İstanbul seçim çalışması Ekrem İmamoğlu taraftarları için başarılı bir çalışma oldu. Sanırım siz bu yazıyı okurken İmamoğlu kendisinden gasp edilen mazbatasını geri almış olacaktır.
Bu seçimde HDP’nin çok zekice bir adım atıp, pozisyonunu da koruyarak katılım sağlaması siyaset açısından elbette doğru idi. Komünistler için ise, şerhimi koruyarak yaptığım öneriler şimdilik pek rağbet bulmasa da, gelecekte de kendimce aynı noktada duruşumu devam ettireceğim.
Seçim sürecinde AKP-MHP tirollerinin MİT vb. kurumların bütün girişimlerinin boşa çıkarılması, “denize düşen yılana sarılır” misali Apo’ya karşı Osman Öcalan’ın TRT gibi yerlerde sahneye çıkartılarak devlet kepazeliğinin ulaştığı boyutu sergilemesi; ama en önemlisi bütün bu Osmanlı oyunlarına rağmen HDP’nin kendi çizgisinde kararlı duruşu başarıyı garanti etti diyebiliriz.
Açık söylemek gerekir ki AKP’nin kalesinin diğer ulusalcılar tarafından fethedilmesine sevinmedim diyemem. Ama “sömürgecilikte ısrarlarıyla tanımladığımız” iki güç arasındaki rekabette kalelerin el değiştirmesinin, bazı komünistlerce de bir zafer olarak taçlandırılmasına bir komünist olarak anlam verememekle birlikte, egemenler arası böyle bir çatışmanın bizlere alan açabileceğini düşünerek yine de umutlanıyorum.
Biraz da Akdeniz ülkesi insanının heyecanına sahip olmakla ilgili bir haldir tartışmalarımızdaki dilin zaman zaman iyice sertleşmesinin nedeni. Ama bazen kırıcı olsa da seçim sonrasına kalan çok sayıda tartışılması gereken konu ve yapılması gereken iş çıktı ortaya. Tartışma üslubu doğru düzenlenebilirse, önümüzdeki dönemde bize ait ortak konuları daha fazla tartışabilmek dileğimdir. Böylesi bir tartışma sürecinin sağlıklı sürdürülebilmesi için sanırım biraz zamana da ihtiyacımız olacaktır.
CUMHUR CEPHESİ
Ekonominin ve politikanın iktidar güçleri tarafından iyice kilitlendiği bir noktadayız. Öyle ki, MHP reisi Devlet Bahçeli bile (kendince yorumlanmış haliyle) Öcalan’ın mektubundaki önerileri gerçekleştirmediği gerekçesiyle HDP’yi suçluyor, azarlıyordu. AKP’nin reisi olan yalanların efendisi ise, İmralı-Kandil-HDP arasında bir iktidar çatışmasının varlığından söz ederek yenilgisinin “derin analizini” yapmaya çalışıyordu.
Birçok kesimin umutla beklediği AKP Cephesinde bir iç çözülme, gerçekte zirvede olduğu yıllar olan 2007’den itibaren başlamıştı. “3 dönem vekillik” ya da “partinin gençleştirilmesi” gibi projelerinin bütünü Tayyip’e biat etmiş yeni yapılanmanın oluşturulmasına yönelik ön adımlardı. Ne var ki politik bir idealden çok, çıkar ilişkileri üzerine kurulmuş talancı bir parti olan AKP, kendi bileşenleri üzerindeki etkisini bu çıkar paylaşımı üzerinden sürdürmekte idi. Küçük bir çocuğun bile hemen yakalayabileceği fil büyüklüğündeki yalanların tartışmasız kabulü, bir aldatılma sorunu değil, elde edilen çıkarlarla mümkün olabilmekteydi. Ve bu sürecin sonunda Tayyip’in harcamadığı tek bir “yol arkadaşı” kalmadı.
