Umut Yazıları

İşçi sınıfı ve siyaset – Temel Sağlam

12 Eylül 1980 darbesiyle birlikte Türkiye’de görece demokratik bir yasal çerçeveye sahip olan 1961-1980 dönemi geride kalıyor, emekçi sınıflar açısından zorlu bir süreci beraberinde getirecek kapsamlı bir saldırı dalgası başlıyordu.

Bu saldırı öncesindeki dönemde, Türkiye işçi sınıfı, 1961 Anayasası’nın sağladığı imkanları sınıf mücadelesi lehine değerlendirerek Yapı İşçileri Sendikası, Lastik-İş, Maden-İş, Yeraltı Maden-İş gibi güçlü ve mücadeleci sendikalar inşa etmişti. Öyle ki bu dalganın etkisi altında 1980’e kadar geçecek sürede çok sayıda ekonomik temelli eylemin yanı sıra siyasal içerikli eylem de ortaya çıkmıştı. İşçi sınıfı ve örgütleri yakınlarda yıl dönümünü kutladığımız 15-16 Haziran’da, DİSK’i tasfiye etmeyi hedefleyen bir yasayı karşısına alıyor, 16 Mart 1978’de Beyazıt Meydanı’ndaki kanlı saldırının ardından ‘Faşizme İhtar Eylemleri’ yapıyor, Yeni Çeltek ve Tariş’te devletin zor aygıtı karşısında devrimcilerle birlikte oldukça ileri mücadele pratikleri geliştiriyordu.

12 Eylül, dünyada 1973 petrol krizinin ardından ortaya çıkan ekonomik bunalımın derinleşmesi, Türkiye’nin de bu bunalımdan payını alması sonucunda büyüyen devrimci dalgayı ezmeye dönük bir saldırıydı.(1) Bu saldırı dalgasının ardından, kapitalizmin tarihini dönemlendirirken neoliberal dönem olarak da adlandırılan politika çerçevesi iktisadi ve siyasi süreçlere yön verdi. Neoliberal politika setinin, kamu sektörünün küçülmesi, kamunun kontrolündeki kimi hizmetlerin özelleştirilerek piyasa mantığına açılması, finansal alanın ciddi ölçüde büyümesi ve borçlandırmaya dayalı bir tüketim rejiminin inşası, enformelleşme, artan rekabet ortamı ve iş güvencesinin azalması, düzensiz çalışma biçimlerinin yaygınlaşması gibi çok sayıda sonucu oldu. (2) Kültürel, sanatsal, sosyal, bürokratik ve siyasi boyutları dahil edildiğinde bu listenin ilanihaye uzatılması mümkün. Bunların tamamını bu yazıda ele almak mümkün olmasa da işçi sınıfının siyasetle ilişkisine dair öne çıkan üç boyutu vurgulamak önemli görünmektedir. Bunlardan ilki işçi sınıfının siyaset alanından dışlanması, ikincisi kimlik siyasetinin öne çıkması ve son olarak mücadeleci taban örgütlenmelerinin artan önemi.

“Sınıf Temelli Siyasete Son Verme”

Neoliberal projenin “sınıf temelli siyasete son verme çabasını” temel felsefe olarak benimsediği sık sık vurgulandı. (3) Buna göre, özelde işçi sınıfı ama genel anlamda da sınıf nosyonu, siyasetin ve siyasi süreçlerin şekillenmesinde temel eksen olmaktan çıkartılmalı, neoliberal hegemonyanın zaferini öngördüğü sınıfların ve sınıf fraksiyonlarının zaferi birer sabiteye dönüştürülmeliydi. 12 Eylül’ü takip eden süreçte sendikal alanın bütünüyle bu hedefle dizayn edildiğini söylemek uygun görünmektedir. Sendikalar makul ve makul olmayan sendikalar olarak sınıflandırılmış, sınıf vurgusu düşük, mücadele alanı üyelerinin temel sorunlarıyla sınırlı, iktidardaki güçlere göre değişebilen ‘ulusal bütünlüğe tehdit’ oluşturan eylemler yapmayan, dar anlamda siyasete bulaşmayan ve milli ekonomiyi zarara uğratmayan stratejiler izleyen sendikalar ‘ideal sendika’ sayılmıştır. ‘Makul olmayan sendikalar’ın etkinliği yetki barajları gibi yasal sınırlamalar ve buna eşlik eden fiili uygulamalarla engellenmiştir. 2009 yılında hazırlanan bir rapor, işverenlerin öncü işçileri işten çıkarmak, kaba dayak, akrabalık bağlarını kullanma, sendika karşıtı vaaz verdirme gibi kırk bir farklı metoda başvurduğunu tespit etmiştir. (4) Aşağıdaki grafikte yer alan sendikalı işçi sayısının toplam kayıtlı işçi sayısına oranı bu durumu belirgin biçimde ortaya koymaktadır. Her ne kadar bu alandaki istatistiklerin hassasiyeti sık sık tartışma konusu olsa da eldeki ‘onarılmış’ veriler, 1980 sonrası süreçte sendikalı işçi oranının istisnalar dışında istikrarlı bir biçimde düştüğünü ortaya koymaktadır.

