Lenin önderliğindeki Bolşevikleri “darbeci” ilan etmenin, Ekim Devrimini bir “darbe” olarak sunmanın her renkten liberalde mebzul miktarda bulunan derin komünizm ve Sovyet Sosyalizmi düşmanlığının alamet-i farikası olduğu uzun zamandır bilinir.
Liberallerin Ekim Devrimine, proletaryanın devrimci iradesinin ifadesi Bolşevizm’e duyduğu derin nefretin; tam da Bolşevizm bayrağı altında savaşan Kızıl Ordu’nun faşist barbarlığın inine girdiği, kızıl bayrağını faşizmin burçlarına diktiği Zafer Gününün 75. yıldönümünde, AKP-MHP faşizminin eleştirisi meşruiyet halesi altına sığınarak ifade edilmesi onun öz karakterine son derece uygundur.
Demokrasi şampiyonu liberallerin önde gelenlerinden Hasan Cemal’den, onun T24 adındaki internet gazetesinde, AKP-MHP faşizminin demokrat aydınları darbecilikle damgalama girişimlerini eleştiri örtüsü altına saklanarak Bolşevizm’e yönelttiği bayağı saldırıdan söz ediyoruz. Cemal şöyle yazmış: “Seçim sandığından çıkan darbecilerde göze batan bir başka belirgin özellik daha var. Asıl darbeciler, kendilerine muhalefet eden saflardan darbeci çıkarmak için uğraşıyorlar. Malum bir Bolşevik taktiği.” (Aynaya bak, asıl darbeciyi göreceksin! 9 Mayıs 2020)
AKP-MHP faşizminin taktiklerinin kaynağı “malum” imiş ve o yazısını “yine o malum Bolşevik taktiğini vurgulayarak noktalamak” istiyormuş; AKP-MHP faşizmine seslenerek yazısını şöyle noktalıyor: “Kendi darbeni gizlemek için ya da kendi darbeni derinleştirmek için muhalefet saflarından darbeci imal etmek…
Nafile bir gayret…
İnandırıcı olamazsın.
Aynaya bak, asıl darbeciyi göreceksin!”
Hasan Cemal, AKP-MHP faşizminin muhalefet saflarından darbeci imal etmeye çalıştığını, bunun inandırıcı olmayacağını ve asıl darbecinin kendisi olduğunu söylerken son derece haklı ve fakat kendisinin de aynı “aynaya bakmaya” ihtiyacı var.
İhtiyacı var çünkü Bolşeviklerin taktiği onun iddia ettiği gibi “darbecilik” değildi, Bolşeviklerin temel yönelimi sınıfsız, sömürüsüz komünist bir dünya yaratmaktı. Bolşevikler bu temel hedefe ulaşma yolunda, bütün ülkelerin ezilen ve sömürülenlerinin devrimci iradesini açığa çıkarma, açığa çıkan bu büyük enerjiyi devrimci iktidar hedefine yöneltme ve burjuvazinin iradesini ezilen ve sömürülenlerin devrimci zoruyla kırma taktiklerine sahipti. Bolşevikler doğru taktikleriyle milyonların devrimci iradesini açığa çıkardı ve bu iradeyi ezilenlerin ve sömürülenlerin devrimci iktidarının temel dayanak noktası konumuna getirdi.
Liberallerin Bolşevizm’e ve taktiklerine düşmanlığının, derin nefretinin temelinde bu sınıfsal gerçeklik bulunur. Ezilen ve sömürülenlerin ayağa kalkması ve devrimci iradesini sömürücü sınıflara dayatması söz konusu olduğunda, sağ ve sol kanatlarıyla her renkten liberal, sınıfsal ve politik konumları gereği burjuvazinin cephesinde yerlerini alır. Bu bağlam içinde, Hasan Cemal’in AKP-MHP faşizmiyle yaşadığı bir tür kardeş kavgasıdır. AKP-MHP faşizminin kurumsallaşma sürecinde Cemal ve benzerlerinin oynadığı rol en canlı haliyle belleklerdedir. Tayyip Erdoğan ve AKP’den bir demokrasi “kahramanı” yaratılması sürecine sundukları önemli katkılar yakın politik tarihimizin unutulmaz klasikleri arasına girmiştir.
