Umut Yazıları

Suya hasret çöllerde beyaz güller biter mi? – Kemal Taşyakan

“Zamanların en iyisiydi, zamanların en kötüsüydü,

hem akıl çağıydı, hem aptallık,

hem inanç devriydi, hem de kuşku,

aydınlık mevsimiydi, karanlık mevsimiydi,

hem umut baharı, hem de umutsuzluk kışıydı,

hepimiz ya doğruca cennete gidecektik ya da tam öteki yana…”*

Yatağında uzanıyordu. Artık haftada üç gün hastaneye gidecek enerjisi kalmamıştı. Onun yerine eve gelecek bir hemşire tarafından ilaçlarının verilmesi önerilmişti. Gidebileceğini göstermek için doğrulmaya çalıştı ancak güç bulamadı. Yeniden uzandı. Bir nefes toplayarak ciğerlerine, konuşmaya başladı. “Gerek yok. Hemşire gelecekmiş eve gelmesin… Bu imkanları partinin başka ihtiyaçlarına kullanın. Tutsağımız var, ona kullanın… Ben giderim hastaneye.”

Tam bir yıl oldu. Sabahın erken saatlerinde nöbet değişimi yapmak için bir aradaydık. İlk defa o sabah herkes yanındayken yatağından usulca elini kaldırdı, bir veda edişin seremonisini icra etti. Dağıldık! Yeniden toplandık… Öğlen saatlerinde çalan telefonla yeniden odasına çıktık. Artık incinmesin diye bedeni, usulca son kez alnından öpüyorduk.

Çağlar Demiröz (Boran Özgür) 35 yıllık yaşamının 20 yılını örgütün içerisinde yaşamış, onun içinde büyümüş, bölünmelerine, birleşmelerine, atılımlarına, kitle çalışmalarına, Gezi’ye tanıklık etmiş bir örgüt militanıydı. Tutuklanırken elinden bırakmadığı Bedo’nun resmiyle yaptığı zafer işareti, zaferi yaşayan bir kadronun baş eğmez temsiliydi. Partinin Rojava’ya çağrısını hiç duraksamadan, ikircimsiz, deyim yerindeyse birkaç gün içinde yerine getirirken düzenle kurulan yerleşik bağları da parçalayan devrimci öncülerin izinden yürüyordu. Rojava’da birçok cephe savaşının ardından Avrupa çalışmalarında yer aldı. Yakalandığı kanser hastalığının tedavi sürecinde, son gününe kadar örgütün gündemini takip etmekten, en çok da içinden geldiği Dev-Lis’lileri izlemekten geri durmadı.

Bir kadro için muazzam tecrübe sayılan, partinin tüm çalışma sahalarında yer edinmişti. Gençlik hareketinden kitle çalışmasına, zindan pratiğinden gerilla faaliyetine, Avrupa sahasından ideolojik çalışmaya, her yerde devrimin ve partinin ihtiyaçları neye çağırdıysa tümünü sınıf savaşımının gereği olarak kabul etti. Örgüte tek direniş gösterdiği alan kendisine kürsü görevi verilmemesi ve tabii ki “İzmircenin” eleştirilmemesiydi… Ardından yayınlanan mesajlardan biri onun için en doğru tanımı ortaya koymuştu: “Belki de çağın son mütevazı devrimcisiydi”

Onu özel kılan elbette ruhani bir varoluşsal kaynaktan gelmiyordu. Onda cisimleşen ve takdir gören her olgu gücünü komünist kişilikten, sınıf bilincinden ve sosyalizmin zaferine olan inançtan alıyordu. Uzun bir süredir devrimci saflara yönelik ve devrimciliğin tasfiyesini hedef alan karşı-devrimin saldırı dalgası karşısında en büyük silahı daha fazla ideolojik kararlılık ve örgütte ısrardı.

