En Çok Okunanlar, Gündem, Umut Yazıları

Editörden| Doğru devrimci çizginin tahkimatı…

Geçtiğimiz aylarda, önümüzdeki sonbaharda ülkenin bir erken seçim ihtimalini de içinde barındıran bir siyasal türbülansa gireceğine dair tahminler siyasal analizlerde sıkca vurgulanıyordu. Geçtiğimiz günlerdeki kimi gelişmeler ise bu tahminleri artık neredeyse bir takvime dönüştürmeye başladı.
Örneğin, gazeteci Can Ataklı’nın gündeme getirdiği bir kulis bilgisi, ne derece doğru olup olmadığından bağımsız bir şekilde, RTE’nin artık egemenliğini nasıl kazasız belasız devredebileceğini tartışması açısından bile önemliydi.

Konu, RTE’nin Akşener’e kendisi ve etrafındaki bir grubun dokunulmazlıkları karşılığında parlamenter sistem içinde egemenlik haklarını devretme pazarlığını içermekteydi.
Her ne kadar İyi Parti Genel Sekreteri Uğur Poyraz, spekülasyonun Can Ataklı’ya değil de ona bu bilgiyi verene ait olduğu şeklindeki açıklama kulise bir miktar gerçeklik rengi katıyor olsa da burada önemli olan bu bilginin gerçek olup olmaması değil, bu tarz bir söylentinin bile iktidar çevresinde artık konuşulabiliyor olmasıdır.

Bu spekülatif veri, geçtiğimiz günlerdeki nutuklarında RTE’nin dilini ve bilincini kendinden sonraki hükümet işlerini konuşmaya yatkınlaştıran siyasal basıncın Saray çevresinde artık gidiş senaryolarını türetecek güçte olduğunu göstermektedir. Ataklı sonraki mesajlarında Akşener’in bu teklife yolu kapattığını söylüyor. O söylemese bile, işin spekülatif çerçevesi bir kenara, RTE’nin kendi “beka”sı için Bahçeli-MHP ittifakından başka bir seçenek bulamadığını Diyarbakır’a çeteci ve yağmacı Soylu’yla gitmesinden kolayca anlaşılmaktadır.

Peker ifşaatları üzerinden Saray tarafından istifaya zorlandığına dair kimi tevatürler basında yer alırken, Soylu, emniyet’de yaptığı atamalar, OHAL uygulamalarının uzatılması gibi hamlelerini Diyarbakır’da RTE’nin yanında boy göstererek taçlandırmış görünüyor. Bu durum Bahçeli-MHP’nin AKP-MHP faşist bloğundaki ağırlığının bir ölçüsüdür. Soylu’nun emniyet teşkilatını kendine göre tanzim etmesi ve OHAL yetkileri üzerinden AKP bakanı A. Gül’e karşı meclis grubunda kazanması, önümüzdeki sürecin, İzmir cinayetiyle birlikte uygulamaya geçtiğini söylediğimiz 7 Haziran-1 Kasım sürecinin giderek derinleşeceğinin verisi olarak ele alınmalıdır.


Avrupa’da varlığı saptanan infaz listeleri ve çetelerin devlet eliyle silahlandırılmaları, AKP-MHP faşizminin bir iç savaş zorlamasını ülke muhalefetine ve uluslararası güçlere karşı bir tehdit ögesi olarak yenilemekte olduğunu bizlere gösteriyor.

Ancak bu tehdidin ülke hegemonyasında ve uluslararası kabuller itibariyle önemli bir kazanımı olamayacağı Türkiye’nin giderek çökkünleşen iktisadi yapısı itibariyle RTE ve Saray iktidarı tarafından da artık idrak edilir bir durumdur.