Ekim Devrimi’nin ardından Bolşeviklerin Rusya’nın emekçi halklarına dayanarak burjuvazinin ve büyük toprak sahiplerinin direncini kırma hedefiyle proletarya diktatörlüğünü inşaya yönelmesi, Bolşeviklere yönelik “darbecilik” suçlamasının başlangıç noktasını oluşturur. “Darbecilik” suçlaması, emperyalist burjuvazinin ve Çarlık kalıntılarının ezilen ve sömürülenlerin zaferini küçültme, kirletme girişimlerinin önemli bir silahıydı. Bu silah, Rusya’da kurulan devrimci emekçi iktidarına karşı en etkili biçimde kendi emperyalist burjuvalarıyla bütünleşmiş reformist Avrupa Sosyal Demokratları tarafından kullanılmıştı.
Emperyalist savaşta kendi emperyalist burjuvazilerinin safında yer alarak proletarya enternasyonalizmine ihanet eden, sosyal-şoven Avrupa Sosyal Demokratları, Bolşeviklerin Rusya emekçi halklarının devrimci iradesini açığa çıkararak iktidara yürüme kararlığından dehşete kapılmış, devrimi bir “darbe” olarak sunmuş, Avrupa ve dünya proletaryasının Ekim Devrimi ve Bolşevik perspektiflerle buluşmasını bu tür ideolojik çarpıtmalarla engellemeye çalışmıştı. Bu nedenle, Lenin’in devrim sonrasındaki teorik ve politik çalışmaları iki temel alana odaklanmıştı. Lenin’in çalışmalarının odaklandığı alanlardan ilkinin çerçevesini, proletarya diktatörlüğünün ve sosyalist inşanın ekonomik, politik, toplumsal ve kültürel sorunlarına yanıtlar üretilmesi çiziyordu; ikincisi, reformist sosyal demokratların gerici politik konumu ve bu konumun yarattığı politik sonuçların ideolojik, sınıfsal analizi, teşhiri ve devrimci komünizmin bu akımlarla olan farklılıklarının altının kalınca çizilmesi çabasıydı.
Lenin, Rusya’daki proletarya diktatörlüğü ve sosyalist inşa sürecine Avrupalı reformistler tarafından yöneltilen eleştirilere 1918 yılı sonunda verdiği yanıtta konunun sınıfsal özünü şu sözlerle ortaya koymuştu:
“Fakat emperyalist savaşın sınırın ötesindeki kardeşlerinden kopardığı emekçi ve sömürülen sınıflar, tarihte ilk kez kendi öz Sovyetlerini yaratıp, şimdiye kadar burjuvazinin ezdiği, yıldırdığı, alıklaştırdığı kitleleri politik inşaya çekerek, bizzat yeni, proleter bir devlet kurmaya başladıklarında; korkunç bir iç savaş içinde, iç savaşın ateşi içinde, sömürücülerin olmadığı bir devletin temellerini kurmaya başladıklarında; burjuvazinin tüm ipini koparmışları, tüm kan emiciler çetesi, uyduları Kautsky ile birlikte ‘keyfilik !’ diye ulumaya başladılar. Zaten bu karacahil işçi ve köylüler, bu ‘ayak takımı’, kendi yasalarını yorumlamayı nasıl bilsin? Kültürlü avukatların, burjuva yazarların, Kautsky ve bilgili eski memurların öğütlerinden yararlanmayan bu sıradan emekçiler adalet duygusunu nereden edinsinler?”
