Umut Yazıları

Bütün iktidar işçi emekçi halklara – Kemal Taşyakan

“Cehennem acı çektiğimiz yer değil, acı çekip de çığlığımızı kimsenin duymadığı yerdir” diye tarif eder Hallac-ı Mansur ezilenlerin yeryüzünde uğradığı zulmü cehennem azabına benzeterek. Sınıflı toplumların ortaya çıkışından bu yana kaybedilen, farklı biçimlerle yeniden ve yeniden tesis edebilmek için mücadele edilen adalet ve eşitlik duygusu, “cennete” atfedilerek tasvir edilegeldi. Seyduna’nın “cenneti yeryüzüne indirmektir muradımız” mücadelesi kişiler değişerek yüzyıllardır sürmeye devam etti. İktidar dininin erkekleştirdiği, tekilleştirdiği cennet ütopyasını bir kenara bırakırsak, halkların nezdinde her zaman adalet ve haksızlıkların son bulduğu bir dünya arayışı ile özdeşleştirildi. Sınıfsız dünya özleminin tasviri bilimsel sosyalizm öncesi cennet metaforu ile tarif edilirken kötüler için adaletin sağlanacağı mutlak yer olarak cehennem, sınıflı toplumların bir icadı olarak bilinçlerde yer buldu. Bugün sınıfsız toplum mücadelesinin kesinleşmiş bir zaferinden söz edemesek bile artık cehennemin yeryüzüne bizzat indirildiğini ifade edebiliriz. Başka bir deyişle bugün yanan alevlerden daha büyük başka bir cehennem yok ezilenler ve tüm canlılar için. Madımak Alevilerin cehennemi ise Cizre bodrumları Kürtlere cehennem ise bugün kendisini ülkenin tek sahibi gören bilinçleri çarpıtılmış batılı yoksullar için bu yaşadıkları cehennem değil de nedir? Artık topyekûn ezilenler, emekçiler bir avuç azınlığın iktidarında cehennemi yaşıyor.

Yeniden Hallac-ı Mansur’a dönersek “acı çekip de çığlığını” kimsenin duymadığını özellikle de devletin duymadığını düşünenler #HelpTurkey çağrısı ile acılarını ve çaresizliklerini dünyanın diğer halklarına duyurmaya çalıştı. Özellikle kendilerini yöneten iktidara #istifa ve dünyaya yardım çağrısı yapılması bir yanıyla çaresizliğini ve egemenlerden kendileri için bir şey yapmayacakları kanaatini üretse de diğer yanıyla da acı çeken insanların komünal toplumlardan aktarılagelen dayanışma ve kolektif çözüm arayışlarını yeniden ilkel biçimde hatırlamasıydı. Bu çağrılara Erdoğan’ın yanıtı ise soruşturma açmak oldu. Biz buna benzer sesleri Ezidilerde, IŞİD terörü altında Suriye halklarında, Taybet Ana’da, Kobane’de, yoksulluktan kendini ateşe veren onlarca emekçinin haykırışında, ölmek istemiyoruz diyen kadınlarda, Ensar’da çığlıkları gecenin karanlığı ile örtülen çocuklarda yüzlerce kez duyduk. Her biri diğerince sahiplenilmedikçe ve esas hedefe yönelmedikçe tekil tekil kendi cehennemini yaşayarak acılarıyla yok oldu. Oysa bugün gördük ki “bu ateş hepinizi yakar” sözü uyarıcı bir ajitasyon olmaktan çıkarak fiziki bir gerçekliğe dönüştü. Eşitsizliğin ve adaletsizliğin hüküm sürdüğü kapitalist dünya son bulmadıkça, yeryüzünde sömürünün, yağmanın ve paranın egemenliği sürdükçe bu ateş bir avuç azınlık dışında herkesi, her şeyi yakmaya devam edecek.

