Umut Yazıları

Seçim Bitti, İktidar İçi Çatışma Sürüyor Ve Sıra Bizde – XWE Metin Ayçiçek



Yerel seçimlerin bitmesine rağmen iktidarın iç çatışması şimdilik bitmedi. Çatışmanın iktidar içi bir çatışma olması, yani devlet iktidarının olanaklarını yeniden paylaşım kavgası olması nedeniyle, devleti oluşturan iktidar güçlerini gerse de sistemi tehlikeye sokacak nitelikte bir rahatsızlık yaratmamaktadır. AKP+MHP ve CHP+İP ittifaklarının adı “iktidar ve muhalefet” olarak tanımlansa da, gerçekte iktidarın uyguladığı yönetme yöntemlerine ilişkin görece farklılıklardan başka bir şey olmadığını, temelde aynı sistemin dayanakları olduğunu biliyoruz. Bu iki gücün birlikte saldırdığı politik kurumlar ise, farklı politik anlayışlara sahip olsalar da, özü itibarıyla sistem karşıtı olmalarınedeniyle “muhalefet” sözünü daha çok hak eden bir konumdadırlar.

Türkiye Cumhuriyeti’nin sosyo-ekonomik ve politik yapılanmasına ilişkin, yani mevcut sistem üzerine farklı düşünmeleri nedeniyle şimdilik genel olarak “sosyalist sol” adıyla adlandırılan “muhalefet” grupları ise, uzun yıllardır içerisinden çıkamadıkları politik kısırlık nedeniyle toplumsal gerçeklikle denkleşmeyen günlük çözüm arayışları içerisine saplanıp kalmış; nihai hedeflerine yönelik değerlerden ve projelerden koparak, sistem içi arayışlara hapsolmuş konumdadırlar. Büyük çoğunluğu birbirinin kopyası niteliğinde yazılı programları ceplerinde taşıyıp, aktüel politik yaşamda programsız ve hedefsiz olarak süren bildik kısır tartışmalara boğulmuş; daha kötüsü kendi gücüne olan güveni fazlasıyla kaybederek sağından medet umma anlayışına daha çok batmıştır. Bu zayıflık hali ve arayışın sağ ittifaklara yönelmesi, solumuzun sağa kaymasına neden olmuştur. Seçimlerde sistem ortaklarından birini diğerine karşı tercihlerini ise “daha iyi – daha kötü” ikilimi içerisine sıkıştırarak “kötüler” arasında gerekçelendirme yolunu seçmiştir.

Ülkede gerçekleştirilen ve esas olarak sistem içi güçlerin yeniden konumlanışını hedefleyen yerel ya da genel seçimler, elbette o ülkedeki gerçek muhalefeti oluşturan komünist solu yakından ilgilendirmektedir. Komünist sol, üzerinde yaşadığı topraklardaki bu egemen sınıflar arası siyasal iktidarın yeniden paylaşım süreçlerine ilgisiz kalamazlar. Ama seçim süreci ve sonuçları nasıl devam ederse etsin, ülkenin sosyo-ekonomik temelinde bir değişime neden olamayacağına göre, Komünist Sol nihai hedefini korurken, bu çalışmanın gerçekte kendi asli hedefine bağlı olarak mevzilerini inşa etmek amacıyla kullanılacağını bilir. “Legalitenin istismarı” sözcüğünün,onun sağladığı kitlesel çalışma olanaklarını kullanarak “kitleler içinde sistemin deşifrasyonunu gerçekleştirmek” için kullanılan bir araç olduğunu bilir. Yaşanan sürecin her aşamasında politik çalışmasını, aşamaya uygun olarak değiştirirken, mücadelesinin esasını korur.Bunu yaparken,iktidar güçleriyle olan farklılığının altını kalın çizgilerle çizer. Seçim çalışmalarını da bu temelde sürdürür.

31 Mart Yerel Seçimleri sürecinde komünist solun yaşadığıkaos, hem önümüzdeki süreçte solun birlikte çalışmasını olanaklı kılabilecek asgari bir program arayışını, hem de kendini yeniden tanımlamak, düşüncelerini netleştirmek doğrultusunda çalışmalarını yoğunlaştırma zorunluluğunu bir kez daha sergiledi.