Avrupa Sosyal-Demokratlarının proletarya diktatörlüğü ve sosyalist inşaya yönelik politik eleştirilerinde “darbecilik”, “keyfilik” ve “saf demokrasi” eksikliği en fazla vurgulanan unsurlardı. Bu eleştiriler, mesela İngiliz emperyalizminin şefleri Churchill’i, Loyd George’u, reformist sosyal demokratlarla birleştiren temel noktalardandı. Bu unsurlar, Çarlık otokrasisinin egemen sınıf kalıntılarıyla sıkıca birleşmişlerdi ve sadece politik olarak birleşmekle kalmamışlardı, dahası vardı…
Rusya’da emekçi halkın Bolşevikler önderliğinde geliştirdiği büyük devrimci hamleye burjuvazi ve büyük toprak sahiplerinin verdiği yanıt, Lenin’in ifadesiyle “korkunç iç savaş” oldu. İç savaşta karşı-devrimci orduları yönetenler, Çarlık döneminin sömürgeci savaşlarında ezilen halklara yönelik zalimlikleri ve katliamlarıyla tanınmış, kariyerini ilerletmiş; Rusya’da büyük Yahudi katliamlarının ve halk katliamlarının sorumlusu Çarlık ordusu komutanlarıydı. Çarlık ordusunun katliamcı komutanları, Lenin’in sözleriyle “tüm dünya burjuvazisi tarafından” destekleniyordu; destek sadece para, silah, lojistiği kapsamıyordu, Amerikan, İngiliz, Fransız, Alman askeri birlikleri de ihtiyaç arttığında karşı devrimci ordulara destek amacıyla sahada kullanılıyordu.
Lenin’e göre, emperyalizm ve Rusya egemen sınıfları tarafından yükseltilen iç savaşın amacı, Rusya emekçi halklarının ve Bolşevik önderliğin devrimci iradesini kırmaktı ve Bolşevikler buna iç savaşta emekçi halkın iradesini çelikleştirme hamlesiyle yanıt verdiler. Rusya emekçi halkının hamlesi, sadece Rusya egemen sınıfları için değil tüm dünyanın sömürücü egemen sınıfları için öncelikli ve birincil tehditti. Bu nedenle, Kızıl Ordu karşı-devrimci orduları önüne katıp ilerlemeye başladığında, mesela liberallere göre darbeci olmayan “demokratik” İngiltere’nin savaş uçakları yeni geliştirilen kimyasal bombalarını Kızıl Ordu birliklerinin üzerine yağdırıyordu. Karşı-devrimci orduların zayıfladığı görüldüğünde, ABD’nin darbeci olmayan “demokratik” başkanı Wilson, bazı birliklerine Rusya’nın “darbecilerden” kurtarılması amacıyla karşı-devrimci ordularla birlikte savaşma emrini veriyordu. (Perry Anderson, Amerikan Dış Politikası ve Düşünürleri, sf. 28)
Rusya’da emekçi halkın devrimci iradesinin çelikleşmesinin en güçlü göstergelerinden Kızıl Ordu 1919 yazında karşı-devrimci ordulara sert darbeler indirmeye başladığında, durumdan en fazla rahatsız olanlardan biri “demokratik” İngiliz hükümeti idi. İngiliz tarihçi Giles Milton’ın dönemin İngiliz devlet belgelerine dayanarak yazdığına göre, o dönem İngiliz Ordusunun kimyasal silah geliştirme programını yöneten Sör Keith Price bir toplantıda İngiliz kabinesine, geliştirdikleri çok güçlü yeni bir kimyasal silahın kullanılmasının “Bolşevik rejimin hızlı çöküşünü getireceği” güvencesini vermişti. (Winston Churchill’s shocking use of chemical weapons, Guardian, 1 September 2013)
Churchill bu silahın “Bolşevik şeytana” karşı kullanılması emrini vermekle kalmadı; aynı dönemde İngiliz emperyalizmine karşı ayaklanan Kuzey Hindistan ve Irak halkına karşı da kullanılmasını istedi. Havalanan İngiliz Kraliyet Hava Kuvvetleri uçakları kimyasal bombaları önce 1919 yazı boyunca Kuzey Rusya’da Kızıl Ordu savaşçılarının, 1921’de Irak’ta direnen Arap ve Kürt halkının üzerine yağdırdı. Emperyalist burjuvazinin Rusya emekçi halklarına karşı kimyasal silahlarla, karşı-devrimci ordulara sunulan mali ve politik destekle sürdürdükleri savaşın ideolojik cephesinde Avrupa sosyal-demokratlarının sözde Marksist özde anti-Bolşevik tezleri dövüşüyordu. Sözde Marksizm Avrupa sosyal-demokratları elinde, emekçilerin ilk iktidarına karşı devrim düşmanı bir ideolojik silaha dönüştürülmüştü.
