AKP’nin planlamaları ve gösterdiği hedefler ile işaret ettiği tarihler için ‘normalleşme’ adımları başladı. Onlar zaten arka planda yürütülen hesapları devreye koyuyor. Devlet, Kürtlere ülke içinde kayyumlarla, gözaltılarla; Başur ve Rojava Kürdistan’ı sınırları içerisinde ise çeşitli saldırılarla süreci farklı bir yöne çekme hazırlığı yaparken yine ülke içinde işçi sınıfına yönelik saldırıları ve onun ekseninde değerlendirilebilecek bir takım saldırıları toplumsal tabakalara ve emekçilere artırarak yöneltti. Bir çok noktaya olan saldırılar gelişigüzel olaylar değil, tam aksine planlı ve bütünlüklüdür.
Erdoğan, burjuva sınıfın ve faşizmin kişiliğidir, bunun önde olan temsilcisidir. Dolayısıyla söylediği her söz gidecekleri yolun ve yapacakları şeylerin gösterge ipuçlarıdır. AKP’nin, Soylu’nun istifasından geri dönüşüyle edindiği ideolojik otorite bugün bir kez daha saldırıları organize etmekte, ülke içinde özellikle yasal silahlı gücüyle bir hakimiyet gölgesi inşasına hız katmaktadır. Esas hedeften kaçındırılmak istenilen, bu saldırıların altında yatan gerçeğin kitleler tarafından sorgulanma noktasının değiştirilmesidir. Halkın günden güne artan yaşamsal zorluğu, bu gizleme perdesi altında absorbe edilerek eritiliyor. Çünkü sistemin sorgulanma noktasının kaynağı göz önünden kaçırıldığında geriye birkaç seçenek kalıyor; faşist politikalara “doğru” demek bunlardan biri. Bu, devletin planlamaları gözüyle bakıldığında ortaya çıkan sonuçtur ve bunu en çok Kürt halkına karşı yürütülen şoven politikalarda görüyoruz. Tabii bunu diğer bütün politik unsurlardan ayırarak söylemiyoruz. Ülke gerçekliği ve mevcut atmosferi durumun bir parçası olarak görmek gerekiyor. Diğer bir seçenek; bu politikalardan rahatsız olan ama “demokrat” olmayı tercih edenler cenahıdır. Bunların nedeni egemen burjuva düşüncenin iki farklı kliği içerisinde kitlelerin neden-sonuç ilişkisini sorgulama noktasıdır. Onun sonuçlarını da kitlelerin mobilizasyonu eksenine indirgediğimizde anlam kazandığını bilmek gerekmektedir. Biraz daha açarsak; kitle mobilizasyonu denen şey sokakta tankı bile durdurabilir, sokağa hakimiyet demektir. Velhasıl AKP kendi 2. anayasasını uygularken mevcut anayasanın bazı kurallarını istediği gibi evirip çevirebiliyor ve bütün bunlara binaen toplumsal tabaka ve sınıfa ne kadar ve ne zaman saldıracağının kontrolünü bırakmak istemiyor. (Üçüncü seçenek diyebileceğimiz devrimci seçeneği dışında bırakarak söylüyorum)
Televizyon ekranlarından ve sosyal medyadan gördüğümüz kimi şahısların açıklamaları devletin ideolojik saldırılarının göstergeleridir. Hiçbiri bu lafları öylesine söylemedi, açılan alandan dışa vurumdur her birinin sözleri. Kastettiğim şeylerin başında cenazelerimiz, akademik alanda görevli olanların açıklamaları, diyanetin sözleri bu işin en başını çekmektedir. Buna bir çarpıklık demenin ne kadar doğru olacağı tartışılabilir ama görünen o ki bu kesinlikle bir kurumsallaşmanın “eskiye” olan cevabı + toplumsal tabakaları /örgütlenmeleri ezme hareketidir. Buna artık sadece tahammülsüzlük de denilemez çünkü anlık bir nefreti de barındırmıyor; sistematik ve organize olmasını göz önünde bulundurmak gerekmektedir.