Bugün devrimci siyaset bir atılımın arifesinde ancak ‘an’da bir bunalımla yüz yüze. Bu birçoğunun iddia ettiği üzere bir yenilgi ya da çöküş değil, geçici bir geri çekilme. Sınıf savaşımı düz bir çizgide ilerlemez. Kabarmalar, geri çekilmeler, taarruzlar, savunmalar bu savaşa içkin olgulardır. Boran neredeyse son 20 yılın her taktiğinde yer aldı. Ve eğitimlerde en çok “Kesintisiz Devrimci Taarruzu” anlatmayı önemserdi. Çünkü doğru anlaşılırsa bir kadronun her koşulda pusulası olacağını ifade ederdi. Devrimci siyaset açısından Ulaş Bayraktaroğlu’nun “Kesintisiz Devrimci Taarruz” fikriyatı bugün de sürecin can alıcı parolasıdır. Devrimci kadro açısından böylesi bunalımlı süreçler yalnızca yeni ve daha güçlü saldırılar için koşulların hazırlanması dönemidir.

Bir savaşın kazananı olmak için düşmanı topyekûn imha etmeye ihtiyaç duymazsınız, esas olan karşı tarafın savaşma iradesini ortadan kaldırmaktır. Ülkemizde bunun yakın tarihteki miladı çöktürme planıdır. Bu plan ağır fiziki saldırıların yanında devrimci güçlerin savaşma iradesini kırmayı ve buna bağlı olarak devrimciliğin tasfiyesini hedefleyen burjuvazinin, taarruz planıydı. Türkiye tarihinin en büyük halk isyanı Gezi Ayaklanması ertesinde ve KobaneSerhildanı atmosferinde, halk güçlerinin taarruz hareketliliklerinin devam ettiği tarihsel bir dönemde, karşı-devrim de kendi taarruz planını 2014 Ekim’inde devreye koydu. Çöktürme planı, Kürt Özgürlük Hareketi’nin tasfiyesini başlıca saldırı alanı olarak belirlerken, Türkiye’de de devrimci siyaseti hedeflemişti. Onun kadrolarına karşı özgür alanlarda imha saldırısı, metropollerde hareketsiz bırakma, legal çalışmalarını darbeleme, devrimci öncünün devrimci maddeyle buluşmasına yönelik en küçük adımını bile kuşatmak, iktidarın kesintisiz taarruz planıydı.

Türkiye’de savaşçı devrimciliğin ideolojik ve örgütsel tasfiyesine yönelik işletilen süreç, Gezi Ayaklanması ve Kobane Serhildanları sonrası devletin dönüşümü ve “çöktürme” bahsi, Clara Zetkin’in 1923’de ifade ettiği şu sözlerle daha anlaşılır olacaktır: “Faşizm; başlamış olan bir devrimi devam ettirmediği ve daha ileri götüremediği için proletaryanın çekmek zorunda olduğu bir cezadır.” Ve yine Clara Zetkin ile devam edecek olursak; “Biz onu deyim yerindeyse sadece askeri yoldan yenmeyeceğiz. Onu ideolojik ve politik olarak da dize getirmek zorundayız” ifadesi saflara yönelik ideolojik mücadelenin de askeri mücadele kadar yürütülmesi gerekliliğini ortaya koyar. Çünkü faşizm salt “teröre” dayalı bir varlık değil, işçi sınıfı içerisinde de politik hegemonyasını tesis etmiş bir örgütlenme biçimidir. Bu ideolojik hegemonyası hem örgütler düzleminde hem de işçi sınıfı içerisinde başka bir sınıfın iktidar olma fikrini ve araçlarını tasfiye etmeyi önceledi. Savaşçı devrimci siyasetin marjinalleştirilmesi, ancak kendi çizgisinde ısrarla yürümesiyle kırılacaktır. Piyasa solunun solunda durmak yerine ondan kesinkes bir kopuşa ve ayaklanmaya dayalı devrimci kalkışmanın ideolojik, politik hegemonyasını kurmak, tüm daralmışlıklara rağmen halen adım adım yürünecek en güncel görevdir. Bu noktada sadece doğruları yazmakla yetinmek, kendisini dergicilikle daraltmak olacaktır. Bir stratejinin eksiklerini görmek ancak onu kitlelere taşımakla açığa çıkar. Parti fikrini kitlelere taşımaktan imtina eden, kitle çalışmasının zorluklarından ve karmaşıklığından kaçınan kadronun yapısal tartışma yapması sahici değildir. Kitle içerisinde örgütlenme amacı taşımayan her tartışma kâğıt üstünde örgüt kuran kırtasiyeci bürokratların işi olabilir. Bu bürokratlar kendi kurdukları araçlarda bile ısrarcı olamazlar. Bugün kadroların örgütlenme çalışmasına yabancılaşması esasında devrim fikrine yabancılaşmalarıdır. Çünkü tasfiye saldırısı altında yeni güçleri kazanabileceğine, dönemsel örgütsel sorunların aşılamayacağına, bu nedenle de taze güçlerin gelse de gideceğine kendini inandırmıştır. Aslında kendisi değişime ve dönüşüme kapalı olduğu için kitlelerinde, partisinin de gelişeceğine yabancılaşmıştır. Kadrodaki bu tahrifat nesnel duruma teslim olarak aşılamaz. Her kadronun gelişimi örgütün olmadığı alanlarda görevlendirilerek ve orada taze güçler örgütlemesiyle, olanaklar yaratmasıyla güçlenir.