Ülke verileri alanında Saray iktidarının resmi yalancısı olarak faaliyet gösteren TÜİK bile, yıllık enflasyon hesabını bir önceki değerlendirmesinin üstüne çıkardı, %15.64 olarak açıkladı. Ancak iktisatçı Mustafa Sönmez enflasyon oranının %20’ye doğru kanatlandığını söylüyor. Merkez Bankası, bütün hokus pokusuna karşın 40 milyar dolar eksi bakiyede olduğunu artık gizleyemiyor. Ve bu rakkamların sokaktaki emekçiye yansıması hemen önümüzdeki günler içinde ekmeğin yüksek oranda zamlanması olacak. Ortaya dökülen rakamlar, gramajına göre 2.5-4 lira arası bir yeni fiyat belirtiyor. Bunun halk sınıflarındaki bir hareketliliği tepkilemesi artık bir kaçınılmazlık düzeyi olarak değerlendirilmelidir.

Adıyaman’daki tütün üreticilerinin direnişi kriz bıçağının emekçilerin hayatında ne derecede kemiğe dayandığını gösterdiği gibi faşist iktidarın böyle bir halk hareketinden korkusu da oraya derhal jandarma gönderip yaygın gözaltı ve tutuklama yapmasından anlaşılmaktadır.


Kriz ve potansiyel halk hareketi koşullarında, AKP-MHP faşizminin, Kürdistan’dan metropole kadar geniş bir alanda egemenlik dayatması, zaten hızla düşmekte olan itibarını bir hegemonyal düzey olarak koruması imkan dahilinde değildir.

Ve bu durum Haiti’deki gelişmelerin gösterdiği gibi emperyalizmin neoliberalizm sonrası ya da literatürdeki haliyle post neoliberal örgütlenme kapsamına da pek uygun gelmeyecektir.


Bilindiği gibi Haiti’de devlet başkanı Jovenel Moise, bir grup paralı askerin saldırısı sonrasında evinde öldürüldü. Ana akım medyada ortaya dökülen veriler Amerika’da yerleşik olan bir muhalifin kendi iktidarı amacıyla bu saldırıyı düzenlediğini gösteriyor. Yani işin arkası gene Amerika’ya çıkıyor. Oysa öldürülen devlet başkanı Moise de kararlı bir Amerikan taraftarıydı. Ancak geleneksel olarak önemli bir toplum muhalefeti taşıyan Haiti’de Moise diktatörlüğü, Amerikan ordusuna yataklık yapmaktan daha ötede bir iş başaramıyor ve bunun için de Haiti halkı üzerinde terör estiriyordu. Toplumsal huzursuzluk ada oligarşisinin iç dengelerini dağıttığı için hükümet krizi çözülemiyordu. Uluslararası burjuvazinin toplum muhalefetini sistem içine çekme esasına dayalı olarak devleti ve siyasal hegemonyayı yeniden yapılandırma yönelimi itibariyle ABD, Moise’ye kendi egemenlik yetkilerini paylaşmasını gerektiren bir anayasa değişikliği önermekte ama Moise de bunu kabul etmemekteydi. Saldırı bu kilitlenme aşamasında yapıldı. Suikastın bu kilitlenmeyi açacağı kesindir. Nasıl ki, Haiti’de ABD’nin bilgisi ve yol vermesi dışında bir gelişme olamayacağı açıksa… Bu itibarla Rus dışişleri sözcüsü Zakharova’nın dediği gibi Haiti’deki gelişme ABD’nin bir yerlerde birilerine verdiği mesaj olarak da okunmalıdır.

Böyle bir okumada, başından 15 Temmuz geçmiş, önüne üç alternatifli –ya kenara çekilip servetinin keyfinin sürmek ya Miloseviç gibi zindanlarda ölesiye yaşamak ya da Menderes gibi infaz edilmek gibi-bir gelecek koyan neo-con Michael Rubin’in uyarılarını bilen RTE, Zakharova’nın açıklamasından kendine epeyce bir pay düştüğünü görecektir. O anlamasa da Ruslar onu 15 Temmuz’daki gibi gene uyaracaklardır.

