Gündem

Özel Röportaj: HDP eski Eş Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs gündemdeki krizi değerlendirdi

ÖZEL HABER: HDP eski Eş Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs’ün gündemdeki krizi gazetemiz Umut’a değerlendirmesini istedik. HDP eski Eş Genel Başkan Yardımcısı Alp Altınörs’ün gündemdeki krize dair açıklamalarını sizlerle paylaşıyoruz.

Umut: Öncelikle ekonomik kriz hakkındaki görüşleriniz neler? Bununla başlayalım isterseniz.

Alp Altınörs: Şu an sadece Türkiye ekonomisinde bir kriz yok, aslında dünya ekonomisi 2008’den bu yana ağır bir bunalımın içerisinde. Buna çeşitli iktisatçılar “uzun durgunluk” diyor, çeşitli iktisatçılar “uzun bunalım” diyor. Aslında bu ikisi eş anlamlıdır, yani eğer dünya ekonomisi 11 yıldır durgunluktan çıkamadıysa, bunun içerisinde “2008” ve “2011” gibi ekonomik krizler de varsa ve bir türlü toparlama yaşanamadıysa, bunun adı bunalımdır aslında, depresyondur. Türkiye bu depresyonun ilk döneminde çok fazla etkilenmedi. 2008 yılında bir ekonomik kriz yaşadık ama sonrasında özellikle ABD’nin ucuz dolar politikası, yani doların değerini düşürmesi, eski tabirle karşılıksız para basması sayesinde Türkiye gibi ülkeler geçici bir süre sanal bir rahatlama yaşadılar. Tabii Türkiye’nin klasmanındaki diğer ülkeler, bu rahatlama dönemini elde ettikleri bu yatırım imkanını sanayi kurarak değerlendirdiler, Türkiye’de ise AKP iktidarı bunu ucuz ithalat imkanı olarak gördü ve ithalat tırmandı, sanayinin milli gelir içerisindeki payı düştü, özellikle de tek bir sefer gelir getiren ama geri dönüşlü bir gelir kaynağı olmayan inşaata çok yoğun bir yatırım gerçekleştirildi. İşte bugün gelinen noktada doların yeniden değerlendiği, revalue olduğu bir süreci yaşıyoruz çünkü Amerikan ekonomisinde, sınırılı da olsa, bir toparlanma var fakat Türkiye gibi ülkeler doların değerlendiği şartlarda yatırım yapmakta zorlanıyorlar, ekonomik sıkışma yaşanıyor. Yani Çin de etkileniyor bundan tabii , Hindistan da etkileniyor bundan etkilenmeyen yok. Ama Çin’in etkilenmesi, büyümesi %12’den %6’ya düştü Çin’in, bizim etkilenmemiz ise Mayıs ayında mali krize girdik biz, bu mali kriz Ağustos ayıyla birlikte ekonomik krize dönüştü. Şimdi bu ikisi arasında önemli bir fark var. Mali kriz; para piyasalarında, ticarette bir bunalım anlamına geliyor. Ekonomik kriz; ekonominin bütününde özellikle de reel ekonomide bir bunalım anlamına geliyor, mutlak bir ekonomik küçülmeye denk düşüyor. Şimdi Ağustos’tan bu yana gelen bütün ekonomik veriler, Türkiye’nin en az 2 yıl boyunca ama