Devrimci, sosyalist ve özgürlükten yana olan güçlere dair giriştiği saldırının şu an ve her an olan evresi sosyopolitik arenanın sınıfsal şiddet ve zor kullanma ayağını oluşturuyor. Devlet, sır perdesi altında saklamaya çalıştığı işçi sınıfının ve yoksulların yaşam koşullarını, sınıf ‘kendiliğinden’ olsa bile oluşabilecek bir tepkiyi önce en minimuma ve ardından yok etmeye çalışıyor. Ekonomik olanın yerle bir olması demek burjuvazinin ideolojik argümanlarının yok olması demektir. (Tersinden; egemen ideolojiye duyulan örgütlü öfkenin bilinci de onu devirecek kitle gücünü ortaya çıkarır) “Öyle bir anda ne anlatsa da boştur!” demek rejimin “tamam buraya kadarmış” dediği anlamına gelmiyor. AKP, büyük bir yatırım yaptı geçmişten bugüne kadar. Şimdi iyisiyle kötüsüyle bunun meyvesini almak istiyor. Sermaye gruplarını, tüccarlarını, yasadışı güçlerini ve kalemşörlerini doyurmak istiyor. Savaşı kolay kaybetmiyor. Yani AKP plan sahibi büyük bir faşist organizasyondur; ittifaklar kurar-dağıtır, rıza da üretir zor da kullanır ama en ufak bir açığı bile kolay kolay kaybetmek istemez. HDP belediyelerini bir yana bırakalım; İstanbul ve Ankara’yı alamadı diye yapmaya başladığı her şeyin bir sebebi var. İnsanlar bundan birkaç sene önce herhangi bir olay için ‘bu AKP’nin sonu olur’ derdi, şimdi kimse egemen siyaset arenasındaki gelişmeler için böyle şeyler diyemiyor. Bunun da bir sebebi olmalı ki içinde olduğumuz pandemi anında bile hissedilen en büyük tedirginlik olan yaşama duygusu ve bir takım öfkeler dost sohbetleri dışına taşamadı. “İlerisine taşınır mı?” dersek o da devrimci ideolojiyi, zoru ve örgütlenmeyi itinayla kullanacak olanların azmiyle alakalıdır.
Oyunu bozmak istiyorsak işin kökenine de inmek zorundayız. AKP güvence altına alamadığı ekonomiyi çeşitli ara yollar ve ittifaklarla belirli bir rayın civarında tutmaya çalışıyor. Trenin raydan kendiliğinden çıkacağını herhalde düşünen yoktur artık. Sınıf savaşıdır bu, devlet-sistem başka başka alternatifler arayışındadır, plansız değildir. Mümkün olan şey ise devrimci ideolojik hakimiyet kurarak sınıf ve toplumun bütün ezilenlerini, AKP’nin stratejisinin tam karşısına geçirebilmektir. Onu da oluşturabilecek olan devrimci ideolojinin hegemonyası ve zorun etkin varlığıdır. Ve onların da doğal sonucu olarak kitlelerin militan mücadelesi bilince kavuşmalıdır.
AKP alanlarda hala istediği dönüşümü yakalayamadı ve bu yüzden yarına dair bir hazırlığı var. İstediği faşist mobilizasyonu Kürt halkına dönük saldırılarda diğerlerine nazaran daha başarmış görünüyor ama o da nafile. Şimdi yapmamız gereken bütün örgütlenme alanlarımızda devrimci ideolojik hakimiyeti mümkün kılacak olan ‘zoru’ başarmaktır. AKP’nin en zayıf tarafı ekonomik kötü gidişatın yoksulların hayatına yansımasını engelleyememesi ve yapmak istediği ideolojik hakimiyetin özellikle çok belirgin noktalarda ters tepmesidir.
Arkadan hızla ilerleyen ekonomik krizin geldiği durum ve Swap haberleri kısa vadede devletin yaz ayından beklentisi olduğunu göstermektedir. Turizm ve ihracatın salgınla beraber düşüşe geçtiği gerçeği, bu kısa vadeli zamana AKP’nin içte bir hazırlığı olduğunu göstermektedir. Kapitalist ekonominin hem ülke içinde hem de tüm dünyada kendi dinamikleriyle rahata ermesinin somut imkanının kalmadığı ve bundan dolayı patronların da bir süre daha küçülme ivmesini belirli oranda tutmak ya da kimi patronlar içinse büyümenin gerçekleşmesi için sınıfın haklarını gasp hareketi devreye farklılaşarak konuldu. Bu durumda da ayrıca işçilerin öfkesini örtbas etmek için devletin sömürgecilik ve savaş hareketine yöneleceği de bir dönemde bulunuyoruz. Zamanını kestirmek zor ama zor olmayan şey ise bütün bunlara rağmen hiçbir ekonomik girdinin geçen yıllar gibi olmayacağı ya da ‘istikrarlı’ olmayacağıdır.