Dolayısıyla ülke, bölge ve dünya gelişmeleri ve gelişme koşulları itibariyle Ataklı’nın kulis bilgisinin şimdilik spekülasyon olsa da Saray’ın kimi odalarında bir şekilde ele alınıyor olması hiç de görmezden gelinecek bir ihtimal değildir.

Aslına bakılacak olursa, RTE’nin Diyarbakır gezisi de bu spekülasyona bir tür geçerlik kazandıracak bir minvaldedir; RTE, bugüne kadar bütün iktidarını üzerine yükselttiği sömürgeci faşist zulmüyle kan kusturduğu Kürt halkıyla arasında yeniden bir ilişki kurma çabasına girme derdine düşmüştür. Bu belirleme RTE ve Saray iktidarının artık doğrudan diktatörlükle yürütülemeyecek bir siyasal satha doğru ilerlemekte olduğunun işaretidir. RTE, Diyarbakır’daki konuşmasında, giderek ve hızla eriyen oy desteğini takviye için işi, Kürt halkına yeniden çözüm ihtimalini hatırlatmaya kadar vardırdı.

Ancak bu yönelmeyi, son tahlilde öyle olsa da gene de sadece kaba bir oy avcılığı çerçevesinde değerlendirmemek lazımdır. RTE’nin bu oltayı savurmasının öngününde ve ertesinde HDP çevresinden yapılan kimi açıklamaların içeriği itibariyle, liberal solcuların da suyu bir kez daha Kürt halkını avlanmaya uygun hale getirecek şekilde bulandırmakta olduklarını biliyoruz.

Önce HDP milletvekili Katırcıoğlu, AKP çözüme yaklaşırsa uzlaşırız diyerek perdeyi açtı, elbette dolaylı ya da doğrudan onun ardından bir çok isim bu tartışmalara katıldı. Bazıları ise; RTE’nin çözüm sürecini ben bitirmedim sözüne dolaylı bir onay vererek RTE’nin Ergenekon ve MHP baskısıyla çözüm masasını dağıttığını ifade etti. Yani bu sol-liberal anlayışa göre RTE ve Saray iktidarı değil etrafındaki ittifakları kötüydü.

Liberallerin, Kürt halkının lanetiyle mundar olmuş çözüm çorbasını AKP’yle yeniden ısıtmaya kalkmalarını sadece onların arsızlıklarına vehmedemeyiz. Biliyoruz ki, özgürlük mücadelesininden arındırılmış, Kürt özgürlük hareketinin tasfiye edilerek öncüsüz bırakılan düzen içi bir Kürt hareketi ile emperyalizmin çıkarlarını bölgede icra edecek Türk devletinin, ittifakının kurulması BOP süreciyle bölgede hegemonyal bir genişleme politikasına yönelen ABD emperyalizminin temel bir gündemiydi. İran hedefli bu stratejik cephenin kurulabilmesi için milletçi değil ümmetçi ideolojisiyle AKP bir proje partisi olarak emperyalizm tarafından iktidar kılındı. Kasetten Bahçeli’ye kadar bu gelişmenin bütün ayrıntıları artık çok net bir şekilde biliniyor.

Ancak emperyalistlerin bilmediği ya da çok hesaba katamadıkları ve yirmi yıllık iktidar pratiğine karşın sol siyasal ortamın da hala marksist bir tarife oturtamadıkları şey AKP’nin sınıfsal karakteri idi. AKP, bugüne kadar finans kapitalin yedeğinde iktidar bloğu içinde bulunan tefeci tüccar kasaba sermayesinin siyasal organı olarak iktidar oldu.

Geleneksel kemalist sömürgeciliğin temsilcisi olarak ordu üzerine yapılan ergenekon ve balyoz gibi operasyonlarla AKP’nin devlet ve rejim üstünde ideolojik ve siyasal hegemonyası kurumlaştırıldı.


