Sınıf mücadelesinin bütün yoğunluğuyla yaşandığı bir tarihsel dönem içerisindeyiz. Bundan önce gerçekleştirdiğimiz son değerlendirmemizi temmuz ayı ortasında yapmıştık. O günden bugüne yaşanan gelişmeler düşünüldüğünde proletarya sosyalizminin ajandası bir hayli dolmuş durumdadır.
ABD emperyalizminin Trump dönemi bütün sansasyonel gelişmeleriyle birlikte devam etmektedir. Trump her gün Amerikan devlet geleneğinin sınırlarını zorlayan bir üslupla dünya gündemine müdahale etmektedir.
Seçim sürecinde yürüttüğü, dünya savaşını engelleyeceği ve Rusya-Ukrayna meselesini çok kısa bir sürede çözeceği vaatlerini nasıl hayata geçireceği bütün Amerikan ve dünya kamuoyu tarafından merakla beklenmektedir. ABD emperyalizminin geleneksel politikalarına belirli konularda itiraz eden Trump iktidarı, gelinen noktada bu politikaların çok da dışına çıkamamaktadır.
Ukrayna-Rusya savaşının geldiği noktada Amerika tarafından da sürdürülmek istenmediği Trump tarafından yüksek sesle dillendirilmektedir. Putin ile eski bir Rus toprağı olan Alaska’da yapılan görüşme sonrasında Ukrayna meselesinde hâlihazırda bir ateşkes sonucu elde edilememiştir.
Bu konuda özellikle Zelenski iktidarının devam edip edemeyeceği de bu ateşkes durumuna bağlı görünmektedir. ABD’nin Rusya ile ayrı bir barış görüşmesi yürütmesi, Ukrayna ve Avrupalı müttefiklerinde büyük bir korku yaratmış durumdadır.
Rusya, Ukrayna savaşında sabırla adım adım ilerleyerek zafere yürümektedir. ABD bunu gördüğü için Ukrayna’ya daha fazla askeri yardım göndermek yerine çatışmayı bir yerde durdurmak istemektedir. ABD’nin politikaları Rusya’yı bir hayli yıpratmış, ancak dünya ekonomik sisteminin dışına atma konusunda başarılı olamamıştır. Rusya’nın askeri gücünü somut savaş içerisinde test etmesi ve özel askeri operasyonun başlangıcından bu yana elde ettiği tecrübeler itibarıyla ordusunu önemli bir noktada geliştirmiş bulunmaktadır.
Rusya’nın müttefikleri olarak Kore Demokratik Halk Cumhuriyeti’nin verdiği destek, dünya siyasetinde gelişen kutuplaşmanın geldiği boyutu kavramak açısından önemli bir yerde durmaktadır. Batı emperyalizmi karşısında Rusya ile yan yana duran Kore, esasen Rusya’nın zayıflaması durumunda kendisine dönecek olan emperyalist müdahaleyi de uzakta karşılamış olmaktadır.
Çin Halk Cumhuriyeti’nin 3 Eylül’de gerçekleştirdiği askeri tören, faşizme ve işgalcilere karşı elde edilen zaferin sahiplenilmesi açısından dikkat çekicidir. Geçmiş senelerden farklı olarak daha kalabalık bir askeri güç sahne alırken aynı zamanda protokol yoğunluğu da dünya siyasetindeki saflaşmanın yeni boyutlarına işaret etmektedir.
Özellikle ABD emperyalizminin yaptırım tehditleri sonrasında Hindistan liderinin Putin ile aynı araçla zirveye gelmesi önemli bir rest olarak değerlendirilebilir. Aynı zamanda Trump’ın dâhiyane politikaları, uzun süredir aralarında gerginlik olan Çin ve Hindistan’ı birbirine yakınlaştırmıştır.
Çin Halk Cumhuriyeti, ABD emperyalizminin tehditleri karşısında askeri ve ekonomik varlığını dünya siyasetinde daha güçlü bir şekilde hissettirerek yanıt vermektedir.