Türkiye solu olarak bugün bile bir Perinçek ırkçı-milliyetçiliğini kitleler nezdinde yeterince deşifre edememişsek, üzerine düşünmemiz gerekiyor. Sistemin kök hücresi CHP’nin bugün bile “sol” ya da “sosyal demokrat” kategorisi içinde tanımlanmasının “katil ile kurbanı aynı kefeye koymak” olduğunu kitlelere net olarak anlatamadıysak üzerine bir kez daha düşünmek gerekiyor. “Siyasal sistemin deşifrasyonu amacıyla legalitenin istismarı” olarak kullanılması öngörülen sistem içi seçim olayına, sistemi değiştirebileceğimiz umudunu yükleyebiliyorsak, oturup bir kez daha düşünmemiz gerekir. Önümüzdeki süreci ne olduğu bütünüyle belirsizleşmiş bir “sol” kavramı üzerinden değil, “komünist sol” olarak tartışmak ve örmek; sistemin reformist düşüncelerinden farklılığımızın altını yeniden kalın çizgilerle çizerek belirgin kılmak zorundayız. Kitleler bu çabayı ilgiyle kabul eder ama bunun için önce kendini “komünist sol” tanımı içerisinde bulan siyasal yapıların kendi düşünce sistemlerini, politik önermelerini irdelemeyi benimsemesi ve bu çalışmayı netleştirmesi gerekir.

***

Mücadelemizde sıkça dillendirilen Üçüncü Yol tezi, “komünist sol” için kendi sağındaki güçlerle bir ittifak olanağı olsa da, burjuva devleti alaşağı etmek iddiasında olan komünistler açısından solun nihai hedefini içeren bir alan genişliğine sahip değildir.“Ya sosyalizm ya barbarlık” sloganını attığımız andan itibaren bizim açımızdan “iki çizgi” anlayışından başka bir yol yoktur. Ya sosyalizm ya da rengi ne olursa olsun sömürü sistemine teslim olmak.

Günümüzde komünist sol’u tanımlamak için yeniden soyut teori araştırmalarına girmeye gerek yoktur. Her bir siyasal hareket ya da örgütün onlarca yıllık teorik ve pratik birikimi vardır. Sorun, büyük oranda, birbirini tanıma ve “iktidar” duygusuna kapılmadan yan yana yürüme becerisini yakalayamama sorunudur. En azından bu uzun yürüyüşün her aşamasında sürdürülebilecek birlikte mücadele olanakları doğru değerlendirilebildiği takdirde, ortaklıklarımızın ayrılıklarımızdan çok daha fazla olduğu gerçeği yaşam içerisinden gözlemlenebilecektir. Marksist Diyalektik bize “aklın yolu birdir” sözünün, gerçekte diktatörlerin istemlerini ifade etmek olduğunu anlatır. Aklın yolunun tek olduğunu iddia etmek, ucu faşizme kadar varabilecek birtotaliter anlayışa denk düşer. Oysa aklın yolu birden çoktur ve bunlar içerisinden en uygun ve üretkenini bulabilmek için tezlerin tartışılarak ya da yaşam alanlarında denenerek doğrulanması gerekebilir.

Benim de katıldığım bir tanımla, “sömürgeci ve kapitalist bir ülke olanTürkiye Cumhuriyeti’nin, aynı zamanda emperyalizme bağımlıbir ülke olduğu saptaması”, farklı düşünenlerle ilişkiyi koruyabilecek formülasyonları da,birlikte mücadele etme düşüncesini de üretebilecek bir genişliğe sahiptir. Politik iktidarın hangi “biçim” içerisinde olursa olsun “bir burjuva devlet” olarak tanımlanması da komünist solun bütün farklıversiyonlarınıiçerecek bir genişliğe sahiptir. Böylesine geniş bir çerçevede bir araya gelişlerin olanaksızlığını iddia eden tezler, aslında farklı bir dille de olsa “kendini dayatma” tezleridir.

