En Çok Okunanlar, Gündem

Editörden| Devrimin taleplerine yoğunlaşmalıyız

Birleşik Mücadele Güçleri’nin siyasal platformda yer alması Türkiye metropol alanlarındaki devrim ve demokrasi mücadelesinde oldukça önemli bir moral ve enerji yükselişine yol açtı. Şubat’ta ilan edilen mevzilenme kendini 8 Mart, 12 Mart, 21 Mart gibi önemli politik kavşaklarda gösterdi. Şimdi önümüzde 1 Mayıs bulunuyor. Devrim ve demokrasi güçlerinin 1 Mayıs deklarasyonu bu kez de keza büyük bir katılımla oluşan 1 Mayıs Platformu tarafından yapıldı.

Bu kesit itibariyle görünen odur ki, bugüne kadar her değerlendirmenin belirleyici paragrafını oluşturan “örgütlenme” sorunu büyük ölçüde aşılmış durumdadır. Bu ifade elbette örgütlenme sorunun çözüldüğü anlamına gelmez. Böyle değildir. Örgütlenme, devrimci hareketin her günkü meselesidir ve her an yeniden üretilerek sürdürülecektir. Ancak Türkiyeli devrim ve demokrasi güçleri artık örgütsel taktik planda birleşik mücadele ihtiyacının çekim alanına girmiş durumdadır ve bu taktik çerçevede sadece Birleşik Mücadele Güçleri kapsamında değil aynı zamanda 12 Mart ve 1 Mayıs platformları gibi daha geniş platformlarla da mücadeleyi örgütlemeyi başarmaktadır.

Bundan sonra bu yolda derinlemesine ve genişlemesine ilerlenecektir. Dolayısıyla artık birleşik mücadelenin daha ileri düzeyleri üzerine, bu düzeylere varmamızdaki eksiklerimiz üzerine konuşup tartışmaya doğru yönelmeliyiz. Örgütlenmenin taktik aşaması belli bir ölçüde çatıldıysa şimdi görev mücadelenin taktik hedefleri üzerine yoğunlaşmaktır.

***

1 Mayıs Platformu’nun 1 Mayıs’a ilişkin, yani uluslararası ve ülke proletaryası açısından koyduğu mücadele hedefleri, görülmektedir ki, oldukça “demokrasi” mücadelesine ve “reform” taleplerine göre belirlenmiş durumdadır. Bu içinde bulunduğumuz siyasal aşama itibariyle önemli bir taktik yetersizlik olarak değerlendirilmelidir. Devrim ve demokrasi güçlerindeki ortalama politik irade gereken önderlik düzeyini ifade etmekten henüz uzak görünmektedir. Oysa hiç değilse son dönemin ajit-prop’u birleşik devrimin hedeflerine göre yürütülmekteydi. Demek ki faaliyette bir etkisizlik, perspektif sunumunda bir yetersizlik söz konusu. Sonuç olarak 1 Mayıs Platformu, mücadelenin genişlemesine örgütlenmesiyle devrimci hedefleri arasında olması gereken uyumu pek kuramamış görünmektedir. Belki de bu, Kasım 2018 seçimlerinden bu yana gerici faşizmin saldırıları karşısındaki liberal geri çekilmenin demokrasi mücadelesinde yarattığı bir alışkanlığın devamı olarak görülebilir.

Devrim nesnelliğinin iyice olgunlaştığı ülkede devrimci öznenin devrim öznelliğini artık öne çıkarması ihtiyacı itibariyle bu alışkanlıktan hızlıca ve nitelikle sıyrılmak stratejik bir gereklilik halidir. Mücadele örgüt ve hedefleri buna göre belirlenmeli; 1 Mayıs talepleri, hükümetin ve RTE’nin tasfiyesi ve yerine “halk meclisinin” kurulması gibi siyasal hedef ve programları gündeme getirmelidir.

Ülkedeki sınıf mücadelesini bütün yayılımıyla gözlemlediğimizde görebiliyoruz: ülkenin içinde bulunduğu politik değişim atmosferi o denli kritiktir ki bu atmosferde birleşik devrimin, birleşik mücadelenin devrimci ve örgütlü bir özne olarak öne çıkmaya başlaması burjuvazinin liberal kanatları tarafından karşılıksız kalmayacaktır.