Şekil 1 – 1986-2018 arasında Türkiye’de sendikalı işçi sayısının kayıtlı işçi sayısına oranı (%) (Kaynak: Aziz Çelik’in çalışmaları ve Çalışma Bakanlığı İstatistikleri)

Geride kalan ‘makul sendikalar’ın ağırlıkta olduğu yeni sendikal yapının da işlevleri, bu süreçte baştan tasarlanmıştır. Buna göre işçi sınıfının siyasal karar alma süreçlerinden dışlanmasını sağlayacak biçimde ‘emek piyasasının siyasetten ve ideolojilerden arındırılması’ temel söylem olarak öne çıkmıştır. Sendikalar artık siyasal süreçlerde sözü veya fikri olan toplumsal örgütlenmeler ya da bağımsız bir sosyal güç olarak değil, salt ücret pazarlığı yapmakla görevli, bağımlı aparatlar olarak görülmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak da sarı sendikacılık, sınıf hareketinin gelişiminin önünde bir bariyer olarak konumlandırılmıştır. Yukarıdaki grafikte, sendikalılık oranının arttığı periyotları sendikal hareket içerisinde bu çizginin çeşitli vesilelerle büyüme kanalı bulduğu dönemler olarak okumak mümkün görünmektedir. Özellikle 2010 referandumu ve ardından yeni sendikacılık yasasıyla hükümet kendine yakın sendika ve konfederasyonları kararlılıkla desteklemiştir.

Finans kapitalin en öncü iktisadi örgütlerinden biri olan Dünya Bankası’nın 1990’lı yıllarda yayınladığı raporlar da bu sendikacılık biçimini desteklemiş, sendikalı işyerlerinde çalışma barışının daha iyi tesis edilmiş olması, grevde geçen gün sayısı ve çatışmaların daha az olması (5) gibi nedenlerle sendikalaşmanın desteklenmesi gerektiğini ifade etmiştir. Beverly Silver da artık klasikleşen yapıtı Emeğin Gücü’ndeki neoliberal döneme ilişkin notlarında “fabrikada disiplini sağlanmasının yolunun ‘sorumlu sendikacılık’tan geçtiğini [1981’de Brezilya’da] kabul eden ilk şirketin” Ford olduğunu, onu bir yıl sonra Volkswagen’in izlediğini belirtmiştir.

Kimlik Siyasetinin Büyüyen Rolü

Sınıf kavramını siyasal alanı anlarken veya tasarlarken kullanılacak temel araç olmaktan çıkarmanın diğer önemli sonucu, kimlik siyasetinin ön plana çıkması oldu. 1990’larla birlikte ülke siyasetindeki başlıca ayrışma eksenleri İslamcı hareketlerle laiklik vurgusunu öne çıkartan güçler arasında din üzerinden ve Kürt mücadelesi karşısında milliyetçi odakların dizilmesiyle ulus üzerinden şekillendi. Bu süreçlerin maddeci tahlilini yapma ihtiyacı bir tarafa, bu ayrışma eksenlerinin işçi sınıfının siyasi bilincinin gelişmesinde ve sınıf oluşum süreçlerinde ciddi etkileri oldu. Birleşik Metal İş Sendikası’nın 2008 ve 2016 yıllarında üyeleri arasında yaptığı araştırmalardan derlenen aşağıdaki istatistikler bunu belirgin biçimde ortaya koymaktadır.

Başlıca kimlik2008 Araştırması2016 Araştırması
Sosyal Sınıf%43%14,2
Din%24,3%45,5
Mezhep%2,1%2,3
Ulus/Etnisite%18,8%20
Memleket%11,8%15,7
İnsanlıkGeçersiz%1,7
KarakterGeçersiz%0,7
Cevap YokGeçersiz
Toplam100 % (n=806)100 % (n=981)
Tablo 1 – 2008 ve 2016 yıllarında Birleşik Metal İş Üye Profil Araştırmasında işçilerin kimliklerini ifade etmek için verdikleri yanıtlar