Kürt ve Türk liberaller, “barış-çözüm” söylemini “yetmez ama evet”çilikle birlikte ülke siyasetinde hakim kıldılar. Uluslararası emperyalizmin artık AKP’den beklediği bir Kürt açılımı idi.

Ancak işin bu aşamasında AKP’nin sınıfsal karakteri, TC bünyesinde kemalist sömürgeciliğin yerine AKP sömürgeciliğini öne çıkarmaya başladı. İhracat esaslı neoliberal süreçte Türkiye modern tekelci sermayesi daha çok Avrupa’ya yönelmişken Konya-Kayseri kökenli tüccar sermaye için piyasa Arap coğrafyasında, Ortadoğu’da şekilleniyordu. Bu nedenle Anadolu burjuvazisi, Arap pazarıyla arasında bir Kürdistan varlığını kendi sermaye birikimi açısından sorunlu buldu ve kemalist devletin bütün tarz ve yöntemleriyle Kürdistan coğrafyasına önce TC sınırları içinde sonrasında sınır ötesinde hakimiyet kurmayı esas aldı.

Bu yönelim elbette Kürt halkının ve öncüsü gerillanın tepkisi ve direnişiyle karşılandı. Sonuçta emperyalizmin bölgesel yerleşiminde bir ön koşul olan TC-Kürt ittifakının kurumlaşma koşulları ortadan kalktı. Sahadaki başarısızlık AKP ile uluslararası emperyalizm arasında giderek büyüyen bir boşluk yaratmaya başladı.

Salgının yarattığı koşullar itibariyle uluslararası emperyalizm küresel yapılanmasını yeniden gözden geçirirken Ortadoğu hattındaki boşluklarını da yeniden örgütleme ve tahkim sürecine girdi. Biden-RTE görüşmesi bu çerçevede gelişti ve bu görüşmede Transatlantik ittifakı adına Biden, daha önceleri ana akım medya ve diplomatik platformlarda çeşitli düzey ve biçimlerde aktarıldığı haliyle RTE’nin “beka”sının yeniden Kürt-Türk ittifakını oluşturmasına bağlı olarak belirleneceğini RTE’ye söylemiş olmalıdır. HDP’nin Amerika temsilcisi Giran Özcan, bu çerçeveyi teyit eden açıklamaları geçtiğimiz ay bir şekilde zaten dile getirdi. Aynı şekilde, Duran Kalkan da, RTE’nin Diyarbakır’a pek de kendi isteğiyle gitmediğini ifade ediyor.

Özetle, ülke bir tarafa, artık siyasal meşruiyeti uluslararası emperyalist platformlarda da iyice küçülen RTE’nin ya bir seçimle ya da başka bir siyasal hamleyle hegemonyasını yeniden tazeleyebilmek için bir yandan Kürt Özgürlük Hareketine tasfiye saldırıları sürerken, ondan geriye kalacak Kürt liberal siyasetiyle yeniden aynı bağları kurmaya yönelmesi çok anlaşılır bir durumdur. RTE’nin “beka”sı büyük çapta bu ittifak zeminin yenilemesine bağlıdır. İktidarın “Kürt ömrü” böylece biçilmektedir.

Bununla birlikte RTE’nin Diyarbakır’a 1 Kasım operatörü Soylu’yla gitmesi Kürtleri yeniden kendisine ikna etmekte ne kadar başarısız kalacağını bildiğini gösteriyor. Ve o yüzden Soylu’yu yeni bir tehdit simgesi olarak yanı başında görünür kılıyor. Kürt halkı ve özgürlük hareketi Roboski’de, öz yönetim direnişlerinde Kürt kanının doğrudan RTE emriyle akıtıldığını biliyor. RTE de, liberallerin özlediği gibi en geri bir çözüm uzlaşmasının kendi sonu olduğunu sınıfsal ve siyasal güdüleriyle biliyor, ölçüyor.