Günlerdir Türkiye’nin ve Kürdistan’ın dağları, ormanları, insanı, kurtları, kuşları yanıyor. Doğanın bir parçası olmaktan uzaklaşarak doğanın ve insanın efendisi olmaya çabalayan sınıflı toplumlarda iktidarı elinde tutan bir avuç azınlık yönetimi, yalnızca ekolojik sistemi alt üst etmekle kalmıyor. O insanlığın on binlerce yıldır inşa ettiği komün değerlerine de bir anti-kültür olarak saldırıyor. Evleri yanan, sömürülen, haraçlara bağlanan bir kesimin öfkesini başka bir ezilen topluluğa linç olarak örgütlüyor. Türkiyeli işçi ve emekçilerin başına gelen her kötülüğü Kürtlerin ve [yakın dönemde] mültecilerin varlığına bağlayan iktidar gücü, ezilenlerin birliğini dinamitleyerek kendini tesis ediyor. Devletin Kürtlere düşmanlığını tüm zorlamalarla Türk’ün de Kürt’e düşmanlığına yöneltmeye çalışan mevcut iktidar, tüm planlı ve tek merkezden yönlendirdiği saldırılara rağmen Türkiye emekçilerinin derinleşen sınıf çelişkilerinin ilk sırada yer almasını örtemiyor, gizleyemiyor. Yangın bölgelerinde yükselen sadece dumanlar değil. Yükseltilmeye çalışılan şovenizme rağmen binlerce görüntüde yine iktidar sorgulanıyor. O nedenle devletin birçok özel harp merkezince servis edilen “Kürt yakıyor” manipülasyonlarının karşılığı alınamayınca iktidar topyekûn bu kartı oynamakta ikircimli yaklaşımlarını sürdürüyor. Günlerdir bizzat iktidar gücü tarafından, tüm dünya yangınla uğraşıyordan küresel bir sorun mucitliğine, yakalananların ailelerinde PKK iltisaklı kişilere ulaşıldığı beyanından yangın çıkardığı iddia edilen kişilerin aynı gün salıvermelerine kadar uzanan çelişkili beyanatlara, en son eklenen belediyelerin sorumluluğu ve rüzgarın esmesine kadar varan, gerekçe üretemeyen becerisizlikleri de eklenince açığa çıkan tek tablo iktidarın gerçekleri manipüle edebileceği her türlü inandırıcılıktan mahrum olduğu gerçeği kalıyor. O nedenledir ki elinde yönetebilmek için kalan tek diktatoryal aracı, zoru kullanmaktan başka yöntem geliştiremiyor. Soruşturmalar, coplamalar, vatan hainliği, yalan terörü ezberlenmiş kavramlar olarak icra ediliyor. Erdoğan’ın yangın bölgelerine koruma ordusu ile yaptığı çıkarmada herkesin gördüğü üzere halkla doğrudan temas kurmaktan kaçınması, otobüs üzeri ya da helikopterli gezisi, ona geçmişten kalan bir korkunun armağanı olarak boy veriyor. Soma katliamında halkın yönelen öfkesinden bir markete kaçarak sığınan Erdoğan, o günlerin geri geldiğini görüyor. Eskiden sığındığı kitle tabanında boş tencere karşısında erimesiyle sığınacak liman olarak saraya çekilmeye, iktidarını koruyacak silahlı güçleri dizayn etmeye ve ABD’den misyon edinmeye yöneliyor.

AKP-MHP-İYİP ve CHP’nin şoven ulusal kesimlerce yakından takip edilen ve bu partilerin tabanındaki önemli bir kesim tarafından destek gören Sedat Peker’in “ülkeyi yakacaklar, büyük bir provokasyon hazırlıyorlar” diye hedefe koyduğu iktidar, o kesimlerce bu prizmadan kırılarak sorgulanıyor. Kabaca iktidarın gizli bir ajandası olduğu, yangınlara göz yumarak Türk-Kürt savaşını çıkaracağı ve kendi silahlı güçlerini sokağa çıkararak katliamlar yapacağı ve seçimlerle iktidara el koyacağı üzerine analizler, “sağduyu”, “provokasyona gelmeyelim” çağrıları ile siyasi analizlere dönüşüyor. Bu iddia iktidarın böylesi büyük bir yangını halen kontrol altında tuttuğu ve yönlendirecek kadar muktedir olduğu algısına yöneltir. Oysa iktidarın en yalın haliyle yaptığı “kontrol altında” propagandası dahi dakikasında sahadan gelen görüntülerle yalana dönüşüyor. İlk günler için “Allah’ın lütfu” olarak kaybettiği belediyeleri yangınla güçsüzleştirmeyi ve muhalif kitle tabanını cezalandırmak için kullanma niyeti olduğu tartışılmakla birlikte artık bu bir lütuf olmaktan çıkarak ateşin yakıcılığının saraydan hissedildiği bir duruma dönüşmüştür. 7 Haziran- 1 Kasım faşist saldırı dinamiği, her kesimin adını koyduğu gibi, bir süredir derinleşerek devredeydi. Ancak bugün başka bir dinamik daha devrede. O da yaşanan bu kapitalist yağmaya dayalı felaketin iktidarın kâğıttan kaplan haline dönüştüğünü göstermesi oldu. AKP’ye oy veren kitleler açısından bile bu kadarı beklenmiyordu. Güçlü ve dünya liderinin yönettiği ülkede yangın uçakları dahi kaldırılamıyor. Yangında halka çay atacak kadar gerçeklikten kopmuş, malzemesiz kalan Erdoğan balkabağına dönüşüyordu.