Aslında Tayyip, AKP’de çöküşe doğru bir yöneliş olduğunu görmüş ve bunu “metal yorgunluğu” adıyla tanımlamıştı. Buna yönelik parti içi düzenlemeler ise esas olarak gelecekte kendi iktidarını tam olarak sağlamlaştıracak bir içerikle projelendirilmişti. Yeterli deneyime sahip olmayan, egoları çok güçlü ve iktidar gücüyle yetkilendirildiklerinde ihtirasa yönelecek genç karakterler, düşünme değil inanma ilkesi üzerinden davranan, “sorgulamak” kavramına düşman, ahlaki hiçbir değere bağlılığı olmayan fanatik reisçi olmak standartıyla parti organlarına yerleştirildi. Genç kuşak (Tayyip Kuşağı) partide ve karar organlarında güç kazandı.
Düşmanı küçümsememek zorundayız. Elitist bir yaklaşımla “Kasımpaşalı” Tayyip’i küçümsemek atacağımız adımların yanlış yönelmesine neden olabilir. Bu adamda kemik yok, bedeni ve ruhu her kalıba rahatça girebilir. Çıkar kavramından başka tanıdığı bir “ilkesi” ve “iktidar” egosundan başka bir kimlik tanımı yoktur. Dün Fethullah’ın müridi idi, bugün onun paranoyak düşmanı. Esad’ı kardeş olarak ilan ettiğinin bir yılı dolmadan Hâbil olup kardeşini öldürdü emperyalist tanrısının takdirini alıp, bölgesinde çoban olabilmek için. Ve yarın kime pazarlar kendini, hiçbirine şaşırmam. Üstelik korkusu öylesine büyük ki bu korkudan kurtulabilmek için atmayı göze alabileceği adımların dinî, millî, ahlâkî, vicdanî, ailevî ve benzeri hiçbir sınırı yoktur.
Tayyip’in Ortadoğu’da savaş politikalarının sahibi olan Davutoğlu, kullanılıp atıldıktan sonra bir parti kurarak ortaya çıktı. Tayyip’in güçlü olduğu dönemde bu partiye akış beklemek hayaldir. Ama zayıflayan AKP’den kaçışların bir kısmının bu alana doğru olacağı açıktır.
ABD-Rusya geriliminden yararlanma çabası AKP iktidarının bir yandan Ortadoğu’da ve Suriye’de daralmasına neden olurken, öte yandan Rusya’ya ve İran’a bağımlılığını artırdı. Bu coğrafyada artık çatışma ortamından fırsatları kullanma rahatlığı içerisinde iddialı girişimlerde bulunma olanağı olmayan Tayyip’in “savaş” gerekçesini diri tutabilmek için Doğu Akdeniz ve Kıbrıs üzerinde oynama olasılığı hayli yüksektir. Ali Babacan’ın kuracağı kesinleşen parti de elbette aynı koşullara bağlı olarak AKP ve MHP’den müşteri bekleyecektir.
Artık AKP’nin kuruluşundaki sistemin verdiği fabrika ayarlarına dönme olasılığı bile yoktur. Çalınan her değer paylaşılacaktı ama sömürücü sınıfın önemli bir bölümü çalınmış değerlerin paylaşımında pay sahibi olamıyor. Geçmişinde yüzüğünü göstererek “bundan başka mal varlığım olursa bilin ki haram yemişimdir” diyebilen bugünün saraylı Tayyip’i, öylesine değişime uğradı ki, yeniden düzenlenmeye kalksa ortaya çıkabilecek hilkat garibesinin çirkinliği dünyayı kusturmaya yeter.
Çözülme ve düşüş ANAP’tan farklı olarak kendiliğinden bir gidiş olmayacaktır. Çünkü AKP mafyatik reisi biliyor ki onların teslim alınması en azından Roboski’den, Ankara, Suruç, Sur, Şırnak ve daha çok sayıda katliamdan, Suriye’ye karşı savaş başlatmak, Afrîn gibi başka bir ülkenin sınırlarını ihlal ederek kentlerini işgal etmek; IŞİD’i koynunda büyütüp kuduz bir köpek gibi insanlığın ortasına tasmasız salmak ve daha birçok suçtan yargılanacaktır.