ABD emperyalizmi bütün dünya planında saldırgan ve diplomatik üsluptan uzak değerlendirmelere devam etmektedir. Daha önce Panama Kanalı meselesindeki açıklamaları Güney Amerika halklarında büyük bir rahatsızlık yaratmıştı. Şimdi de çeşitli bahanelerle Venezuela yönetimini hedef alan söylemler Trump tarafından sık sık dillendirilmektedir.
ABD Başkanı Trump, Ortadoğu’daki kaosu devam ettirmektedir. Emperyalizmin Ortadoğu’ya dönük müdahalesinin ana mantığı, köpeksiz köyde değneksiz gezme mantığı üzerine kurulmuştur. ABD’nin burada saldırıları yürüttürdüğü vekil operasyon gücü siyonist İsrail yönetimidir. Siyonist İsrail, Filistin halkına dönük soykırım siyasetini acımasızca hayata geçirmektedir. 7 Ekim sonrasında Ortadoğu’da İsrail ve ABD ittifakı büyük bir hareket alanı kazanmış bulunmaktadır. Gazze, Lübnan, Suriye, Irak, Yemen, İran ve son olarak Katar siyonist saldırıların hedefi olmuş bulunmaktadır. Burada özellikle Esad rejiminin yıkılması sonrasında İsrail’in Ortadoğu’da istediği yere istediği saldırıyı yapabilme olanaklarını elde etmesi bölge açısından istikrarsızlık yaratıcı bir gelişmedir. ABD emperyalizmi görünürde İsrail’in aşırılıklarına karşı olduğunu söylese de pratikte İsrail’i en güçlü şekilde destekleyerek onu cesaretlendirmektedir.
ABD emperyalizminin Ortadoğu siyaseti, ulusal kurtuluş mücadelelerini ve onların silahlı örgütlenmelerini tasfiye etmek üzerine kurulmuş bulunmaktadır. HAMAS, Hizbullah, İslami Cihat, FHKC, Haşdi Şabi vb. Amerika-İsrail ittifakı tarafından tasfiye edilmeye çalışılmaktadır.
AKP iktidarı da tam da böylesi bir süreçte, özellikle İran’a dönük saldırılarla Şii Hilali’nin gerilemesi sonrasında ortaya çıkan boşlukları doldurmaya çalışmaktadır. İsrail kendisine karşı tehdit oluşturacak bütün güçleri tasfiye etmeye çalışırken Erdoğan iktidarıyla da şimdilik “şiddetli diplomatik” zeminde yürütülen gerginlikler kendini hissettirmektedir.
AKP-MHP faşist iktidarı, Rusya’nın Ukrayna savaşı ile meşgul olduğu bir dönemde Esad rejiminin tasfiye edilmesi sürecinde aktif rol aldı. Bugün Suriye’de yaşanan bir dizi çatışma esasen İsrail Türkiye devletleri arasında yaşanan vekâlet savaşlarının bir devamı olarak değerlendirilebilir. Süveyda vilayetinde yaşanan Dürzi-HTŞ çatışması, esasen Türkiye devletinin doğrudan kışkırttığı bir çatışmadır.
Faşist iktidar, Suriye meselesinde özellikle Rojava’nın elde edebileceği bir statüden büyük bir kaygı duymaktadır. Ne olursa olsun Rojava yönetiminin tasfiye edilmesi konusunda HTŞ’yi cesaretlendirmektedir. Aynı zamanda HTŞ yönetimini yeniden Rusya ile ilişkiler kurması konusunda teşvik etmektedir.
Devlet Bahçeli’nin son olarak Rusya ve Çin ile bir ittifak kurulabilir resti, esasen Rojava ve Kuzeydoğu Suriye üzerinden bir pazarlığın yürütüldüğünü göstermektedir. Faşist iktidar Rojava’yı tasfiye etmek için gerekli izinleri alamayınca bu kez eksen değişikliği olabileceği yönünde tehditleri iktidarın küçük ortağına söyletmektedir.