Şimdi tam da bu günlerde yani pandeminin ekonomik daralma yaratacağına ilişkin olan senaryo ile AKP’nin modern sermayesi ve eski sermaye grubunun esasta ortaklaşamaması, Türkiye sermaye grubunun varoluşundan devraldığı ve şu günlerde de derin hakimiyet krizinin politik tezahürü olduğunu görmekteyiz. Ülkede kapitalizmin gelişim seyri üzerinden oluşan bu durum eski grubunun karşısına; AKP ile yapısal argümanı değişmiş ve yerine montaj, inşaat ekonomisi ve yan dalları ile rant temelli yeni grup adapte edilmiştir. Eskinin maddi gücü, yeninin ise politik gücü ağırlıktadır. Eski, bu dönem için “IMF’ye gidelim” derken, devlet “IMF’ye gitmeyiz” diyor. Velhasıl, AKP genelde ekonomiyi özelde ise “yeninin” ekonomik ve politik ağırlığını birlikte kılma çabasında. Bu da doğal olarak bir takım toplumsal değişimleri, saldırıları ve pandemi (veyahut başka durumlar anında) ortamını fırsata çevirmek istiyor.
Bu, AKP’nin zayıf tarafıdır. İstediği dönüşümün hem “eskiler” tarafından bir tepkisi hem de en önemlisi olan halk içinde bir reddiyesi var. Ancak güçlü olan tarafı devrimciler gibi onlar da sokağın gücünü anladı. O yüzden kural tanımıyorlar. Olması gereken devrimciliğin sokak hakimiyetinin tekrar inşasıdır. Bizim avantajımız ise sokakları hep tanıyor oluşumuz ve moral kaynaklarımızdır. Her gün bir üniversitenin öğrencilerinin maddiyat ve gelecek kaygısı sorunu ile liselilerin sınav tarihiyle ilgili taleplerini sosyal medyaya taşıması, kadına yönelik saldırılara olan öfkemiz, salgın anına ilişkin olarak sağlık emekçilerinin ve sanayi işçilerinin durumu, ‘kalan artık yemek alınır’ diyen yoksullar ve özgür olmadığını hisseden her kim varsa, onlar devrimci zorumuzun moral kaynaklarından sadece birkaç örnektir. Bu işte öncülük iddiasını herkesin gerçekleştiremeyeceği gibi devrimcilerin de bilmesi gereken şeyler mevcut; salgının ekonomik ve politik olarak taşıdığı mücadele bilinci, her şeye hazırlıklı olmak, işçilerin-kadınların-gençliğin ve bütün ezilenlerin alan ve örgütlenmelerde kitlelerin demek istediklerini onlarla birlikte söyleme isteği, faşizmin sokakta hegemonyasını kırmak, sosyalizm propagandasını daha da yükseltmek, özgürlük hissiyatının verdiği mücadele morali vb. devrimci olan her şeyi mümkün kılmak gerekmektedir.
Politik gelişmeler bazı anlarda olduğu yerden ileriye sıçrayarak gelişir. Kitleler uzun yıllarda edinilebilecek öğretiyi günlere sığan zaman diliminde öğrenebilir. Diğeri ise uzun soluklu mücadelenin sonucunda biriktirilen emeğin karşılığı olarak gelişir. İkinci seçenek anda sıçrayıştır. Sadece birinciyi beklemek kaderciliktir, Türkiye’de çok alıcısı var “birin”. Gezi’ye duyulan özlem gibi, ansızın bi’şeyler olsa keşke deniyor. Neyse, ama ikinciyi oluşturmak ‘kurmaktır’. İkincisi öyle bir şeydir ki manevraları her ikisini de kapsayabilecek esnekliğe de sahiptir. Yani hem “ansızın” bir takım şeyler olsa öncülük edebilirsin hem de zaten hazırlandığın oyunun rolüne çalışmış oyuncusu olabilirsin. Şimdilerde birçokları gibi biz de, AKP’nin aslında kendiliğinden yıkılacağını bildiği için saldırdığını, iç çelişkileri olduğunu ve pandeminin ise bu işe tuz-biber olduğunu düşünerek “birinciyi” mi bekleyelim? Ya da cevabını ne kadar bir süre sonra alacağımızı bilmediğimiz “ikinciyi” mi kuralım?
Hangisi, bir mi iki mi?