Her şeyden önce ülkede bir iktidar boşluğunun olduğu burjuvazi tarafından da bilinmektedir. İkincisi, devrim ve demokrasi güçleri kendi öncülük çıkışını ya bu gerçeğin bilincinde olarak gündeme getirecektir ya da liberal burjuvazinin giderek derinleştireceği bu mücadelenin kuyruğunda, ona altlık olarak var olacaktır.

Politik değişimde öncülük ayrımı taktik hedeflerin belirlenmesinde ortaya çıkar.

Küresel, bölgesel çelişkilerin de yığılmasıyla ülke uzun süredir ciddi bir siyasal hesaplaşmaya doğru yuvarlanmaktadır. Bu koşullarda birleşik devrim ve birleşik mücadele gereken ideolojik ve siyasal yırtılmayı başarmak üzere inisiyatif yükseltmek zorundadır. Ama bu inisiyatif sadece eyleyişle değil esas olarak yönelişle sınıfsal karakterini, niteliğini gündeme getirebilir. Salgının, sömürünün, sömürgeciliğin Saray’la bütünleştiği bir devrim nesnelliğinde liberal burjuva önderlikle reformizme değil, birleşik devrim perspektifimizle devrime yönelmeyi öne çıkartmalı, her taktik örgüt ve mücadele hamlemizi bu hedefe göre düzenlemeliyiz.

Ülke proletaryası ve ezilen halklarının artık anketlere yansıyan somut beklentisi budur. Uzun süredir yapılan seçim anketlerinde %8-10 arası sistemden tümüyle umudunu kesmiş ve bunu açık bir tavır olarak deklere eden çok büyük bir boykotçu kesim var. Devrim liberallerle aynı cümleleri kurarak bu kesimi ve diğerleri içindeki kararsızları, ki bu da en az %15’lik bir büyük oran oluşturmuş durumdadır, asla kendinden yana saf tutmaya ikna edemez yönlendiremez. Devrim, devrimci söylem, devrimci tarz, devrimci taktik gerektirir.

***

Uluslararası emperyalist burjuvazinin AKP-RTE iktidarına olan destek ve ihtiyacı son AB heyeti ziyaretiyle bir değerlendirme olmaktan çıkarak somut bir veri haline dönüştü.

AB heyetinin Saray ziyareti sadece Avrupa Konseyi Başkanı Charles Michel’in erkek egemen yaklaşımda RTE’yle yarıştığını açığa çıkarmakla kalmadı, aynı zamanda bir bütün olarak AB’nin Gare’den Rojava’ya kadar bütün sömürgeci saldırılarında, demokrasi güçlerine karşı yürüttüğü baskı politikalarında, kadın cinayetlerinde ne kadar RTE başkanlığındaki gerici faşist iktidarın onaycısı olduğunu da ortaya serdi. AB, her ne kadar kendi desteğini yeni bir mülteci akımına uğramamak isteğiyle meşrulaştırmaya çalışıyorsa da konunun sadece ve esas olarak bu olmadığı ziyaret öncesi ABD Dışişleri Bakanı Blinken’in,  Türkiye üzerine politik yönelimin nasıl olması gerektiğine dair yaptığı açıklamalarında bir kez daha ifade edildi: Rus dengesi nedeniyle Türkiye’ye karşı itici olunmamalıydı.

Neden?

Çünkü:

Uluslararası emperyalist burjuvazi içinde bulunduğu krizden çıkabilmek için doğu pazarları üzerindeki hegemonya ve yayılımını geliştirmek zorundadır. Doğulu ülke ve halkların bu zorunluğa direnci itibariyle Doğu ve Batı pazarları Donbass’tan Basra’ya çizilen bir hat üzerinde neredeyse ikiye ayrılmış durumdadır. Emperyalist burjuvazinin “küresel gerilim ve düzensizlikler yaratarak Batı’dan Doğu’ya doğru ilerlettiği dengesizlik halinin” (Schwab) tarihsel hattı burada kurulmuştur. Bu hat üzerinde, sanki orta çağ savaşlarının taktik tarzı olarak dizilerde, filmlerde gördüğümüz bir “kalkan duvarı” savaşı yürütülmektedir. Bu hattın jeo-stratejik merkezi Türkiye’dir. Doğu’ya doğru Balkan Savaşı’yla Kuzey’den, BOP’la güneyden yapılan zorlamaların etkisizliğiyle Türkiye bir orta yol güzergahı ve karargâhı olarak emperyalizmin açık desteğine her durumda sahip bir ülke konumundadır.