Buna göre 2008’de sendika üyelerinden %43’ü kimliğini sosyal sınıfına göre tanımlarken bu oran 2016’da %14,2’ye düşmüş diğer tarafta dinin payı %24,3’ten %45,5’e yükselmiştir. Metal işkolunda sınıf bilincinin diğer sektörlere kıyasla daha yüksek olduğu ve Birleşik Metal-İş’in bugünkü sendikacılık standartlarına kıyasla ileri bir sendika olduğu da göz önünde bulundurulursa genel resmin, sınıf siyaseti açısından bu rakamların çok daha gerisinde olduğu görülebilir. Elbette bu kimliklerin içerdiği anlamlar yıllar içerisinde farklılıklar göstermiş olması beklenmelidir. Maddeci bir perspektiften kavrandığında din olgusunun kişisel ve siyasal anlamı toplumsal süreçlerden etkilenmiştir. Dahası, ‘sınıf oluşum süreçleri’ne dair bir tartışma çerçevesinde bu kanaatlerin siyasal süreçler içerisinde imal edilmesi de olasıdır.

İşçi sınıfının, sınıfsal bir eksen etrafında değil de yaşam tarzları ve kimlikler temelinde bölünmüş ve bu bölünmenin sınırlarına hapsolmuş olduğu siyasal karar alma süreçlerine dair araştırmalardan da görülebilir. KONDA’nın 2010 yılından 24 Haziran 2018 seçimlerine dek yürüttüğü Barometre araştırmalarından tasarlanan aşağıdaki grafikler bunun iyi bir örneğidir. Partilerin seçmen kitleleri belli demografik, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kümelere dağıtıldığında; AKP’nin dindar ve muhafazakâr yoksullardan, MHP’nin Türk işçilerden, CHP’nin eğitimli, modern Türklerden, HDP’nin de yoksul Kürtlerden destek bulduğu görülmektedir.

Şekil 2 – Türkiye’deki siyasi partiler ve seçmen profillerinin demografik, ekonomik, sosyolojik ve kültürel kümelere dağılımı (Kaynak: KONDA)

Bu bulgular Türkiye siyasetiyle ilgilenenler açısından elbette ne yenidir ne de şaşırtıcı. Fakat Şekil 3’te bu eksenlerin seçimlere göre nasıl değişiklik gösterdiği izlendiğinde, bu durumun işçi sınıfının siyasetle ilişkisi açısından bir pat durumuna yol açtığı ve siyasetin mevcut eksenlerde sıkışmasının bir açmazı beraberinde getirdiği görülecektir. Buna göre emekçiler ve yoksullar, “sınıf temelli siyasete son verme” girişiminin ardından oluşan yeni siyasal eksenlere bağlı kalarak siyasal davranış üretmekte, bu eksenlerin meydana getirdiği saflaşmayı baştan tanımlayarak bu sıkışmayı aşacak sınıf temelli bir eksen kurulamamaktadır. 2000’ler boyunca Türkiye’de yapılan sokak eylemlerini istatistiğe döken Sokakta Siyaset araştırması da eylemleri birer siyasal katılım biçimi olarak ele almakta ve 2000’ler Türkiye’sinde oldukça benzer sonuçlara ulaşmaktadır.

Şekil 3 –2010-2018 arasındaki seçimlerde siyasi partilerin seçmen tabanındaki değişimler (Kaynak: KONDA)

Elbette sınıf çelişkisi sosyal yaşamda pek çok siyasal, toplumsal, cinsel ve kültürel faktörün de rol oynadığı karmaşık bir matriste iş görmekte (operate), ancak laboratuvar ortamında ‘elde edilebilecek’ indirgemeci tanımların ötesine geçen dolayımlarla kendini açığa vurmaktadır. Bu karmaşık matrisin çözümlenmesi bu yazının sınırlarını aşmaktadır. Kısaca bu siyasal karşı karşıya gelişin anlaşılmasında ve dönüştürülmesinde sınıfsallığın -yeterli olmadığı durumlarda dahi- gerekli bir nosyon olarak ele alınması ve kimlik temelli siyasete bütünüyle sırtını dönmeden yukarıdaki pat durumuna yanıt üretecek bir sınıfsal çıkışın zorlanmasının gerekli olduğu tespit edilmelidir.