Bu ideolojik silah, Marksizm’in Avrupa-merkezci bayağılaştırılması temelinde geliştirilmişti. Sözde Marksizm’e göre, tarihin sahip olduğu tunç yasalar gereği, Rusya’daki kapitalist gelişme düzeyi henüz sosyalist bir iktidara cevaz vermiyordu. Avrupalı sosyal demokratların Rusya’daki temsilcisi Menşevikler, bu tezin en katı savunucusu olarak Rusya burjuvazisiyle aynı politik hatta buluşmuştu. Plekhanov paylaştığı bu derin inanç nedeniyle Ekim Devrimi ile ilgili haberleri ilk aldığında “ama bu tüm tarih yasalarının ihlalidir” demişti. Ekim Devrimi, sözde Marksizm’in kutsal kitaplarına göre “tarih yasalarının ihlali” olarak kabul edildiği için, Bolşevikler devrimci olarak değil, “darbeci”; Ekim Devrimi de bir darbe olarak karakterize ediliyordu. Emperyalist burjuvazi bu “Marksist” teoriyi çok sevmişti, Marksizm’in kutsal kitaplarından aktarılan parçalarla süslenen bu gerici teori, emperyalist burjuvazinin Sovyetler ülkesine açtığı savaşın ideolojik cephesinde en etkili unsurdu.
Cambridge Üniversitesi’nin tarihçilerinden Richard Drayton, 10 Mayıs 2005’te faşizme karşı kazanılan Büyük Zafer’in 60. Yılı vesilesiyle yazdığı bir yazıda, “bizim demokratik emperyalizmimiz” diyordu, “faşizmin önemli Anglo-Amerikan köklere sahip olduğunu, Hitler’in hayalinin belirli konularda Britanya İmparatorluğu’ndan ilham aldığını unutmayı tercih eder.” Nazi ordularının Doğu Avrupa’yı fethederek orada “etnik temizlik ve köle emeğine dayalı kendi Amerikalarını kendi Avusturalyalarını yaratmayı umut” ettiklerini belirten Drayton, Britanya İmparatorluğu’nun Hindistan’dan elde ettiği gelirlerin, kullandığı işgücünün ve sağladığı askerlerin Nazi iktidarı için ilham verici olduğunu ifade etmişti. (An ethical blank cheque, Guardian)
Drayton, Naziler’in İkinci emperyalist paylaşım savaşında Londra ve diğer İngiliz kentleri üzerine yağdırdığı bombaların kaynağına bakılırken, mutlaka 1921’de Irak halkının üzerine yağdırılan İngiliz kimyasal silahlarının anımsanması gerektiğini belirtiyordu. “Nazi konsantrasyon kampları” diyordu, “bir İngiliz icadıdır”. Drayton, yazısında bu konuda ayrıntı vermemişti ama biz daha sonra Nazi toplama kamplarında en acımasız biçimini kazanan bu alçakça pratiğin, İngiliz emperyalizmi tarafından Boer Savaşı sırasında Güney Afrika’da ve Alman emperyalizmi tarafından bugünkü Namibya’da Afrika halklarına karşı uygulanmaya başladığını ekleyebiliriz.
Yazısında, Anglo-Amerikan elitinin güçlü unsurlarının faşizme verdiği desteğin de unutturulduğunu belirten Drayton, Amerikan Finans-kapitalinin en önemli temsilcilerinden Henry Ford’un Hitler’in doğum günü nedeniyle Nazilere yaptığı ekonomik bağışları, George W. Bush’un dedesinin Nazi iktidarıyla derin mali ilişkileri ve bu ilişkilerini sürdürmesi nedeniyle 1942 yılında “vatana ihanet suçlamasıyla” yargılanması örneklerini veriyor. Yazar bunların ABD ve İngiltere’deki pek çok diğer örnekten sadece birkaçı ve en iyi bilinenleri olduğunu vurguluyor. Anglo-Amerikan elitinin güçlü bazı unsurlarının Nazi iktidarına sermaye ve teknoloji transferinde oynadığı role de işaret eden yazar, bunların tümünün “demokrasi için savaş” olarak sunulan ikinci paylaşım savaşı sonrası Batı’da üretilen ideolojik mitlerle unutturulduğunu belirtiyordu.