Bu nedenle, 128 milyar doları yandaşlarına peşkeş çeken, cari açıkta geçen seneye göre iki milyar dolar fazlayla 37,8 milyar dolara çıkan, işsizliği kendi resmi rakamlarıyla bile 10 milyonluk bir iş gücü ölçüsüne yükselten, pahalılığı üretici fiyatlarının 5-8 katına çıkaran bir çökkünlük içindeki AKP-RTE hegemonyası uluslararası emperyalist burjuvazi için kolay yönlendirilir bir aparat olarak görülmektedir. Bu iktisadi çökkünlük o düzeydedir ki, AKP-RTE’nin devlet müteahhidi olan Limak patronu Nihat Özdemir bile doların oynamalarından şikayetini ortaya konuşmaktan kendini alıkoyamamıştır.

Bununla birlikte, gerici faşist iktidarın hattın kuzey ucundaki Ukrayna meselesine, ülkenin Nazi oyuncağı devlet başkanıyla yaptığı toplantı üzerinden ABD-AB ne diyorsa tümüne destek vermesi salt iktisadi mecburiyet sonucu değildir. Bu tutum iktidarın emperyalist işbirlikçisi ideolojik ve politik yapısının bir sonucudur. RTE’nin buna ek olarak yaptığı, tüccar kimliğiyle yeni emlak satışlarından para sağlayabilmek için Montrö anlaşmasını da geçersiz kılmak üzere yeni İstanbul kanalını pazarlamaktır. Ama işin burası aynı zamanda Türkiye’nin geleneksel devlet sınıflarıyla AKP-RTE’nin çelişkisini de bir kez daha açığa çıkarmış ve eski amirallerin bildirisini gündeme getirmiştir. Bu amirallerin NATO’cu kimlikleri asla tartışma konusu edilemez. Buna karşın Montrö hassasiyetleri Türk burjuva devletinin devlet sınıfları bağlamındaki politik özerkliklerinden kaynaklıdır. Unutulmamalıdır ki, II. Savaş döneminde emperyalizm bütün çelişkileriyle, Türkiye’nin dört bir yanını cehenneme çevirdiği bir süreçte, bu siyasal geleneğin temsilcileri Türkiye’yi paylaşım savaşına sokmaktan ve bu savaşın bir nesnesi kılmaktan uzak tutmayı tercih edebilmişlerdi.

Bu nedenle siyasal ağırlığı oldukça düşük bu hamleyi erekçi bir yaklaşımla hemen RTE lehine “allahın lütfu” kapsamında ele almak, “şeyh uçmaz, mürit uçurur” bağlamında RTE’yi kadiri mutlak bir egemenliğe ve üstün inisiyatife haiz gören küçük burjuva liberal bir bakışın eseri olmalıdır ya da başka sözlerle, küçük burjuva liberallerin bütün sallantısına karşın RTE iktidarının hegemonya alanının dışına çıkamadıklarını gösteriyor olmalıdır.