AKP-MHP iktidarı ne olursa olsun Kürtlerin bir statü elde etmemesi için bütün olanaklarını seferber etmektedir. Esasen Türkiye’de “yeni çözüm süreci” olarak gelişen sürece AKP-MHP cenahının girişi biraz da böylesi bir ön alma hamlesinden kaynaklanmaktadır.
Kürt özgürlük hareketi, geride bıraktığımız 10 yılda çok şiddetli ve ağır bir savaş yürütmüştür. NATO’nun desteğini alan AKP-MHP iktidarı, Kürt özgürlük mücadelesini tasfiye etmede başarısız olmuştur. Gelinen aşamada Kürt halkının direnişi ve özgürlük mücadelesi iktidarı masaya oturmaya zorlamıştır. Bütün bu gelişmeler düşünüldüğünde, önümüzdeki dönem Ortadoğu’da Kürt özgürlük hareketi açısından kritik bir dönem yaşanacaktır.
Türkiye devrimci hareketi açısından da zorlu bir süreç yaşanmaktadır. AKP-MHP iktidarı, 2015 – 2025 yılları arasındaki dönemde Kürt özgürlük hareketinin yanı sıra onunla yan yana mücadele eden Birleşik Devrim Hareketi bileşenlerine dönük de ağır bir saldırı süreci yürütmüştür. Bugün düşmanın sistematik saldırıları karşısında birleşik devrim hareketi güçleri büyük bedeller ödeyerek bugünlere gelmişlerdir.
AKP-MHP iktidarının saldırıları bugün de değişik zeminlerde devam etmektedir. Özellikle “Kuyu Tipi Hapishaneler” dayatması, devrimci harekete dönük büyük bir tasfiye saldırısı sürecinin uygulaması olarak görülmelidir. Bu anlamıyla hapishanelerde direnen devrimci tutsaklarla güçlü bir dayanışma içerisinde olmak önemli bir görev olarak önümüzde durmaktadır.
AKP-MHP iktidarı, yeni çözüm süreciyle ara verdiği DEM Parti’ye dönük saldırı politikalarını bu kez ana muhalefet partisi CHP’ye yöneltmiş durumdadır. CHP’nin belediye başkanları tutuklanmakta ve yerlerine kayyumlar atanmaktadır. Aynı zamanda tehdit ve rüşvetlerle CHP’li belediyelerin AKP’ye transferi dayatılmaktadır.
Son olarak CHP İstanbul İl Örgütü’ne Gürsel Tekin’in kayyum atanması ile bu saldırılar yeni bir boyut kazanmış bulunmaktadır. Faşist iktidar ana muhalefet partisini tasfiye etmeye çalışmaktadır. Burada özellikle devletin bütün olanaklarını, tasfiye politikalarını derinleştirmek için kullanmaktadır.
Seçme ve seçilme ilişkileri açısından temsili demokrasinin bütün zeminini ortadan kaldırmayı zorlayan bu tür uygulamalar, esasen faşist iktidarın kendisini tahkim etme hamlesidir. Bu şekilde uygulamalarla CHP’yi etkisizleştirip zayıflatmak isteyen iktidar, beraberinde bütün toplumu kendisine karşı muhalefet edemez hale getirmeye çalışmaktadır.
Ancak iktidarın bütün baskıları ve yasaklarına rağmen halk muhalefeti sokaklara çıkmakta ve iktidarı protesto etmeye devam etmektedir. Bu yönüyle ana muhalefet partisinin tabanından gelen bir sokakta olma ve teslim olmama eğilimi kendini sokak eylemlerinde göstermektedir.
Kürt özgürlük mücadelesi ile girilen çözüm sürecini fırsata çeviren iktidar, başka bir muhalefet odağını tasfiye ederek gelecek süreçte tekrar Kürt özgürlük hareketine dönmesi muhtemel olan saldırıları için hazırlıklar yapmaktadır. Aynı şekilde birleşik devrim hareketi bileşenlerine dönük faşist saldırılar da devam etmektedir. Bu tablo içerisinde özellikle Kürt sorununda barış mücadelesini ülkenin diğer toplumsal çelişkileriyle birlikte dillendirmek ve Kürt halkının özgürlük mücadelesini desteklemek tarihsel bir sorumluluğumuz olmalıdır.