Bu coğrafya üzerinde devrim iddiası, bütün mücadele biçimlerinin yapılabileceği bir çeşitliliğesahiptir.Bu büyük birleşik gücün “sistem yıkıcı” etkisini ortaya çıkarmak, sadece birkaç grubu tek çatı altında toplayarak değil, ama farklı çatılar altında faaliyet sürdürüyor olsalar da, değişik çalışmaları aynı hedef için organize ve koordine edebilecek bir ilişki modeli ve buna uygun organlarlamümkündür. Bu tür eşgüdümlü-eşzamanlı birlikte çalışma modelleri pratik içerisinde örgütlenebildiğinde, örneğin kırsal bir çalışma ile kent içerisinde gerçekleştirilen bir işçi çalışmasının birlikteliğinin üreteceği güç muazzam olacaktır.

***

“Sol” kavramının genişliği düşünülerek bakıldığında HDP’nin de en azından parlamentoda güç olabilmiş kitle partileri içerisinde “en solda” olduğu söylenebilir.Ama HDP’nin içerisinde ciddi öneme sahip sosyalist-komünist bir damar olmasına rağmen, onu tanımlayan belirgin özellik bu değildir ve olamaz da. HDP her ne kadar Türkiyelileşme iddiasını taşısa da, oluşumu ve varlığının asli kaynağı olan ulusal önceliklerini programında ve eyleminde öne çıkarmayı hakkı olarak sürdürmüştür. Elbette Kürt halkının yasal alanda siyasal temsilciliğini yapan bir parti olarak,ulus kavramı içerisinde yer alan bütün sınıf ve toplumsal tabakaları kucaklamaktadır. Ana partinin çok sınıflı niteliği nedeniyle HDP, içerisinde yer alan komünist bileşenlere rağmen, işçi sınıfını öncü alan sınıfsal bir devrimi ve işçi sınıfının iktidarını savunan bir parti değildir. HDP sınıf mücadelesi veren Marksist komünist bir parti olmadığı için de, programında“üretim araçlarının” mülkiyetine dokunmamak gibi bir hassasiyeti korumaktadır.Tarihte burjuva demokratik devrimlerinde ya da kapitalist dönüşümünü geç zamanlarda gerçekleştirmeye çalışan ülkelerde kapitalistleşme sürecini hızlandırmak amacıylayapılan büyük toprak reformları ya da burjuva demokratik devrimlerinde feodal toprak sahipleri feodal mülkiyetten koparılsalar da, özel kapitalist mülkiyet sürdürülür. Ve biliyoruz ki bu uygulama sosyalizme geçiş aşamasında istenen bir ön şart ve uygulama olsa da, kendi başına “sosyalist” bir uygulama olmak zorunda değildir.

Bu nedenle örneğin Yerel Seçimler’de Kuzey Kürdistan için HDP tercihlerini temel alırken, ittifakın “Batı” yakasından bakarak Türkiye için komünist ya da en azından sömürgeciliğe ve kapitalizme karşı olma şartını tercihim için temel almayı doğru buldum.

***

Şimdi tartışılacağından emin olarak bir konunun altını çizmek gerekir.

Kuzey Kürdistan’da Kürt Halkı ve onun mücadelesini kucaklayan siyasal yapıların bölgesel özgürlük mücadeleleri açısından üstlendikleri tarihsel misyonbölge halkları açısından da büyük öneme sahiptir. Ve onlar kırk yıldır büyük bedeller ödeyerek bu misyonun gereklerini hakkıyla ve fazlasıyla yerine getirmişlerdir. Üstelik bu misyonun yarattığı anlayışlarla mücadelenin Batı’ya taşınması konusunda da zaman zaman sorumluluklar üstlendi. Ve özellikle bu ikinci başlık altında rol sahibi olması ve bedel ödemesi gerekenler onlar değil, esas olarak Türkiye sosyalist hareketidir.

Bu alanda mücadele örgütlerinin hedefleri de, görevleri de, misyonları da farklı olacaktır. Kürdistan’da özgürlük mücadelesinde ulus önceliği öne çıkarken, elbette bu mücadele sınıf mücadelesini de içerecektir. Ama ulusal mücadelenin ve onun siyasal partilerinin sınıfsal bileşimi, bu hareketin programındaki ulus önceliği nedeniyle sömürgecilikle işbirliği halinde olmayan sınıf ve tabakaların hepsini içerir.