İdeolojik tasfiye saldırısının 9 yılda yarattığı etki, devrimci siyaseti küçültmeyi, hareketsiz bırakmayı hedeflerken tek tek kadrolarda da deformasyon yaratmayı amaçlamıştı. Nasıl ki elitist siyaset, seçim sonuçlarından hareketle faşizmin hegemonyası altına aldığı kitleleri, “bu halktan bir şey olmaz” üstenciliğine ittiyse, birçok devrimci özneyi de mevcut örgütlerden, örgütlülüklerden kopmaya, “bu örgütlerden bir şey olmaz” melankolikliğine itti. Oysa ne başka ülkeden bir halk ne de başka bir örgüt ithal edilebilecek ve bu toprakların devrimini bu halkın bağrından çıkan devrimciler gerçekleştirecekti. Tasfiyeciliğin çok yönlü etkisi bu yönüyle de açığa çıkmaktadır. Devrimci kadrolar, karşı-devrimin ideolojik tasfiye saldırılarını doğru okuyamadığı ve buna uygun konumlanmadığı sürece, her sorunu bütünden kopararak gündemleştiriyor. Düğme bir kere yanlış iliklenmeye başlandığında sonuna kadar yanlış iliklenmeye devam eder. Sonunda ya bir düğme ya da bir deliğin neden boşta kaldığı anlaşılmaz olur. Bugün yürütülen birçok tartışmada, bu ana esas ıskalandığında sorunu ortaya koyuş biçiminde de bocalanmaktadır. Mesele kişilere, yönetsel tartışmalara, örgüt içi demokrasi sorunlarına ve buraya sığmayacak başlıklara indirgenerek ele alınmaya çalışılıyor. Ve tam da tasfiye saldırısının bir başka amacı olan devrimci güçleri savunmaya kilitleme, enerjisini içerde paralize etme yönelimi egemen olmaya başlıyor. Başı sonu olmayan tartışmalar, faşizmi hedef almayan ve güçleri örgütlenmeye sevk edemeyen programsızlık, en nihayetinde kişilerin tarzlarıyla süreci açıklayan, ya da “yapısal sorunlar” başlığı altında nesnellikten uzak, yer çekiminden bağımsız, örgüte bir kitabî proje gibi bakan yaklaşımlara zemin oluşturmaktadır. Oysa kadronun ya da kitlelerin psikolojisi değil, nesnel durumlar belirleyendir. Politik tahlile dayanmayan, buna bağlı dönem taktiklerini ortaya koymayan ve yine devrimci görevlere göre kendini konumlandırmayan her tartışma apolitikleşmeye mahkûm kalacaktır.