Kürt sorununda barış, esasen Kürt halkının özgürlük mücadelesinin taleplerinin iktidar tarafından kabul edilmek zorunda kalmasını anlamına gelmektedir. Bu yönüyle buradaki barış, işçi sınıfı ve burjuvazi arasındaki bir barış değildir. Esasen Kürt halkının özgürlük mücadelesinin Türkiye devletinin sınırlarını zorlayarak elde edeceği barış meselesidir.
Öyle ya da böyle, Kürt sorununun burjuva demokratik sınırları zorlayarak çözüme kavuşması, Türkiye işçi sınıfı ve emekçilerin yürüteceği ekmek, adalet ve özgürlük mücadelesinin önünü açacaktır. İşçi sınıfı ve emekçiler saflarında şovenizmi geriletecek, proletarya sosyalizminin örgütlenme olanaklarını daha da artıracaktır.
Bu açıdan bakarsak işçi sınıfı ve emekçi kitlelerin şovenizm zehirinden arınması ve Kürt halkının özgürlük mücadelesinin kazanımlar elde etmesi, demokratik devrim mücadelesi yürüten proletarya sosyalistlere yeni mevziler kazandıracaktır.
Bizler, işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşunun kendi örgütlülüğünün ve eyleminin eseri olduğunun bilincindeyiz. Bugün de verilen mücadele, esasen iktidarın yaratmaya çalıştığı tasfiye ve yenilgi atmosferini ters yüz etmekten geçmektedir.
Devrimciler cesur bir şekilde sokaklara çıkmalı, Türkiye ve Kürdistan halklarının özgürlük, eşitlik ve sosyalizm özlemlerini dillendirmelidir.
Türkiye kapitalist sisteminde içinde bulunduğu kriz her geçen gün daha güçlü bir şekilde hissedilmektedir. Bu kriz esasen emperyalist kapitalizmin genel krizinden bağımsız değildir. Ancak Türkiye gibi sermaye birikimi olanaklarının sınırlı olduğu ülkelerde genel kapitalizmin krizi çok daha şiddetli hissedilmektedir.
İktidarın kendi açıkladığı bütçe verilerinde bile bütçe açığı her geçen gün derinleşmektedir. Faşist iktidar, yürüttüğü devasal talan düzeninin bütün faturasını işçi ve emekçilere kesmektedir. Devam eden ekonomik kriz, işçi ve emekçiler açısından aslanın ağzında olan lokmayı midesine doğru ilerletmektedir. Sendikaların mevcut örgütlülüğü ve mücadele anlayışı, bu mücadeleyi yürütme konusunda yetersiz kalmaktadır.
Bizler, proletarya sosyalisti ölümsüz komünar Aziz Güler’in dediği gibi ayakkabılarımızı sıkı bağlamalı ve saatlerimizi devrime ayarlamalıyız. Önümüzdeki dönem mücadelenin daha zorlaşacağı, devrimcilik iddiasını daha güçlü sahiplenmek için daha büyük bedeller ödeneceği bir döneme gireceğiz.
Düşmanın çokluğuna, sayımızın azlığına bakmadan; emperyalizme, siyonizme ve faşizme karşı sokaklarda özgürlüğü kazanmaya omuz verelim. Bu mücadelede hepimize önemli tarihsel sorumluluklar düşecektir. Gün, Aziz Güler’lerin ve bütün ölümsüz komünarların açtığı kesintisiz devrimci taarruz perspektifiyle düşmanın karargâhlarına hücum etme günüdür. Bu temelde devrimciliğin bayrağını yükseltmek, bulunduğumuz bütün alanlarda proletarya sosyalizminin bayrağını taşımak hepimizin görevidir. Hepimize şimdiden kolay gelsin.