muhtemelen daha fazla da sürecek bir ekonomik bunalımın içerisine girdiğini gösteriyor. Tabi bütünsel anlamda baktığımızda; kapitalizmin karşısında tek alternatif sosyalizmdir, küresel kapitalizmin bunalımının karşısına sosyalizm seçeneğinin açıkça konulması gerekiyor. Bugünkü teknoloji, bugünkü üretici güçler kesinlikle kapitalizmle bağdaşmıyor. Bu da krizin temelini oluşturuyor. Bu sadece ekonomik bir kriz değil kapitalizmin yaşadığı; askeri boyutları var,diplomatik boyutları var, politik boyutları var bu krizin. İşte bugün Hindistan’la Pakistan arasındaki çatışmayı da bundan bağımsız ele alamayız, ya da Amerika’nın Venezüela’ya karşı saldırgan tavrını bu krizden bağımsız okuyamayız, Türkiye’de yaşanan 15 Temmuz darbe girişimini ondan sonra yaşanan OHAL darbesini bu süreçten bağımsız okuyamayız. O anlamda aslında bir bütün olarak kapitalist dünya sisteminin karşısına sosyalizmi koymamız gerekiyor. Türkiye’de tabii sosyalizme giden yolun önüne dikilen bir zorbalık rejimi var. Bunu itekleyecek bir demokratik devrim olmadan sosyalizmin kapıları açılmayacak Türkiye’de. Ama tabii ki Türkiye’de de işçilerin, emekçilerin, ezilenlerin kurtuluşu sosyalizmdedir. Bugünkü ekonomik kriz bunu çok açık bir biçimde gösteriyor, baktığımızda Saray Hükümeti’nin tamamen patronlardan oluştuğunu görüyoruz; MEB bakanı özel okul sahibi, Sağlık Bakanı hastane sahibi, Ticaret Bakanı TOBB’un bir yöneticisi. Bu özellikle teşvik de ediliyor, RTE anonim şirket gibi ülkeyi yöneteceğiz diyor ya da şimdi İzmir adayı olan zat, İzmir’i bir anonim şirket gibi yöneteceğini söylüyor. Ülkeyi şirket gibi yönetmek bunların düsturudur, bunların ahlakıdır. Ama şirket içinde demokrasi olmaz, şirket içinde emir-komuta vardır, bunlar da şirket genel müdürü zannediyorlar kendilerini halbu ki Türkiye bir şirket değildir, toplumda bir şirket değildir. Ekonomik kriz şartlarında, AKP’nin siyasi prestijinde giderek bir erime görüyoruz. Her ne kadar bunu seçime kadar ötelemeye çalışsalar da, açıkçası, bu seçim o anlamda hakın iktidara mesaj vermek için kullanacağı bir platform da olacaktır. Öyle düşünüyorum yani bundan sonra dört yıl seçim yok şeklinde bir söylem bana çok inandırıcı gelmiyor ama en azından erken seçim olmadığı şartlarda öyle. İnsanlar bu seçimi, yaşadıkları ekonomik krizin ifade edilmesi için kullanacaklardır. Çok sürpriz sonuçlar çıkabilir. Ama tabii yerel seçimlerle bu mücadele son bulmayacak, esas ekonomik krizin de, kriz şartlarındaki ekonomik-sosyal hak gasplarının da en yoğunlaşacağı dönem, yerel seçim sonrası dönemdir aslında.