Bu yangın öyle ya da böyle bir süre sonra sonlanacak, ancak geride bıraktığı enkaz ve öfke bu iktidarın yakasını bırakmayacaktır. Yeni bir talan ekonomisi ve sadaka dağıtımı üzerine hazırlıklar yapan iktidar kuşku yok ki bir yandan da yeniden taarruz durumuna geçecek koşulları zorlayacaktır. Bu tüm zorlamaları ve sürtünmeleri ile birlikte 7 Haziran- 1 Kasım dinamiğini derinleştirme çabası olacaktır. İktidarın elinde artık A, B, C planları yapacak kadar çeşitlilik taşıyan yönetme yeteneği kalmamıştır. İttifakları parçalanmaya başlamış, rant alanı azaldıkça iç kavgaların çoğaldığı burjuva diktatörlüğü hükümet sorunu ile yüz yüzedir. Bugün kapitalist restorasyoncu CHP’nin dahi “İzin verin biz çözelim” yönelimi bu boşluğu görerek harekete geçmeye çalışma çabasıdır. Bütün bu çelişkiler iktidar sorununda düğümlenmektedir. Tarım bakanının eski bir söyleminde ifade ettiği “kibrit yansa haberimiz olur” üzerine kurduğu güçlü iktidar algısı “kibrit yansa iktidar sorgulanır” sürecine evrilmiştir. Artık ülkede her sorun iktidar tartışmasına dönüşmektedir.

THK’da nasıl uçak olmaz hayretkeşliği ya da hükümetin çelişkili ifadeleri bir cehalet sonucu değil aksine bir yönetim anlayışının, yani iktidarın nasıl konumlandığının sonucudur. Meseleye iktidar merkezli bakmayan her siyasal analiz şaşkınlıkla, akıl tutulmasıyla tarif eder. Oysa faşizm kendi doğasına ve yasalarına bağlı işliyor. Hatırlayalım; “finans kapitalin en gerici, en şovenist, en emperyalist unsurlarının açık terörcü diktatörlüğüdür” derken Dimitrov, faşizmi bir yönetme şekli olarak tanımlıyordu. Türkiye’de faşist bloğun temsil ettiği sermayenin “en gerici” unsurları da yayılmacılıkta rekabet edebilecek yetkin bir sermaye birikimi oluşturmak için hızlıca her şeyi yağmalaması ve talan etmesi gerektiğini biliyordu. Ancak bu yolla hızlı sermaye birikimi sağlayarak bir güç olarak TÜSİAD ve uluslararası sermaye ile bir dengeye ulaşabilir, iktidarda kalıcı yerler sağlayabilir, kendi geleceğini yönlendirebilirdi. Elbette iktidar THK’ya ayrılan bütçeyle makam araçları alırken onun gayrimenkullerini yağmaya hazırlanırken “Büyük yangınlar çıkarsa ne yaparız?” vizyonuyla değil, her değeri kendi sermaye birikimine aktarmanın hesabı ile yapıyordu. Başka bir deyişle bu hükümet “cehaletiyle” değil, kapitalist yağma çağının gereklerine uygun davranıyordu. Beşli çetenin bu kadar ayyuka çıkan yağmacı iktidar ortaklığının herhangi bir görüntü ihtiyacı duymadan yola devam etmesinin nedeni de tüm kaynakları kendi sermaye odaklarınca biriktirilmesi gerçeğidir.

İktidar gelecek sigortasını bir kaç belirgin şey üzerine inşa etmekteydi. Birincisi; Ortadoğu gerçekliğine uygun bir coğrafyada iktidar olmanın bir gereği haline gelen, herhangi bir sermaye franksiyonunca paylaşmadan doğrudan kendine biat eden silahlı güçleri oluşturmak. İkincisi; kendi iktidarına bağlı hızlı yollardan güçlü bir sermaye birikimi oluşturmak için yağma, talan, uyuşturucu, “mala çökme” rant alanları kurma, IŞİD petrolleri vb. her türlü para eden alanlarda hakimiyet sağlama. Üçüncüsü; Anadolu sermayesi olarak tarif edilen sermaye kesiminin ülkede iktidarlaşması ve doğrudan rekabetin söz konusu olamayacağını bildiği Avrupa sahasına yönelmek yerine, hızlı sonuç ve birikim sağlayacağı Ortadoğu ve Kuzey Afrika sahalarında yayılmacılığa yönelmesini kolaylaştıracak siyasal İslam ideolojisinin hamiliği… Faşist sermayenin tercih ettiği bu yönetim, küresel ve iç çelişkilerle bir sona dayandı. Sermaye ve uluslararası tekeller açısından son dönem çokça servis edilen Erdoğan sonrası hazırlık tartışmaları Türkiye kapitalizmini restore edecek, toplumsal bunalımı rıza ilişkilerine döndürecek sömürünün çarklarının işlemesine devam edebileceği bir arayışı CHP-İYİP şahsında sürdürdüğüdür. Buna teşne olacak düzen solcuları şimdiden buna göre konumlanmakta, düzen içi kavgada kendini konumlandırma arayışlarını CHP çevresinde inşa etmekte, faşizmle mücadele yerine ondan sonra getirilmesini öngördükleri CHP’nin sol muhalefetine göre konum hazırlamaktadırlar. İşçi sınıfı mücadelesinin seyri ise emekçiler ve ezilen halklar tarafından alaşağı edilecek bir iktidar ya da tüm çürümüşlüğü ile süngüye dayalı iktidarın iç savaş tercihi de dahil iktidarda kalmaya direnmesine yapılan hazırlıkla belirlenecektir.