Ama unutmamak gerekir ki sorun sadece AKP’nin çökertilmesi sorunu değildir. Devlet bürokrasisi, mahkemeler başta olmak üzere adalet yapılanması, polis, asker ve jandarma güçlerinin yeni örgütlenmesi, eğitim ve sağlık kurumlarının yeni yapılanması bütünüyle AKP’ye göre biçimlenmiştir. Paramiliter faşist milis örgütlenmeleri de buna ekleyerek mücadele alanımızın nasıl devasa bir yapılanma olduğunu bilmek gerekir.
Sanırım AKP’nin hayatta ve ayakta kalabilmesinin tek yolu dışta ve içte yeni savaş alanları yaratmak ve bu kanlı diktatoryal sistemi bu gerekçeye dayandırarak sürdürmeye çalışmak olacaktır. Doğru yapılan bir seçimde başına geleni de gördükten sonra hangi Osmanlı oyunlarına el atacağını çok kısa zamanda göreceğiz.
MİLLET CEPHESİ
Yıllardır iktidarın payandası olarak varlığını sürdürensistem içi muhalefetin ana partisi CHP’nin,tam da dibe vurmuş bir konumdayken böylesine bir “zafer” ile varlığını duyulur hale getirmesi elbette değerlendirilmesi gereken bir konudur. Burada, pazarlık da yapmadan, HDP’nin gösterdiği başarılı muhalefet tarzı kesinlikle belirleyici oldu.
CHP cephesinde, İmamoğlu’nun zaferi üzerine konuşan yenilgiye doymayan pehlivan Kılıçdaroğlu’nun hızla güç kazanan İmamoğlu’na Genel Başkanlığı kaptırmamak için sürecin planlayıcısı rolünü kapmaya çalışıp “Her şey adalet yürüyüşü ile başladı” diyerek, bu başarıda kendisine de pay biçme çabası içerisine girmesine dikkat! Bu vurgu, önümüzdeki yıllarda CHP içinde iktidar çatışmasının derinleşeceği, ciddi bazı sıkıntıların yaşanacağının belirtisidir. Kırk yıldır adalet istemiyle bedel ödeyen Kürt ulusunun özgürlük mücadelesine karşı AKP politikalarına destek sunan bu geleneğin şimdiki başkanının bu duruşta ısrarını koruması İmamaoğlu’nu kitlama mesajında da yansıtılıyordu: “Seçimlerde destek sunan” cümlesini sırayla “CHP’li, İYİP’li, AKP’li, MHP’li ve milliyetçi kardeşler” yer aldı ve adı zikredilen sonuncu isim “HDP’li kardeşler” oldu. Nefret, gözün kör olsun!
Cumhurbaşkanlığı seçiminde başarılı bir çalışma yapan Muharrem İnce’nin başarısızlığının tek müsebbibi Kılıçdaroğlu’dur. Şimdi de İmamoğlu’nun başarısından nemalanmak isteyecektir. Ve bu süreçte CHP içerisinde bir politik yenilenme olacaksa, bu mutlaka “ulusalcılığın güçlendiği” bir yönelişle gerçekleşecektir.
BİZİM CEPHEMİZ
Sanıyorum ki, kısa ya da uzun vadeli sonuçlar üretebilen zaferleri uzun zamandır tatmamış olan solumuzun önemli bir kısmı, kendini sistem içi muhalefetten ayıramadığı için, kazanılanın ne olduğu konusunda netleşmemiştir. Komünist solumuzun bazı kesimlerinin yeniden “kendi gibi düşünebilir” konuma gelebilmesi için İmamoğlu’nun başarısı üzerinden kendini kaptırdığı “zafer sarhoşluğu” havasından bir an önce kurtulması gerekir.
Hepimiz biliyoruz ki, birincisi, politikada “zafer” kavramı, bir mücadelenin amacını oluşturan hedefe yaklaşma ya da uzaklaşma ölçüleriyle belirlenir. İkincisi, savaşan güçler açısından “bir kale almak” ile “savaşı kazanmak” aynı şey değildir. Elde edilen bu sonucu “demokratik muhalefetin zaferi” olarak tanımlamak için bile henüz çok erkendir. Ve daha da önemlisi, bir mevziiyi korumanın kazanmaktan daha fazla emek ve sistemden gelecek her baskının her türüne her koşulda dayanabilecek güçlü bir örgütlülük istediğini hepimiz kendi özgün tarihlerimizden biliyoruz.