Umut; Peki tanzim satışları da bu perspektiften yorumlayabilir miyiz?

A.A.: Evet, tabii ki. Tanzim satış dediğimiz olay aslında ekonomik krizin kaçınılmaz bir sonucudur. Çünkü bu iktidar oyla da tahkim etmek isteyen bir iktidar, bu iktidara oy veren insanlar esasında Türkiye’deki kapitalist yağma ve sömürüden hiç bir pay almayan yoksullardır. Ama AKP’nin; laik-şeriatçı, alevi-sünni şeklindeki kutuplaştırmalarının sonucu olarak, bu ülkede yoksullar büyük oranda Türk-İslam sentezinin temsilcisi olarak gördükleri AKP’ye oy veriyorlar, bu aslında emperyalist sistem açısından da bulunmaz bir nimet çünkü dünyada hem neoliberal programı uygulayıp hem de yoksullardan oy alabilen çok fazla parti yok, AKP istisna örneklerden birisi. Fakat şimdi işte, kriz geldikçe bu konuda da denizin sonuna geliniyor, AKP bakımından. Ya yoksullardan yana düzenlemelere gidecek -kriz şartlarında bu imkansızdır.- ya da halk desteğini yitirecek. Bu anlamda tanzim satışlar işte bu şartlarda gündeme geliyor, tanzim satışa öz itibarıyla karşı değiliz; temel tüketim mallarında fiyat kontrolleri yoksulların çıkarınadır ama burada yapılan şey bu da değil. Burada yapılmak istenen şey 31 Mart’a kadar oy desteğini korumak. 31 Mart’tan sonra bir tanzim satış çadırı görmeyeceğiz zaten, Türkiye’nin her yerinde de yok bu çadırlar; sadece Ankara ve İstanbul’un belli yerlerine kurulmuş, esas olarak kaybetme riski olan iki belediye. Buralardaki halk desteğini yoğunlaştırmak adına yapılıyor. Yoksa tabii ki bugünkü kriz şartlarında yoksulların çıkarına olan her türlü düzenlemeyi talep etmek ve bunun için mücadele etmek gerekli. Öncelikle de temel tüketim mallarında vergilerin kaldırılması, asgari ücretten alınan gelir vergisinin kaldırılması, toplu işten çıkarmaların yasaklanması, özelleştirmelerin iptal edilmesi, çalışan işçilerin kontrolünde bu işletmelerin tekrar kamulaştırılması gibi talepleri bizlerin dile getirmesi gerekiyor, mücadelisini yürütmek gerekiyor. Çünkü kriz bir silindir gibi işçi ve ezilenleri ezip geçmektedir ve işçileri ve ezilenleri koruyan hiç bir sosyal mekanizma bırakmamaktadır. İşte işsizlik fonu diyoruz, şimdi yeni bir kararnameyle işsizlik fonunu patronlara peşkeş çektirdi yani işçilerin ilk üç ay maaşını devlet ödeyecek adı altında aslında işsizlik fonu patronlara kullandırılmaktadır. Keza kıdem tazminatı fona bağlandığı anda bu tür keyfi kullanımların önü açılacaktır. Türkiye’de fona bağlanan her şey yağmaya bağlanmıştır. Bu anlamda kıdem tazminatı meselesi önemli. Keza IMF programı gündeme gelecektir yerel seçimlerden sonra; IMF’li veya IMF’siz yani bu iktidar kesinlikle uluslararası sermaye ne diyorsa onu yapacaktır yerel seçimlerden sonra, ayakta kalmak adına. Yerli, milli vb. şeyler hikayedir, uluslararası sermaye ne diyorsa onu yapacaktır. Hatta o kadar ki bakın, 24 Haziran seçimlerinde olsun, referandumda olsun AKP sürekli Avrupa’ya kafa tutup, Avrupa’yla kutuplaşma siyaseti izliyordu ama bu seçimde bakın hiç öyle bir şey yok. Onu işte Gezi İddianamesiyle yapmaya çalışıyorlar belki ama doğrudan Avrupa’yla yaşadıkları hiç bir gerilim yok. Çok enteresandır ne Hollanda’ya bulaşıyorlar ne Almanya’ya bulaşıyorlar. Niye acaba? Çünkü ekonomik olarak ciddi anlamda sıkışmış durumdalar, ABD’yle ilişkilere zaten güvenemiyorlar, “Avrupa’yla ilişkiler de sarsılırsa biz yanarız.” diye bakıyorlar. Bu anlamda tanzim satış olayı, Türkiye’de ekonomik krizin simgelerinden birisi haline gelmiştir. Nasıl ki 2001 krizinin sembolü esnafın yazarkasa fırlatmasıysa 2019 ekonomik krizinin sembolü de tanzim satış kuyrukları olmuştur.

Umut: Sizce bu kriz AKP tarafından yönetilebiliyor mu?