Oysa Türk sömürgeciliğine karşı mücadele, ayrı devlet kurma hakkı dâhil ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı ilkesi ile sınırlı tutulduğunda, sömürgeciliğe karşı mücadelenin başarısı da, kazanımların güvencesi de risk altındadır. Parçanın bütünle ilişkisi doğru tanımlandığında, sömürgeciliği var eden kapitalist sistemin yıkılması hedefi de zorunlu bir şart özelliği kazanmaktadır.

Ne var ki uzun zamandır Türkiye’de siyaset esas olarak milliyetçilik, laiklik, İslamcılık, Kürtlük gibi kimlik aidiyeti üzerinden sürdürüldüğü için, bu kimliklerin bütününü içeren “işçi sınıfı ve emekçiler” içerisinde örgütlenmek ya da sınıfı ortak bir hedefe yönelik etkin mücadeleye sokabilmek (en azından bugün için) hayli zorlaşmıştır. Egemen sınıflar da çok bilinçli olarak bu saflaşmayı sürekli tahrik ederek, ortak ve esas kimlikte buluşmayı engellemektedirler. Böylece Batı’da Kürt, Türk, Arap, Ermeni ya da diğer halklardan, Müslüman, Hristiyan, Alevi, Sünni ya da diğer mezheplerden işçileri ortak istekler temelinde en geniş tabanlı bir mücadele platformundabuluşturabilen bir sınıf örgütlenmesi gerçekleştirilememektedir.

Bu saptamadan yola çıkarak Kuzey Kürdistan’da süren “ulusal öncelikli mücadeleyi mahkûm etmek” sonucuna ulaşmak, süreçten hiçbir şey anlamamak anlamına gelecektir. Sorun bu yanlış saptamanın tersine, Kuzey Kürdistan’da kalıcılığını sağlamış olan ulusal öncelikli mücadeleyi de ileri mevzilere taşıyabilecek olan şeyi, yani Batı’da sınıf mücadelesini öne alan bir mücadeleyi geliştirip yaygınlaştırmak sorunudur. Bu durum, çok açık işleyen diyalektik bir ilişkinin en somut tezahürüdür. Batı’da gelişebilecek güçlü bir “sistem karşıtı” hareketin devleti zora sokarak sömürgeciliğe karşı verilen mücadeleye doğrudan ve olumlu katkı sunacağı açıktır. Tersi, Kuzey Kürdistan’da gerçekleştirilen mücadele de Batı’daki aktif direnişi güçlendirirken öz savunma birliklerinin direniş güçlerine büyük destek olacaktır. Batı’da mücadelenin gelişmesi ise yine Kürdistan’da sömürgeciliğe karşı sürdürülen mücadelenin rahatlamasına ve nihai zaferine uluşmasına en büyük destek olacaktır.

Batı’da bu temelde sürdürülecek bir çalışmanın bileşenleri içerisinde en önemliçalışma alanı, Kürdistan’da gelişmekte olan mücadelenin deneyimlerini ve moral üstünlüğünü de taşıyan Batı’nın Kürt işçi ve emekçileri olmalıdır, olacaktır.

***

Böylesi bir mücadele programında en büyük engel “sosyal demokrat” görünen sömürgeciliğin kök hücresi CHP’den gelecektir. CHP ve benzeri partilerkuzu postu içinde gizlenen vahşi kurdun tipik örneğidir. Solu CHP’den koparma zorunluluğu bu “kuzu” hilesini bozmakla olur. Çünkü CHP,kuruluşundan bugüne Türkiye’de işçi ve emekçilerin, emeğin sömürüsüne karşı sistemi hedef alan mücadelesini parçalayarak engellemek için kimlik üzerinden politika yapmayı kışkırtan kurucu siyasal güçtür. CHP işçiyi yok sayarak “halkçılık” tuzağına sarılırken de; o coğrafyada birlikte yaşayan halkları yok sayıp, sadece oluşturulmak istenen “Türk” ulus kavramını pompalarken de; Kuzey Kürdistan’da “ulus” kimliğinin gelişmemesi için ümmet fikrini devlet eliyle kışkırtırken, Batı’da Türk’e dayalı millet kavramının önünü açmak için “laiklik” adı altında ümmet fikrine saldırırken de sömürgeciliğin devamından başka bir hedef gözetmiyordu. Demokrasiyle taçlandırılmamış olan diktatoryalCumhuriyet de bu mantığın kaçınılmaz somutuydu. 