Bu nedenle, Amberin Zaman’ın Al Monitor’da yazdığı üzere, RTE, HPG Ana karargah komutanı Karayılan arkadaşa gönderdiği mesajda gerillanının Bakur dışına çıkması gibi TC sömürgeciliğinin azami programından başka bir uzlaşı çizgisi geliştiremiyor. Keza, bu nedenle de, sömürgecilerle işbirlikçiler yeniden “çözüm” sakızı çiğneme niyetlerini açığa vururlarken Kürt devriminin öncüsü ve özgürlük çizgisi bu konudaki yaklaşımlarını son derece net bir şekilde ortaya koyuyor.

KCK eşbaşkanı Bese Hozat, HDP’nin önündeki hedefin burjuva siyasalıklar içinde kendini yer aramak değil doğrudan “Demokrasi İttifakı”nı oluşturmak olduğunu belirtti. Aynı günlerde, gene Diyarbakır’dan RTE ve liberallere, HDP adına cevap veren parti yöneticisi Tayyip Temel, “yeni dönem mücadele hattı” kapsamında cumhur ve millet ittifaklarını sömürgeci blokun iki kutbu olarak tanımlayarak HDP’nin özgürlükçü ve ilkeli bir blok oluşturduğunu belirtti.

Kuşkusuz ki bu belirlemeler HDP’nin, pratik politik temelde öne çıkardığı Demokrasi İttifakı’nın içinde bulunduğumuz süreçteki doğru yerini ve çizgisini göstermek açısından oldukça önemlidir. Bir diğer taraftan ise, çeşitli varyantlarıyla burjuva bloka karşı Türkiye ve Kürdistan emekçilerinin özgürlükçü ve sosyalist doğrultusunu militan bir cephe hattı üzerinden gündemleştiren Birleşik Mücadele Güçleri’nin kendisini yok saymaya çalışan, önünü tıkamaya, etkisizleştirmeye çalışan liberal sol ve burjuva/küçük burjuva sosyalistlerine karşı önemli ve stratejik bir mevzi kazanımının ifadesidir, bu belirlemeler. Bu kazanım, geçtiğimiz günlerde gözlediğimiz Birleşik Mücadele’yi etkisiz kılma faaliyetini de tersinden etkisizleştirmiş görünmektedir.

Bundan önceki değerlendirmelerimizde dikkat çektiğimiz üzere, liberal sol ve yasalcı sosyalistler aslında HDP’yle ittifaklarını, olası seçimde CHP kuyrukçuluğunu esas alarak gerçekleştiriyorlardı. HDP liberallerinin CHP’yi gözeten politikalarını kendilerine dayanak kılarken aynı zamanda HDP’yi de CHP’ye takılma çizgisinde kalıcı tutmaya yöneliyorlardı. Ancak birleşik mücadelenin doğru devrimci çizgideki ajitasyonu ve Kürt özgürlük hareketinin doğru devrimci müdahalesi HDP’yi 3.yol politikasında boş bir söylem sahibi olmaktan çıkararak pratik bir tutumda kararlı olmaya doğru zorlamış görünmektedir. Bu durumda CHP beklentili düzen solcularının HDP’yle bir politik hat oluşturmaya çalışmalarının pratik bir değeri kalmamış, geçtiğimiz günlerde BMG’yi yok sayan bir takım faaliyeti boşa düşmüş görünmektedir.

Bu gelişmeyi oportunist düzen solunun kimi sözcülerinin yaklaşımlarıyla da teyit etmek mümkündür. Örneğin, TİP, M. Çulhaoğlu’nun ağzından AKP-MHP faşizminin iktidarını korumak için direneceğini, bu direnç sonrasında post-AKP bir restorasyona gidildiğinde ortada restorasyonun yerine gene bir çatışma ortamı kalacağını söylüyor. Bu durumda, önceden beri yapageldikleri gibi devlet zoruyla karşılaşmamak için “ölü taklidi” yapma “taktik”ini sürdürecekleri açıktır.