İstanbul’un AKP’nin elinden alınmasının büyük öneminin altını ben de benimseyerek ve kalın çizgilerle çizerek söylüyorum. Ama artık siyasette çok şey ifade etmeyen “sol” kavramının belirsizliğinden çıkarak, daha net tanımları olan sosyalist-komünist kimlik tanımlarımız üzerinden konuşmak gereklidir. Ve bu anlamda Türkiye’de sosyalist-komünist örgütlerin CHP ile ayrışma noktalarını netleştiren bir tanımlama yapmaları zorunluluktur.
****
Belediye başkanlıklarının kazanılmış olmasının kenti yönetmek ve projeleri hayata geçirebilmek için yetmediğini biliyoruz. Başkanların kendi önerilerini hayata geçirebilmeleri için Belediye Meclisleri’nin politik bileşiminin son karar merci olduğunu biliyoruz. İstanbul’da da Ankara’da ve birçok yerdeda belediye meclis çoğunluğunu elinde tutan Cumhur İttifakı partilerinin başkanların kararlarını yaşama geçirmelerini engellemeleri önümüzde sıkça göreceğimiz bir uygulama olacaktır. Mansur Yavaş’ın Halk Ekmek Yönetim Kurulu ataması girişiminde de, İmamaoğlu’nun “uyuşturucuya karşı mücadele komisyonu” önerisinde de bunun tipik örnekleri gördük. Üstelik her iki öneri de doğrudan halkın can yakan konularına ilişkin bir çaba ise de, AKP+MHP çoğunluğunun bunu düşünme eğilimine bile ret yanıtı vermiş olması, belediyecilik değil, fanatik bir taraftarlık anlayışının bile ahlaki ölçüleri dışındadır.
AKP+MHP ittifakı düşman gibi gördüğü belediyelerde bu süreci yaşatarak Başkanların girişimlerini engellemeye çalışacaktır. Böylesi durumlarda seçimde ortaya çıkan bu halk desteğini aktif olarak alanlara taşırabilmek; belediye dışında belediyeleri kucaklayan bir halk baskısı yaratabilmek hayati öneme sahiptir. Gezi’de ortaya çıkan “yaşam alanlarına ilişkin karar alma ve öneri üretme yeteneğine sahip Platformlar” tam da bu tür bir belediyeciliğin omurgasını oluşturabilir. Demokratik Kitle Örgütleri, sendikalar gibi kurumların da katılım sağlayabileceği bu tür yasal-demokratik örgütlenmeler Türkiye’de de mümkündür.
Üstelik bu tür alanlar Komünistlerin de çok rahat ulaşabileceği örgütlenme ve siyasal çalışma alanlarından biri olarak önümüzdeki dönemde demokrasi alanının daha genişletilmesi ile önem kazanabilir. Demokratik kitlesel eylemlerle, bu tür gerici meclislerin kurduğu barikatları aşmaya çalışmak, “hak verilmez alınır” sloganıyla mücadele bilincinin geliştirilmesi ile mümkün olabilir.
Bundan sonrası, demokrasi ve sosyalist devrim mücadelesi sürdürmekten yana olan güçlerin bu doğrultuda daha fazla pratik sergilemesini gerektirmektedir. Sosyalist güçlerin bu amaçlı olarak kendi asgari programları üzerinden eylemsel bir yaşam içinde adım adım toparlanarak yürümeleri, bir yandan kendi sağındaki bütün güçlerden farklılığını anlatarak kendi çizgilerini daha güçlü gösterme ve savunabilme bilincini geliştirirken, öte yandan sağındaki güçlerin sistemle uzlaşan çizgisini pratik içinden göstererek, kitlelerin sol taleplere doğru kazanılmasını gerçekleştirebilir.