Konunun ülke politikasına yansıyan bu kısımları haricinde Ukrayna sorunu yaratacağı siyasi sonuçlar itibariyle en çok ABD’nin işine yarayacağından özellikle kışkırtılmaktadır. ABD’nin bu sorundaki çıkarı esas olarak Almanya önderlikli Avrupa sermayesini tıpkı BOP sürecinde denediği gibi Amerika’nın hegemonyası altına almak olduğu görülmektedir. Ukrayna’da Rusya’nın dahil olacağı bir savaş sonucu ne olursa olsun Kuzey Akımı 2 gaz boru hattının yapımını belki de tam bir kesinlikle devre dışı bırakacaktır. Tamamlanmasına sadece 30 kilometre civarında kalan bu bağlantı günde 800-1000 metrelik inşaat hızıyla Ukrayna krizinin neredeyse vadesini belirlemektedir. Ukrayna bir şekilde Rusların askeri müdahalesine maruz kaldığında Avrupa’daki Transatlantikçi güçler bu bağlantının kurulmasına karşı kesin bir tavır alacaklardır ki bu, Almanya’nın kaya gazı üzerinden Amerika’ya muhtaç kalmasına, Amerika’nın önemli bir ihracat kalemi bulmasına ve gelecek yıllarda hem Ortadoğu’dan hem de Asya’dan getirilecek boru hatları projeleri itibariyle Amerikan askeri politikasına tümüyle bağlanmasına yol açacaktır. Diğer taraftan Ukrayna savaşı Doğu Avrupalı Amerikan müttefikleri üzerinden Amerika’nın Almanya üzerinde askeri ve politik egemenlik kurması anlamına da gelecektir. Almanya’nın son zamanlarda Putin’le hızlanan diyalogları belki de böyle bir tehlikeden kendilerini uzak tutmaya çalışmalarının belirtisi olabilir. Hemen önümüzdeki günlerde bu durumu gözleme imkânımız olacaktır.

Amerikan emperyalizminin Transatlantik ittifakı üzerindeki hakimiyetini gevşetmeden yeniden tahkim etme çabaları sadece Kalkan Duvarı’nın kuzey ucunda değil aynı şiddetle güney ucunda da yürürlüktedir.

Avrupa’nın planları dahilinde olmasına karşın İran’la yeniden kurulmak istenen nükleer anlaşma zemini gene Amerika’nın ve elbette İsrail’in çabalarıyla neredeyse bütün geçmişiyle birlikte kadük olmak üzeredir. Amerika, önce müzakere sonra yaptırımlar süreciyle İran’ı kendi keyfiyetine mahkûm etmeye kalkarken İran’da önce bütünüyle yaptırımların kalkması ardından müzakere dayatmasıyla anglo siyonist emperyalizmin bölgesel oyunlarını bozmakta oldukça başarılı bir politika izlemektedir. Devrimden bu yana hiç soluksuz yaşadığı savaş ve yaptırımlara rağmen bunu tarih-toplumsal bir kolektif dayanışma içinde absorbe eden İran, emperyalist krizin gelinen aşamasında önce Çin’le imzaladığı 400 milyar dolarlık bir süreç mutabakatı, ardından Rusya ile geliştirdiği diplomatik çerçeve itibariyle direncini daha da artırmış görünüyor. Bir taraftan İsrail’le karşılıklı gemi vuruşları, diğer taraftan yaşanan suikast ve sabotajlara rağmen yeni nükleer arıtma istasyon ve düzeylerini geliştirmesi yaptırımlara ve kuşatmalara rağmen İran emperyalizme ve siyonizme karşı bölgesel bir direnç oluşturmaya devam etmektedir. Bu çerçevedeki bölgesel ağırlığı Amerika’ya karşı Irak’ta da bir direnç yaratmak düzeyinde yansıyor. Amerika’nın Irak’tan çekilmesi geçtiğimiz günlerde Kazımi hükümetiyle yapılan anlaşmayla resmi bir programa bağlandı.

Her ne kadar  Amerika, sahadan çekilme takvimini teknik hazırlıklar gibi belirsiz süreçlere yayarak uzatmak niyetinde ise de Kazımi ve Amerika arasındaki anlaşmanın zaten Irak meclisinin Süleymani cinayeti sonrasında aldığı “Yankee, go home!” kararının uzatmalı bir resmileşmesi olduğunu hatırlayacak olursak, Kazımi hükümetini korumak için olsa bile Amerika’nın bu sürece bağlı davranmaya zorlanacağını öngörmek, özellikle son on günde Amerikan konvoylarının beş roket saldırısına uğradığına dair yalanlanmamış iddialar eşliğinde mümkün olabilmektedir.

Amerika, bir diğer taraftan da Rojava’daki varlığını sürdürebilmek için DAİŞ’i yeniden canlandırma faaliyeti içinde görünmektedir.