Biz yazarın verdiği bu örneklere, ABD’de ikinci paylaşım savaşı öncesi oldukça gelişen Nazi yanlısı faşist hareketin önemli simalarından biri olan ve savaş sonrasında ABD’de hem başkan yardımcılığı hem de başkanlık yapmış tek kişi olan Gerald Ford örneğini ekleyebiliyoruz. Dahası var; 1932 yılında ABD başkanlık koltuğuna oturmasından bir süre sonra bir arkadaşıyla sohbet eden Franklin D. Roosevelt, İtalyan faşizminin şefi Mussolini hakkında, “şu hayran olunası İtalyan beyefendisi ile hayli yakın temastayım” diyordu. Demokratik Anglo-Amerikan elitinin faşist şeflere duydukları sevgi ve Bolşeviklere duydukları nefretin kaynağında aynı olgu bulunuyordu. Faşist şeflerle demokratik Anglo-Amerikan elitini “Bolşevik şeytana” karşı birleştiren unsur, “kutsal özel mülkiyet hakkı” idi. Bolşevikler burjuvazi ve büyük toprak sahiplerini mülksüzleştirerek bu hakkın burjuva toplumundaki dokunulmaz kutsallığı ile alay etmiş, tüm mülk sahiplerinin yüreğine derin bir korku salmıştı.
Faşist şef Franco İspanya’da Cumhuriyetçi demokratik hükümete karşı silahlı savaşı başlattığında, hep anlatıldığı gibi faşist katillere destek veren sadece Hitler ve Mussolini değildi. Cumhuriyetçi demokrat hükümete en sert silah ambargosunu uygulayanlardan biri emperyalist ABD yönetimi idi ve öyle ki, faşist şef Franco ABD’nin uyguladığı silah ambargosu için, “biz nasyonal sosyalistlerin hiçbir zaman unutamayacağı bir jest. Başkan Roosevelt gerçek bir beyefendi gibi davrandı” demişti. (Perry Anderson, Amerikan Dış Politikası, sf. 29) 1940’ta Nazi çizmeleri Paris’i çiğnemeye başladığında, ülkesini ezen Nazi çizmeleriyle işbirliği yaparak yeni bir Nazi kuklası hükümet kuran Fransız general faşist Petain’e “kadim ve derin bir sevgi besleyen” aynı Roosevelt idi ve ülkesini Nazi işgalcilerinden kurtarmak için anti-faşist direnişi örgütlemeye çalışan Fransız komutan De Gaul’ü “züppe ve fanatik” bulduğu için nefret eden de oydu.
1945’te savaş bittiğinde diyor Drayton, “Nürnberg’de sadece bir avuç Nazi savaş suçlusu yargılandı, savaş suçluların birçoğu bizim yardımımızla serbest kaldı.” Savaş suçlusu Naziler sadece Batı’nın girişimleriyle serbest kalmamıştı, aynı zamanda, Batılı tarihçinin ifadesiyle, “1000 Nazi bilim adamı Paperclip projesi için” gizli bir operasyonla ABD’ye kaçırılmıştı. ABD’ye kaçırılan bu bilim adamları arasında, Auschwitz konsantrasyon kampında Yahudi halkı üzerinde sinir gazı deneyleri yapan Kurt Blome ve benzer deneyleri Dachau konsantrasyon kampında gerçekleştirmiş Konrad Schaeffer’de bulunuyordu.
Bu “bilim adamları” gizli bir operasyonla ABD’ye kaçırılmıştı çünkü eğer kaçırılmasalar faşizmi ezen “darbeci” Kızıl Ordu’nun eline geçecek ve halklara karşı işledikleri suçlardan ötürü gerçek anlamda yargılanacaklardı. Faşist Japon bilim adamı Shiro Ishii’de kaçırılarak ABD’ye yerleştirilenlerdendi ve o ABD’nin yeni biyolojik silah programlarında yararlanılmak amacıyla kurtarılmıştı. O daha önce Mançurya’da faşist Japon iktidarının hizmetinde savaş tutsakları üzerinde önemli “bilimsel” çalışmalar yapmıştı ve bu birikimiyle Maryland’de ABD’nin yeni biyolojik silah geliştirme programının danışmanı olmuştu. Drayton, bu bilgileri verdikten sonra, “biz” demişti, “Nazi savaş yöntemlerinden çok şey ödünç aldık”.