Taban Örgütlerinin Önemi

İşçi sınıfının ekonomik mücadeleleri karşısındaki sendikal bariyerin, politik mücadeleleri karşısında da yukarıda ifade edilen pat durumunun aşılması için işçilerin son yıllarda ürettiği en önemli araçlar mücadeleci taban örgütlenmeleri ve buna uygun eylem pratikleri oldu. Emek Çalışmaları Topluluğu’nun 2015-2018 yılları arasında Türkiye’deki işçi eylemlerine dair bulguları basın açıklamalarının ardından en yaygın eylem biçiminin fiili grevler olduğunu ortaya koymaktadır. Görülmektedir ki mevcut araçların işçilerin beklentilerine yanıt veremediği durumlarda işçiler kendi çabalarına dayanan fiili yöntemleri daha sık uygulamaya başlamıştır. Dahası, işçilerin sendikalara yönelik tepkisi zaman zaman sendika karşıtı eylemlerin de görülmesine yol açmıştır. Bu durum, geçtiğimiz yüzyılda Türkiye’nin yanı sıra ABD, İtalya, Brezilya, Güney Afrika ve Güney Kore’de işyerlerinde sendikaları savunmak ve kabul ettirmek için verilen büyük mücadeleleri anlatan Beverly Silver’ın (2009, [2003]) çizdiği tablodan önemli bir farklılaşmaya da işaret etmektedir.

Tablo 2 – Türlerine Göre Türkiye’de En Sık Gözlemlenen İşçi Eylemleri (Kaynak: Emek Çalışmaları Topluluğu)

Sendikal yetkiyi, grevi ve eylemi yasaklayan mevcut çerçevede, çeşitli taban örgütlenmeleri ve inisiyatifler, dernekler, görece küçük ve mücadeleci sendikalar veya belli sendika şubeleri bu tip pratiklere öncülük etmek üzere ortaya çıkmışlardır. (6) Eylem türleri içerisinde ikinci sırada yer alan fiili grevlerin önemli bir bölümü de bu tip örgütlerin faaliyet gösterdiği metal ve inşaat işkollarında meydana gelmektedir. Metal işkolunda, Metal Fırtına deneyimi özelinde Metal İşçileri Birliği’nin etkinliği önemli bir rol oynarken inşaat işkolunda Eylül 2018’de İstanbul Havalimanı İnşaatı’nda çalışan yaklaşık 30,000 işçinin kötü çalışma koşullarına karşı eylemi de İnşaat-İş, Dev-Yapı-İş ve İyi-Sen gibi resmî üye sayısı az, mücadeleci sendikaların öncülüğünde gerçekleşmiştir. Bu sendikalar da yasal olarak toplu pazarlık yetkisine sahip olmayan sendikalardır ve kendilerini bir sendikadan çok bir “bir sokak hareketi” ve “dernek” olarak tanımlamaktadır.

Bu tip örgütlenmeler, sınıf mücadelesinin etkin tek kanalı olmamakla birlikte sendikal alanının işlevsizleşmesiyle ortaya çıkmış, doğrudan sonuç almayı hedefleyen fiili mücadele araçlarıdır. Bunun yanında geleneksel formdaki sendikalardan bazıları da hala mücadeleci bir çizgide ısrar etmektedir. Her iki durumda da kesin olan, sınıf merkezli bir perspektifle yürütülen kararlı mücadelelerin işçiler üzerindeki kontrol mekanizmasının aşılmasında önemli sonuçlar üretiyor olmasıdır. Nitekim, sınıf mücadelesinin diliyle konuşarak milliyetçi-muhafazakâr işçilerin de mücadeleye yaklaşımını değiştirmenin ve işçilerle mücadele örgütleri arasında güven bağları inşa etmenin mümkün olduğunu ortaya koyan deneyimler de vardır. (7) Zira yukarıda özetlenen siyasi tablonun değişmesi de büyük ölçüde buna bağlıdır!

Dipnotlar:

(1) Daha detaylı bir tartışma için bkz. “Sermayenin uzun ‘gülüşü’: Ebru Deniz Ozan ile 40. yılında 12 Eylül”. Textum Dergi.

(2) Neoliberalizmin işçi sınıfı açısından sonuçlarına dair kimi değerlendirmeler için bkz. “Bir Tatsızlık Çıksın İsterim!” Umut Gazetesi.

(3) “Neoliberalizm ve Otoriterleşme: Galip Yalman ile Söyleşi”. Textum Dergi.

(4) Türkiye’de Sendikalaşma ve Özel Sektörde Sendikal Örgütlenme Raporu. Liman-İş. 2009.

(5) Emek Çalışmaları Topluluğu’nun raporları da sendikasız iş yerlerinde işyeri eylemlerinin daha sık gözlemlendiğini ortaya koymaktadır.

(6) Ayrıntılı bir tartışma için bkz. “Direne direne, birleşe birleşe, dövüşe dövüşe”. Birartıbir.

(7) Türkiye’den yakın dönem işçi önderlerinin bu konudaki beyanları için bkz. Neoliberalism and the Changing Face of Unionism. (Efe Can Gürcan & Berk Mete, Palgrave Macmillan).

Paylaşın