Bunlarla birlikte, Suriye meselesinin en önemli gündeminin İdlib olduğu biliniyor. Rusya’nın Avrupa ve Amerika’yla kendi arasında kurmayı denediği detant politikası Navalny olayından itibaren iyice devre dışı kaldığından dolayı İdlib’de çeteler son dönemde Rus ve Suriye hava saldırı güçlerince oldukça etkin ve yoğun bir şekilde vurulmaktadır. Bu darbelerin çetelerde yol açtığı dağınıklık aynı zamanda RTE iktidarından yeterince finans desteği alamamaktan kaynaklı bir çözülmeyle de derinleşiyor. İdlib’de ne bir süre önce yeniden bahsedilen Beyaz Kasklılar provokasyonları ne de Türk ordu+çete faaliyetleri Rusya ya da Suriye güçlerine bir tehdit oluşturabiliyor. Aksine, başı bağlı kadınlara din dışı davrandığı için Türk ordu güçlerinin çeteler tarafından vurulduğuna dair sahadan gelen haberleri okuyabiliyoruz. İdlib’deki emperyalizm ve sömürgecilik işbirlikçisi çetelerdeki bu dağınıklık anglo siyonist Suriye politikalarında önemli bir gedik açmış görünüyor. Özellikle Astana sürecine koşut Katar’la yapılan buluşma sonrasında TC’nin bölge etkisindeki kırılma, daha güneyden İsrail’in provokasyonlarıyla tahkim edilmeye çalışılıyor.

İsrail bu provokasyonlarını Filistin ve Lübnan üzerinden uygulamaya sokma gayret içindedir. Doğrudan Filistin sorunuyla bağlantısı yok gibi görülse de Ürdün’de İsrail eliyle yapılmak istenen darbe girişimini, Amerika’nın bölge politikalarıyla bağlantısı oldukça belirgindir. Bilindiği gibi Biden yönetimi, Uluslararası Ceza Mahkemesi, İsrail’in Filistin bölgesindeki faaliyetlerini gözden geçirme kararı almasının ardından Filistin’deki İsrail yerleşimlerini işgal olarak niteledi. Bir önceki Trump yönetimine göre yeni ama daha önce görülmedik bir durum değildir. Amerikan emperyalizminin Brzezinski, Kissinger gibi dış politika duayenleri, Ortadoğu’da Amerikan hegemonyasının kalıcılığı açısından İsrail’in Filistin halkı ve toprakları üzerindeki siyonist politikalarına sürekli şekilde bir sınırlama getirmeyi önermişlerdir.

Şimdiki aşamada, Sünni ve işbirlikçi Arap yönetimleriyle İsrail arasında yeni bir ilişkiler kurulurken İsrail’in Filistin meselesindeki saldırganlığının bu gidişi bozacağına dair endişe Amerikan emperyalizmini Filistin yönetimiyle Hamas ve İran’ı aşkın yeni bir ilişki arayışına sokmuş durumdadır. İsrail ise, Ürdün’deki darbe girişimiyle, iki devletli bir çözüm zorlaması karşısında 70’lerden bu yana sık sık gündeme geldiği gibi Ürdün’ü Filistinlilere vererek Gazze ve Batı Şeria’daki hakimiyetini korumak derdinde görünmektedir.

Ancak yükselen çelişkiler Amerika ve İsrail’in bölgede istediği gibi koşturmasını kısıtlarken hem Rusya hem de Çin doğrudan Filistin taraflarıyla da temas kurmakta ve siyonizm işbirlikçisi Mahmut Abbas’a karşı yeni ittifaklar hemen önümüzdeki aydan itibaren gerçekleşecek Filistin yerel yönetim seçimlerinde önemli etkilere yol açabilecektir. Bilindiği gibi Rusya, Navalny olayı ve Valdai konferansı sürecinde Lavrov tarafından açıklandığı üzere her türlü ittifak ilişkisini artık Batı’yı görmezden gelerek geliştirmek istediklerini açıklamıştı. Bu yaklaşımın pratik karşılığı geçtiğimiz ay Filistin yönetimi içindeki kliklerle, ardından Hizbullah ve en son geçtiğimiz günlerde doğrudan Haşdi Şabi’yle yapılan görüşmelerde görmüş olduk.