İkinci paylaşım savaşı sonrası Anglo-Amerikan savaş makinesinin Nazi katkılarıyla tahkim edilmesinin ardından, Nazi savaş yöntemlerinin İngilizler tarafından Kenya’da, Fransızlar tarafından Cezayir’de, Amerikalılar tarafından Kore ve Vietnam’da kullanıldığını belirten Drayton, bu zincirin son halkasının Afganistan ve Irak’a uzandığını ifade etmişti. Ona göre, 1960 ve 70’lerde Latin Amerika’da gelişen devrimci halk hareketlerine karşı ABD önderliğinde yürütülen savaşlarda askeri-faşist diktatörlüklerin kullandıkları yöntemlerin kaynağı da “ödünç alınan” Nazi savaş yöntemleriydi.
Drayton namuslu bir burjuva aydın olarak, temel olgu ve süreçleri gerçekçi bir tarzda betimlemişti; Batı’da Büyük Zafer’in 60. Yıldönümü vesilesiyle yapılan yayınlarda, konuşmalarda, sergilenen sanat ürünlerinde zaferdeki Sovyetler Birliği faktörünün görünmez kılınması onun yazısının hareket noktası olmuştu. Çok haklı olarak, İkinci paylaşım savaşının Batı’da Anglo-Amerikan merkezli bir “demokrasi savaşı” olarak mitleştirildiğini ve bu mitleştirmenin Anglo-Amerikan savaş makinesinin daha sonraki saldırı savaşları için bir “açık çek” işlevi gördüğünü belirten Drayton, bir “tarih hırsızlığını” ifşa ediyordu.
Drayton bunları 15 yıl önce yazmıştı. Büyük Zafer’de en fazla katkısı olan, faşizmin gerçek hedefini oluşturan ve faşizme karşı savaşta tam 27 milyon insanını kaybeden ama bu büyük bedeli öderken, aynı zamanda faşizmin iradesini kıran da Bolşevizm bayrağı altında savaşan Sovyetler halkı ve onun Kızıl Ordusu’ydu. Bolşeviklerin “darbeciliği” ile faşizme karşı kazanılan zaferde Bolşevik önderliğindeki Kızıl Ordu’nun rolünün yok sayılması birbirini tamamlayan, emperyalizmin “tarih hırsızlığının” sürekliliğine işaret eden olgulardır. Büyük Zafer’in 75. Yıldönümünde Batı’nın merkezlerindeki törenler ve yayınlar “tarih hırsızlığının” tam gaz devam ettiğini gösteriyordu; öyle ki, Amerikan askeri-sınai-güvenlik kompleksinin temel bileşenlerinden Facebook, büyük zaferin ilanını sembolize eden Reichstag’a bir Kızıl Ordu savaşçısı tarafından dikilen kızıl bayrak fotoğrafını “topluluk standartlarına uymadığı” gerekçesiyle yasakladı.
Facebook haklıdır, Kızıl Ordu savaşçısının faşizmin burçlarına kızıl bayrağı dikmesinin fotoğrafının “onların topluluk standartlarına” uyması mümkün değildir. Facebook, Anglo-Amerikan savaş makinesinin önemli bir bileşenidir. Yasakladığı fotoğraf, faili oldukları “tarih hırsızlığının” en dolaysız kanıtıdır.
Anglo-Amerikan savaş makinesinin bir bileşeni olarak Facebook’un kızıl bayrağın faşizmin burçlarına dikilişinin fotoğrafını yasakladığı gün, liberal Hasan Cemal’in Bolşevizm’e saldırması da bir biriyle uyumludur, bir tesadüf değildir. Rusya’nın emekçi halklarının devrimci iradesinin ifadesi Bolşevizm’in burjuvazinin yüreğine saldığı korkunun ne denli güçlü ve güncel olduğunun açık bir işaretidir. Korkmakta haksız değiller; Bolşevizm ezilen ve sömürülenlerin devrimci iradesinin açığa çıkarılması ve bu iradenin sömürücü egemenlere devrimci zorla dayatılması ise -ki öyle-, zamanımızın koşulları Bolşevizm’in yeniden ve daha güçlü olarak ayağa kalkması için tüm olanakları sunmaktadır. Bolşevizm rehberliğinde yürüyen devrimciler, tarihin çağrısını karşılıksız bırakmayacaktır.