Burjuvazinin egemenliğini sürdürmek için ne yapacaklarından ziyade, buradan çıkarsamalarla proletaryanın nasıl iktidar olabileceğine dair hiç bir değerlendirme bu ölü siyasetin kadrajına girmemektedir.

Bir diğer taraftan V. Sarısözen, “parlamentodan çekilmek” gibi devrimci jargona bulanmış muhalefet taktiğini HDP’nin 3.yol kararlılığı ortaya çıkınca askıya alıverdi, çünkü Sarısözen’in ülkeyi seçime götürme zorlamasındaki esas beklentisi CHP’nin kuyruğuna takılan HDP’yle birlikte bir düzen restorasyonu idi.

Sarısözen, proletarya ve halklar adına bir öncülük çizgisi geliştirme çabasında olan birleşik devrimi ve birleşik mücadeleyi “sol gevezelik”le suçladı. Hem de bunu Lenin’e referansla yapmaya kalktı. Oysa Lenin, Iskra ve Ne Yapmalı’yla siyasal çizgisini en başından itibaren otokrasiye karşı burjuva hakimiyeti önceleyen, proletarya ve halk sınıflarını burjuvazinin peşine takmaya çalışan Menşeviklere karşı geliştirmişti.

Bugün burjuvazinin içinde bulunduğu krizi devrimci tarzda emekçi halk sınıfları adına zorlamayı gündeme getiren birleşik devrim ve birleşik mücadele çizgisini “sol gevezelik”le mahkum etmeye çalışırken V. Sarısözen, aslında ideolojik ve politik olarak kendi menşevik çizgisini açığa vurmuş oluyor.

Kürt devrim kurmayları ve HDP’nin devrimci yöneticileri sömürgeci burjuva blokun iki kutbunu da karşısına alan “yeni dönem mücadele hattı”nı ileri sürünce, V. Sarısözen, her zaman yaptığı gibi şimdi kaybettiği mücadeleyi yarın yeniden gündeme getirebilmek için, daha önce de defalarca yaptığı gibi geri çekiliyor.

Bütün bu gelişmeler birleşik devrim öncülüğünün her iki ülkenin birleşik devrim çizgisindeki ileri kazanımlarıdır. Mücadelenin bütün zaaf, eksiklik ve hatta yanlışlarına rağmen bu tarz kazanımlar elde etmesi birleşik devrimin siyasal sürecin yönünü doğru okuması ve tarihin rüzgarını arkasına alması nedeniyledir. Devrim, içinde bulunduğumuz günler itibariyle her ne kadar zorlayıcı bir güç bindirimi yapamıyorsa da, düşman burjuvazinin kendi mevzilerindeki çözülme ve boşluklar devrimin ilerlemesine yol veriyor.

Şimdi bizlere düşen bu ilerlemeyi devrimci siyasal bir aksiyon haline dönüştürebilmektir. Bu aksiyonu kurgulayan bir örgüt haline gelmektir.

Tahir Çetin ve Ali Faik gibi işçi önderlerin mücadelesine neredeyse hiç değmeyen, böyle bir uzun soluklu direnişi proleter uzamda yaygınlaştırmayan bir mücadelenin tarihin sunduğu imkanlarından kalıcı bir sonuç elde etmesi mümkün değildir. Devrim, devrim nesnelliğine devrimci öznenin müdahalesiyle gelişir.

Keza, Adıyaman’daki tütün üreticilerinin direnişi, bütün geri koşullara karşın aynı konumdaki kır üretici ve yoksullarına taşınamamaktadır. ’70 devrimciliği kır yoksullarının ve üreticilerinin direnişlerine Dev-Genç’le müdahil olarak mücadele tarihimizde silinmez bir sayfa yarattı.

Bütün bu sorunlarımızın üstesinden gelmek, birinci olarak, birleşik devrim perspektifinin bütün kadro ve örgüt yapılarımızca tam olarak bilince çıkarılmasıyla, ikinci olarak, bu bilincin sınıf ve alan çalışmalarında örgütlü bir insiyatife dönüştürülmesiyle mümkündür.