Amerika’nın Ortadoğu’daki etkisindeki azalma aslında bir tür Latin Amerika’daki gerilemesine koşut olarak da ele alınabilir. Bildiğimiz gibi, Amerikan emperyalizminin kıtada 90’larla başlayan neoliberal saldırısı, BOP süreciyle Ortadoğu’ya yoğunlaşınca yerini pembe dalga’ya bırakmıştı. Brezilya’dan Arjantin’e, Bolivya’dan Venezüella’ya kadar Latin Amerika’nın hemen her ülkesinde idari ve iktisadi demokratik yönetimler ortaya çıktı. Trump iktidarında, sonsuz savaşları bitirme yaklaşımı çerçevesinde Ortadoğu’da çekilme vb. gibi bir gevşeme olurken Latin Amerika’da Amerikan baskısı karşısında pembe dalga neredeyse tümüyle geri çekilmek zorunda kaldı. Brezilya, Bolivya, Venezüella’da sivil görünümlü darbelerle iktidar boşlukları yaratıldı. Yeni evrede ise Amerikan emperyalizmi hem Karadeniz hem de Çin Denizi hattına yığılmaktadır. Bu nedenle Ortadoğu ve Latin Amerika’da emperyalizmin bıraktığı boşluk yerel demokrasi güçlerince yeniden doldurulmaya başlandı. Politik analizlerde kıtada pembe dalganın geri dönüşünden bahsediliyor.

Bu gelişmeler, Amerikan emperyalizminin İran ve Nikaragua devrimlerinin eş zamanlılığıyla açığa çıkan küresel askeri yetersizliğini yeniden akıllara getirmektedir. Amerika 79’dan itibaren birçok küresel güvenlik projesi geliştirmesine karşın aynı anda iki büyük alanı tutmaktaki yetersizliğini aşabilmiş değildi.

BOP sürecindeki tıkanmalar sonrasında Amerikan emperyalizmi iki küresel proje üzerinde tartışma yürüttü. Bunlardan biri Hillary Clinton’un görevden çekilirken gündeme getirdiği doğrudan Çin’i hedef alan Asya-Pasifik projesiydi. Diğeri ise Stratfor’un Büyük Karadeniz Projesi idi.

Şimdilerde uluslararası emperyalizmin askeri alan örgütlenmesi NATO üzerinden yeniden örgütlenmektedir. Transatlantik ittifakının mali gücü ve emperyalist yayılımdan hareketle Ortadoğu’da Arap NATO’su, Uzak Doğu’da Quad ittifakıyla ABD’nin alan tutmadaki eksikliğini giderme çabası gündemdedir. Buna bağlı olarak Ukrayna krizi, TC-Ukrayna, TC- Romanya görüşmeleri Büyük Karadeniz Projesi’nin stratejik bir ağırlık kazanmakta olduğunu yeterince göstermektedir, çünkü bu sahadan hem Avrupa’ya egemenlik hem de Rusya çevresi üzerinden Hazar’a egemenlik mümkün olabilecektir. Bu proje 400 millik mesafesiyle aynı zamanda Ortadoğu’ya da müdahale imkanlarını taşımaktadır ve bu yayılım itibariyle Türkiye, Ukrayna’dan Nijerya’ya Balkanlardan Basra’ya kadar bir alana müdahale etmenin jeo-stratejik merkezinde bulunmaktadır.

Bu nedenle uluslararası emperyalizmin Türkiye politikası bu ülkeyi asla ve hiçbir ölçüde Rusya’nın inisiyatif alanında bırakmamaktır. Burada AKP-RTE iktidarının her durumda zaten NATO’cu ve emperyalizm işbirlikçisi olduğu unutulmamalıdır. Ona yeni Osmanlıcılık, Avrasyacılık gibi misyon yüklemeler çaresiz küçük burjuva bakışın kendini teselli edecek yüceltimlerinden daha öte bir değer taşımaz. Osmanlı’dan bu yana Rusya karşıtı ve batı yönelimli egemen sınıfların kültür, ilişki ve sermaye birikiminin bundan başkasına imkan tanıması düşünülemez bile. Rusya’da bunu bildiği için hem İdlib’de Türk güçlerini vurmakta hem de Ukrayna ve Montrö meselelerinde uyarıcı tutum almakta, turist trafiği gibi en basit düzeylerde bile TC’yi kuşatmayı hafife almamaktadır.