Dikkatleri bir yöne daha çekmekte fayda var. Siyasal görevler üstlenen herhangi sol bir yapının yangın bölgelerine malzeme örgütlemeyi hedefleyen sosyal dayanışmacı yaklaşımları kitlelerle bağ kurmayı güçlendirir mi? Diyelim ki güçlendirdi. Bu güçlenen kitle bağları ile neye yöneliyor? Bizi kim kurtaracak ya da nasıl kurtulacağız sorusunun yolu “yanmaz eldivenlerden” değil, “yanan saraylardan” geçmektedir. Elbette ezilenlerin dayanışmacılığının kökenleri komünal toplumlara uzanmakta. Buna herhangi bir itiraz yükseltilemez. Ancak bu dayanışmacılık iktidara yönelmediği sürece acılara paydaş olan bir sivil toplumculuğun ötesine geçememektedir. Biz acılara paydaşlığı değil acıların ortadan kaldırıldığı devrime göre konumlanmak zorundayız. Sol’un sınırlı olan güçleri ile birkaç tır malzeme taşıması ve bunu parti çalışması olarak propaganda etmesi kapitalizmin irin akıtan yarasına pansuman yapmaktan öteye geçebilir mi? Oysa dayanışma Ali Asker’in bir şarkısında ifade ettiği gibi “Yitik bir ülkeyi korumaya değil, yeniden kurulacak bir ülkeyi aşkla örmeye benzer devrimci olmak” dizeleriyle hatırlanabilir. Bir devrimci siyasal örgütün artık iyice açığa çıkan hükümetin halk düşmanlığı ve kitlelerden “nerede bu iktidar” seslerinin yükseldiği yerde halkı iktidara yönlendirmesi kaçınılmazdır.

Kuşkusuz her kriz kendiliğinden devrimci sonuçlar doğurmaz. Eğer doğru bir politik yönlendirme güçlendirilmezse bu krizin etkisinde olan kitleler daha güçlü, daha otoriter, kendini koruyacağına inanacağı bir sağcılaşmanın yeniden peşinden sürüklenir. Yeniden pratikte tecrübe edineceği zamana kadar bu iktidarların sömürü çarklarına onay verir. Bu aynı zamanda ezilen halkların ve emekçilerin birbirilerine düşmanlaşacağı bir politik karşı devrimci dalgayı da inşa eder. Bunu engellemek “halklar kardeştir” sloganının ötesine geçmekten, halkların ortak çıkarının iktidar olmasında cisimleşecek politik programdan ve onun eyleminden geçmektedir. Her öfke asıl kaynağına, iktidara yöneltilmek durumundadır.

Devrimci siyasetin en geçerli sözü sokakta söyleme cüreti bu netlikte olmalıdır. Yeni cümlelere, uzun tanımlamalara gerek duymadan siyasal ajitasyonundan, afişlerine, açıklamalarından, duvarlara her yere “Bütün iktidar işçi emekçi halklara” çağrısını nakşetmelidir. Bilginin egemenlerin tekelinde olduğu, manipülasyonların ve komplo teorilerinin kol gezdiği, popülizmin devrimcilik adına icra edildiği bulanık suda ari ve billur olmalı bakışımız.

Devrimcilik adına iktidarı ele geçirme hazırlığı taşımayan her tartışma lafı-ı güzaftır. Bugün 60 yaşında sonsuzluğa uğurladığımız Halid Ebu Ruken yoldaşın devrimci yaşamı ve sözleri gücünü devrimci savaş netliğinden almaktaydı. O nasıl ki devrimi bekleyen değil, devrime giden bir pratikle kendini yoğurarak Mardin’den Filisten’e, İstanbul’dan Rojava’ya sınırsız bir devrimciliği, birleşik devrimi yol eylediyse bugün her devrimcinin kendi sınırlarını sorgulaması, kendi ihtiyaçları yerine devrimin ihtiyaçlarına odaklanması esastır.

Paylaşın