A.A.: Şu an Türkiye’de yaşanan kriz, iç içe geçmiş ekonomik ve siyasi bir krizdir aslında. Bir taraftan saray iktidarının yönetememe bunalımı var, bir taraftan da Türkiye kapitalizminin içine sürüklendiği ağır bir bunalım var. Bu ikisi o kadar iç içe geçmiş ki yani krizin siyasallaşamaması diye bir durum varsa bunun temel sebebi muhalefet boşluğudur. Çünkü ekonomik kriz şartlarında ciddi bir muhalefet yoksa kitleler krizi bir tür doğal afet gibi karşılar, yani bunun insan yapımı bir şey olduğu, siyasi iktidarın hatalarından meydana geldiği fikri değil de bu başımıza gelen bir doğal afet, bu konuda güçlü bir hükümet arayışı olabilir. Dolayısıyla hükümet buradan elini güçlendirerek de çıkabilir. Yani ciddi bir muhalefet yapılmalı, özellikle toplumsal bir muhalefet yapılmalı ve hükümetin 16 yıllık politikalarını; özellike tarımı yok etme, Türkiye’yi ithalata bağımlı hale getirme, ekonomik bağımsızlığın son kırıntılarını da ortadan kaldırma, özelleştirmeler vb. şeylerin doğrudan doğruya bu krizin sebebi olduğu ve AKP iktidarı gitmeden de Türkiye’nin ekonomik krizden kurtulamayacağı vurgulanmalı. O anlamda kriz siyasileşemiyorsa bu devrimci ve demokratik siyaseti yapma iddiasında olanların eksikliğidir. Aslında çok da politik bir kriz, bakıyorsunuz hal teröristleri deniyor, patlıcan, soğan, biber teröristleri deniyor. Yani aslında şu anda sokaktaki vatandaş siyaseti tartışıyor ama toplumsal bir muhalefet var bir dalga olarak alttan alta gelişiyor, siyasi muhalefeti yapma iddiasında olanlar toplumun bu değişen yanıyla buluşamıyorlar. Buluşamadıkları için kriz siyasileşmiyorsa eksiklik burada. Dolayısıyla, insanlarda ciddi bir rahatsızlık var ama bu rahatsızlık doğru bir toplumsal mücadeleye kanalize edilemezse kendi başına, otomatikman siyasi sonuçlar vermeyeceği de bilinmeli. Bugün AKP iktidarı tarihinin en zayıf dönemini yaşıyor, zayıfladıkça devlet şiddetini kullanma dozajı da sürekli artıyor dolayısıyla devlet şiddeti, iktidarın zayıflığının üzerini örtüyor. Ama bir karamsarlığa yol açmamalı sonuçta Victor Hugo’nun da dediği gibi; “Zamanı gelmiş bir fikrin önünde hiç bir ordu duramaz!”. Fikirler her zaman devletin şiddetinden daha güçlüdür. Ve fikirler kitlelerle buluştuğu anda maddi bir güce dönüşür. Zaten şu anda AKP iktidarının en büyük korkusu da bu muhalif fikirlerin kitlelerle buluşması, bu yüzden işte basın yayın üzerine ipotek koymuş, televizyonları kapattırıyor, elinden gelse ülkede hiç gazete yayınlatmayacak, işte bir tek internet ve sosyal medya kalmış orayı da sansürle ve tutuklamayla susturmaya çalışıyor. Bu büyük korkunun sebebi yönetememeleri, gerçekten yönetemiyorlar ama Türkiye’de böyle bir burjuva muhalefet olduğu sürece buna dayanarak pekala yönetebiliyorlar da. Yani işin böyle bir yanı da var, muhalefet krizi de var Türkiye’de, sadece iktidar krizi değil. Dolayısıyla aslında bu kriz tıpkı 2001’de olduğu gibi topyekün bir yenilenmeyi, topyekün bir değişimi beraberinde getirebilir. Bu biraz da bizlerin yürüteceği mücadeleye bağlıdır.

Paylaşın