Ancak bir diğer taraftan AKP-RTE iktidarının küresel sermaye ilişki ve politikaları içinde sorun yaratan rantçı, tüccar sermaye kimliği nedeniyle uluslararası finans kapitalizm bölge ve ülke tercihinde bu iktidarı çoktan devre dışı bırakmış durumdadır. Bununla birlikte bölge dengeleri AKP-RTE ötesinde yeni bir siyasal yapıya geçişi kolayca göze almayı da engellemektedir.

Bu durum Türkiyeli devrim güçlerine önemli bir inisiyatif alanı bırakmaktadır. Bu alanın vektörlerini kısaca toparlarsak şöyle diyebiliriz:

Bugün itibariyle, gerici faşist ve talancı iktidar yapısının halk sınıflarına kontrolsüz salgından, ölçüsüz sömürüden ve zorba sömürgecilikten başka hiçbir politika taşıyamayacağı ortadadır. Bu durumdan dolayı devrim nesnelliği günden güne yoğunlaşmakta ve halk sınıfları düzen dışı arayışlara yönelmektedir, yönelmiştir… Diğer taraftan da uluslararası ve yerel burjuvazi AKP-RTE’yi “beka” sorunu gördüğü egemenlik alanından süpürecek bir başka burjuva alternatif üretememektedir. Saha hem yoğunlaşan krizleriyle hem de siyasal inisiyatif hakkıyla devrimci proletaryaya ve onun siyasal temsilcilerine açık durumdadır.

Buradan çıkarılması gereken Türkiye devrimci hareketinin bu gerçeği bilince çıkararak devrimci bir atılıma dönüştürmesidir. Yukarıda aktarıldığı üzere 1 Mayıs hazırlığı sadece eylemcil çizgi itibariyle ele alınmayarak kitle propagandası ve siyaseti itibariyle reformist tüm sınırları aşarak sürdürülmelidir.

Geçen yılın 1 Mayıs’ında, salgının küresel etkisi, uluslararası proletaryayı maddece de sanki tek bir sınıf uzamına sokmuş gibiydi. Ancak gelinen aşamada görülmektedir ki özellikle Avrupa aristokrat proletaryası ve düzen solu tekellerin kriz yönetimine neredeyse uyum göstermiş durumdadır. Oysa Türkiye bu konuda da önemli bir kriz ülkesidir.

TTB ve düzen solunun kapanma önerileri dünyanın hiçbir yerinde işlevli olamadığı gibi sorunun çözümünü doğrudan iktidar meselesine bağlamaktan başka çare olmadığı bütün halk kesimlerince görülmeye başlamış durumdadır.

AKP-RTE gerici iktidarı ve onun MHP’yle kurduğu faşist blok çaresizlik ve çözümsüzlük içinde bölgenin ve ülkenin en derin krizlerine doğru yuvarlanmaktan başka bir yol tutturamamaktadır. Ve diğer bir taraftan ise egemenlik meselesini kendi siyasal ve sınıfsal bekası için vazgeçilmez gördüğü için de emperyalist burjuvazinin başka bütün çözüm yollarını da kilitlemeyi başarabilmektedir.

Bu haliyle asıl AKP-RTE iktidarını devrim için “allahın lütfu” konumunda değerlendirebilmek son derece olanaklıdır. İhtiyacımız olan devrimci atılım ve enerjiyle yüklü bir devrimci kurmaylık inisiyatifidir.

Bu inisiyatifin açılış momenti olarak 1 Mayıs, hükümetin ve Tayyip’in siyasal tasfiyesini ve bir çeşit önerme olarak “Halk meclisi” iradesini gündemleştirmelidir. Liberal burjuvazinin demokrasi platformu devrimci öznenin kurmaylığında bir halk meclisi ile paralize edilerek halk sınıflarına tarihsel yönelim gerçekleştirilmelidir.

Paylaşın