Önümüzdeki günler, bu eksik ve zaaflarımıza eylemci ve özeleştirel bir insiyatifle yaklaşabilmemiz için tarihin esintisinin daha güçlü hissedileceği bir zamanı bize getiriyor.

Salgın… Üçüncü doz aşı, dördüncü dalga, sıraya girmiş bir dizi varyantıyla “düzen korur” tıpçıların ve düzen solcularının desteğiyle hala emperyalist burjuvazinin kontrol ve yönetiminde proletaryaya ve halk sınıflarına karşı uygulamada. Sonuç net ve somuttur: Emperyalist kapitalizm yıkılmadığı sürece ve yıkılmadığı ülkelerde bu salgının durdurulmasının koşulu bulunmamaktadır. Salgının daha başlangıcında öne sürülen bu yaklaşımlar emperyalist burjuvazinin borazanları tarafından “komplo teorisi” olarak değersizleştirilmeye çalışıldı. Ancak artık saklanamaz olunca, salgına ait sansüre uğratılan bütün gerçekler açığa çıkmaya başladı. Görülmüştür ve görülmelidir ki, salgın, emperyalist burjuvazinin bütün yerel iktidarlarına karşı bir ajitasyon ve isyan aracı haline getirilebilmelidir. Bu tarzı hiç değilse karşı devrimin Küba’daki faliyetinden öğrenebilmeliyiz.

Ve ekmek fiyaları… İşsizlik ve pahalılık cehennemine düşmüş yoksul yığınların sofralarındaki yegane gıda maddesi giderek küçülüyor. Birleşik devrim, açlığı, işsizlik ve pahalılığı devrimci ajitasyon ve eylemin konusu yapabilmelidir, vb…

Bütün bu faaliyet ve yönelmeler açısından dış dinamiklerde de elverir bir gidiş mevcuttur. ABD’nin Afganistan’dan çekilişi tıpkı Saygon’dan kaçışa döndü. Afganistan’daki stratejik karargah ve lojistik üssü olarak işlevlendirilen Bagram üssü, yüzlerce araç, onlarca zırhlı araç, depolar dolusu küçük silah ve raflar dolusu dosyalarla bırakıldı. Sadece bu değil.. Katar’daki ABD üsleri de ani bir kararla Ürdün’e taşındı. Bu üsler yüzbinlerce askerin eğitim, lojistik, tedavi ve rehabilitasyonu açısından toplamda ABD’nin en büyük askeri yerleşkesini oluşturmaktaydı. Keza Irak’ta ve keza Suriye’de ABD güçleri hergün direniş güçlerinin saldırısına uğruyorlar.


Bundan önceki değerlendirmelerimizde de ifade ettiğimiz gibi, Biden Trump’ın politikalarını izlemeye devam ediyor, çünkü Trump’ın “making America great again” için “Amerika First” politikaları Amerikan finans kapitalinin uluslararası emperyalist dengede ağırlığını koruyabilmesinin ön koşulu halindedir.

Salgınla birlikte karşılıksız para basmakta bütün sınırları zorlayan Amerika, Rusya ve Çin’in başını çektiği ASEAN ülkelerindeki “dedolarizasyon” faaliyeti sonrasında son iki yılın 8 trilyon dolarlık yükünü şimdi Almanya ve Japonya gibi reel sermaye ülkelerine yıkmış durumda. FED’in yüksek faiz politikası, bir taraftan salgın milyarderlerini palazlandırırken diğer taraftan ülke ekonomisini yüksek bir enflasyona doğru sürüklüyor. ABD, Rusya ve Çin’in askeri üstünlüğüne karşı devasa askeri bütçesini yeni projelere kaydırabilmek için saha yayılımını toparlamaya çalışıyor.