Bildik hileyi yapmak amacıyla bildik teraneyi tekrar etmeye hazırlananlar için peşin peşin söylemeliyiz: Önerilen bu politika, böylesi bir hileye inanarak CHP tabanında yer alan milyonlarca insanı, işçi ve emekçiyi “düşman” saflarda görmek anlamında yorumlanamaz. Sınıf içerisinde sermayeye karşı sürdürülecek mücadelenin saflarında birlikte yürümenin olanakları arttırıldıkça, CHP’nin sahte yüzü daha çok ortaya çıkarak, ya bu partiyi sola doğru çeken (sosyal demokrasi) bir dönüşüm zorlanabilir, ya da tabanında gerçekleşecek kopmalarla giderek politikadaki önemi iyice sönümlenen (yani artık işçi sınıfı ve emekçiler için bir öneme sahip olmayan) bir parti haline düşebilir. Her iki halde de bu gelişimden işçi sınıfı ve emekçiler yararlı çıkacaktır.

Devrimci politika ulus kimlik hareketinin kazanımlarını sınıf kimlik bilinciyle buluşturarak Batı’ya taşıdığında, kimlik siyasetleri bütünüyle boşa çıkarılmış olacak ve sistem, halkların göz bağının açılması sonucu, kendi gerçek iç çatışmasıyla karşı karşıya kalacaktır. Bu görev günümüzde komünistlerin üstlenmesi zorunlu olan bir aciliyet kazanmıştır.

***

Açıkça söylüyorum:Batı’da hemen önümüzdeki süreç, “partimizi büyütmek” için değil, ama asgari programlar üzerinde ortaklaşmış birliktelikleri yaratıp, yaygınlaştırıp mücadeleyi büyütmek, etkinleştirmek ve işçi sınıfı ve emekçilerin mücadelesinin siyaset üzerindeki etkisini artırmak süreci olmalıdır.

Ama böylesi bir programın, TC’nin bütün silahlı unsurları tarafından ve AKP, MHP, İP gibi aktif faşistlerin örgütlediği sivil silahlı güçler ve mafya örgütlenmeleri tarafından büyük bir şiddetle engellenmeye çalışılacağı açıktır. Bunun için adı ne olursa olsun, kurulacak her “birlikte mücadele” örgütünün, en azından sürdüreceği sokak eylemlerinin güvenliğini sağlayabilmek, insan vicdanında isyanlara neden olan katliamlarda halkların isyanının sesi olarak halklara güven verebilmek için “öz savunma” güçlerine sahip olması bir zorunluluktur. Sokak egemenliğini elinde tutmaya çalışacak olan sistemin silahlanmış sivil paramiliterbirlikleri, Batı’da sisteme karşı gelişebilecek devrimci-demokrat herhangi bir direnişi ezebilmek için en kanlı katliamları yapabileceğini Suruç’ta ve Ankara’da açık örnekleriyle yaşadık,

Evet, biz böylesi araçlara yönelmemekte ısrarlıydık. Ve bu nedenle Engels’in dediği gibi, hiçbir zaman“ilk saldıran olmak” istemedik. Ve sistem egemenleri yüzyıldır gerçekleştirdikleri saldırılarını günümüze kadar sürdürerek, varlıklarını devam ettirmekte kararlı iseler, bize kendimizi savunmaktan başka bir yol kalmamaktadır. “Sistemin kumdan zaptiyelerinden korkmadığımızı” örgütlenmemizi ve eylemlerimizi yükselterek, süreci kazanarak göstereceğiz.

Paylaşın