatırdamaya başladığına işaret ediyor ve yürünmesi gereken yolu açık biçimde gösteriyor.
Emekçiler her yerde silkiniyor, harekete geçiyor ama Lenin’in 1902’deki Ne Yapmalı’sından beri iyi bilinir ki, emekçilerin kendiliğinden hareketinin gelip dayanacağı sınırlar vardır. Gerçekten devrimci bir komünist işçi hareketi ancak işçi sınıfı hareketi ile komünistlerin kaynaşması sonucu inşa edilebilir ve bunu gerçekleştirme yeteneğine sahip yegane aygıt profesyonel devrimciler örgütüdür. Emekçiler her yerde harekete geçiyor ama bu hareketlerle kaynaşacak ve ona yön verecek profesyonel devrimciler örgütünün eksikliği de her yerde hissediliyor. Eksikliği hissedilen sadece profesyonel devrimciler örgütü değil kuşkusuz, harekete geçen emekçilere doğrultu sağlayacak politik hedeflerin, devrimci sınıf perspektiflerine temel oluşturacak ideolojinin eksikliği de aynı yakıcılıkta hissediliyor.
Ortaya çıkan bu hareketler karşısında solda iki tür “yaklaşım” dikkat çekiyor. Bunlardan birisi, kendini, hareketlerin “kendiliğindenlik önünde eğilme”, giderek teslim olma şeklinde ortaya koyuyor. Hareketi bir adım daha ileriye sıçratma yönündeki iradi her tür müdahaleye keskin bir karşıtlık temelinde şekilleniyor. Hareketin zaaflarını, sınırlılıklarını dile getirmeyi ve nasıl daha ileriye taşınabileceğini tartışmayı adeta “yasaklamaya” çalışıyor. Bu yaklaşım, devrimci eleştiriyi “ukalalık” ya da hareketi “küçümseme” olarak sunarak “kendiliğindenlik önünde eğilme” eğiliminin üzerini örtmeye çalışıyor. Diğeri ise, hareketin yine kendiliğindenliğinin doğal bir sonucu olan üzerindeki bir takım “kirleri ve pasları” bahane ederek hareketten uzak durma eğilimi olarak beliriyor.
Bütün bir 20. Yüzyıl deneyimleri, “pirü pak” bir sınıf hareketinin ancak kendisi hiçbir gerçek sınıf hareketi tanımamış “pirü pak” bireylerin muhayyilesinde bulunduğunun bol miktarda kanıtını veriyor. Son 30-40 senenin alışkanlıkları, solda yaşanılan ideolojik ve politik deformasyon; gerçek çelişkilerden köklenen bu hareketler karşısında solun ancak “artçı” bir konum alabilmesine yol açıyor.
Son 30-40 sene ve “artçılık” dedik; çünkü bu zaman diliminde sol içinde hakimiyet kazanan temel kavram ve yaklaşımlar esas olarak Leninizm’in en ayırt edici kavram ve yaklaşımlarına reddiye temelinde gelişti. Doğal olarak, Leninizm’in en ayırt edici kavram ve yaklaşımlarından devrimci öncülük, iradi müdahale ve merkeziyetçi partiyi türlü çeşit gerekçelerle reddedenlerin ya da sözde kabul edip, pratikte tam karşıtını uygulayanların, “artçı” bir konuma yerleşme dışında bir pozisyon üretme şansı olabilir mi?
Ya da, merkeziyetçi devrimci komünist partiyi, farklı toplumsal güçlerin yan yana geldiği çoğul bir ittifak alanıyla takas edenlerin, emekçilerin farklı katmanlarından ve değişik sınıfsal unsurlardan oluşan bir hareketi merkezi bir politik önderlik altında birleştirme hedefine sahip olması beklenebilir mi? Bu eşyanın tabiatına aykırıdır ve harekete geçen emekçilerin merkezi bir politik önderlik altında birleştirilmesi ve emekçilerin hareketine merkezi aygıt tarafından politik bir doğrultu kazandırılması hareketin başarısının sınanmış yegane yoludur.
İçine girilen dönem, bu yolda yürümeyi tercih edenlere önemli imkanlar sunuyor, emperyalist-kapitalizm bunalımlarla sarsıldıkça, daha fazla saldırganlaşıyor, daha tehlikeli hale geliyor ama aynı zamanda daha fazla kırılganlaşıyor. Bunalımların şiddeti hareket alanını sınırladıkça, olağan dışı yol ve yöntemlere daha açık hale geliyor ama bu durum cilasının da daha fazla dökülmesine yol açıyor. Bunlar, yürümek isteyenlere yeni yollar açıyor. Bir kez daha belirtmek gerekir ki; yollar daha da fazla açılacak, bu kaçınılmaz. Yolları açan ve giderek daha fazla açacak olan emperyalist-kapitalizmin kendi iç çelişkileridir. Yollar açılacak ama açılan yollardan ancak “öncü” konumunu zorlayanlar geçecek. Yine bütün 20. Yüzyıl deneyimleri ve şu son senelerde yaşananlar bize bunun zengin bir kataloğunu tüm açıklığıyla sunuyor.