Bütün bu gelişmeler Alman ekonomisini 80’den bu yana görülmemiş bir enflasyona sokmuş durumda. Bu nedenle, Yeşiller Partisi’nin bir süre önce yüksek arayla önde giden Amerikancı başkan adayı şimdi Alman finans kapitalinin merkez partisi CDU’nun(%25) 6 puan gerisinde ve giderek SPD’ye (%16) doğru yaklaşmakta.

Karadeniz’deki devasa NATO tatbikatı, Rusya’nın Kırım sınırlarına doğru herhangi bir niyet gösterisi bile yapamadan sonlanırken Almanya, Kuzey Akımı 2 projesinin bütün ambargolarının aşıldığını ve bu yıl içinde işlerliğe kavuşturulabileceğini açıkladı.

Rusya ise, ABD’nin Afgan ricatının Suriye’de de gündeme geleceğini belirtti. Lavrov’un yönlendirmesiyle SDG, rejimle yeniden temas arayışına girerken İdlib’de Rusya hava kuvvetlerinin ve Suriye ordusunun vuruşları HTŞ’yi giderek çözülme sürecine sokuyor. HTŞ kendi içindeki dağınıklığı, tam da kendine layık bir isim altında Muaviye ibn Ebu Sufyan tugayı olarak toparlamaya çalışırken Cisr el Sugur’daki Çeçen güçlerin ünlü komutanı Şişhani bu örgütlenmeye katılmayı reddetti ve güçlerini dağıtma kararı aldı. Bu gelişme Lazkiye Halep bağlantısını veren M4 karayolunun güvenliği açısından Esat reimine başta moral olmak üzere büyük imkanlar sağlayacak gibi görünüyor.

Ve MSA’daki Kürt gerillaların direnişi, işgalci Türk güçlerine hergün bir dizi kayıp yaşatırken KDP ağırlıklı işbirlikçi Kürt parlamentosu Türk işgal güçlerinin sahadaki varlığını PKK’nin varlığına ve faaliyetine bağlayan bir karar aldı. İşbirlikçi güçlerin bu kararı almasından ziyade, Kürt ulusal birliği açısından KDP’yi hala merkeze alan çalışma ve yaklaşımların özgürlükçü Kürt siyasal alanında kendini gösterebiliyor olması şaşırtıcı olmaktadır. Ancak şurası da bir gerçektir ki Kurdistani Bipareze faaliyeti, işbirlikçi rejimin hamlelerini etkisizleştirirken ortaya çıkan boşluk Kürt devriminin metropol siyasetine yoğunlaşmasına ve müdahalesine imkan sağlamıştır.


Sürecin bu yönünün önümüzdeki günlerde derinleşip derinleşmeyeceğini gözlememiz gerekmektedir, çünkü 5 Haziran’dan beri gerillanın sahada ve Kürt halkının başta Bakur olmak üzere uluslararası sivil alanda aldığı tutum TC ve KDP planlarını işlerliksiz kılmakla kalmamış, emperyalist merkezleri de rahatsız etmiş durumdadır. Almanya, PKK’den sonra göçmen Kürt halkının sivil toplum örgütlenmesi olan KCK-E’nin faaliyetlerini de yasaklamaya başladı.

Bu gelişme, ülke ve bölge devrimci süreçlerinin emperyalist kapitalist sistemi nasıl endişeye soktuğunun ve onu tehdit ettiğini bize göstermektedir. Bu nedenle bize düşen, kendi savunumuzu güçlendirmek üzere bu tehditi pratik politik bir düzey haline getirmektir.

Pek çok kere yinelediğimiz gibi, içinde bulunduğumuz yaz aylarında devrim nesnelliğine yaslanarak yığınları ayaklanma fikriyle silahlandırma faaliyetimizi propagandanın olabilen bütün biçimlerinde yoğunlaştırmalıyız. Yoğunlaştıralım ki, önümüzdeki yakın gelecekte bu çalışmayı yığınları silahlanma fikriyle ayaklandırmaya dayanak kılabilelim.

12 Temmuz 2021

Paylaşın