Devrimciliğin ideolojik ve örgütsel olarak tasfiye edilmesi üzerine kurulu saldırılar, devrimin zaferine olan yabancılaşma ve daralma, ideolojik kararlılıkla ele alınamadığında, bir süre sonra kırılan ve düzen içi bir yaşama yönelenlerin sayısını arttırdı. Bugün devrimci siyaset zeminlerinde yer alan tüm örgütlenmelerde benzer sorunlar boy vermekte. Devrimci siyasetin kendi zemininde ise buna ek olarak, var olan kadrolarda yeni bir düzen karakteri görülmektedir. Deyim yerindeyse her kadro ya da militan kendi durduğu yeri ve tarzını parti ölçütü olarak ortaya koymakta ve kendini dayatmaktadır. Başka kadroların tarzlarını kendi ölçüsüyle tartan bu yaklaşımın hiç kuşku yok ki varacağı yer, parti fikrini ve işleyişini tahrif etme ve sonunda liberalizme alan açmak olacaktır. Oysa partinin tek ölçütü vardır; o da önderleridir. Yani kadroların ölçütü Ulaşların, Aynurların, Orhanların ölçütüdür. Kendisini ileri örneklerle değil daha geri örneklerle kıyaslayarak durduğu yerin gerçekliğiyle yüzleşmeyenin varacağı yer “kendine liberal dışarıya sekter” davranış biçimidir. Bugün kendisini kadro atfeden birçok karakterde açığa çıkan bu deformasyon, kendine her türlü kuralsızlığı hak gören, düzenle her türlü ilişkilenmeye giren, hatta bazen uç örneklerde görüldüğü gibi lümpence davranış özelliklerine rağmen, elinde bir cetvelle kadro ölçümü yapan anlayıştır. Bunlar kendilerini organların üstünde gören ve bu sayede her bilgiye ulaşmayı kendine hak gören, dedikodu üretimini örgütsel görevmiş gibi sunan kişiliklerdir. Bu anlayışın olduğu yerde organlı çalışma, kolektif örgütsel hayat boy veremez. Sürekli bir kamplaşma ve karşıtlık hâkim kılınır. Çünkü örgütün olağan işleyişinde tüm liberallikleri açığa çıkacağı için sürekli bir kriz haliyle gerçekliği alt üst etme telaşındadırlar. Tasfiye saldırısının en etkili taşıyıcısı olan bu kadro tipi, zafere yabancılaşmış kadrodur. Kendi pozisyonlarının sarsıldığını hissettiği her an örgütün pozisyonu da geri çekerek kendi iktidar alanını korumaya çalışırlar. Ona bağlı olmayan her gelişimi değersizleştiren, kendi eylemi ve sözünü kutsayan bir anlayışın taşıyıcısıdır. Bu tarz kadronun deformasyona uğradığı biçimlerde kadronun kişisel imkân ve olanakları genişlerken aynı paralellikte örgütün imkânları gelişmez, aksine daralır. Çünkü her zerresiyle devrime adanmışlık yerine ona yabancılaşma biçimi kendini önceleyen bir liberalizme dönüşür. Ortaya çıkan tahrif olmuş kadro şekillenmesindeki temel özellik “kadro gibi konuşup kitle gibi yaşamak” tutarsızlığıdır.

Yeniden Boran Özgür’e dönersek; 2017 yılında partinin savaş sahasında ortaya çıkan kaçkınlık ve tasfiyeciliği şöyle tanımlıyordu. “Hiç kimse ‘ben yapamıyorum’ dürüstlüğü ile yaklaşmıyordu. Kalmaya kararlı olanları da paralize edecek biçimde kopuşlar örgütleniyordu. Çünkü kişilerin kendi kaçkınlığı meşrulaşacaktı. O nedenle gericiliğe teslim olmuş herkimse giderken yıkabildiği kadar yıkmalı ki kendi ‘kaçkınlıkla damgalanmasın’. Şimdi sonuçtan bakınca gördük ki, ‘aslında ben devrimciyim, bu örgütle olmuyor’ diyenlerin birçoğu itirafçılık masasında kuyruğa girdiler. Ayrılan herkes elbette itirafçı olmayacaktır. Ancak örgüte ve yoldaşlarına karşı saflarda güvensizlik yayan herkes kendi düzen içi kaçışını tasfiyeciliğe alan açarak yapacaktır.”

Bugün bu tahrifatın imkân bulduğu koşullar titizlikle mercek altında tutulmalıdır.

Bitirirken;

Kadronun deformasyonu ve devrimciliğin tasfiyesine karşı ideolojik kararlılık, mücadelenin ertelenemez bir başlığını oluştururken diğer ana başlığı partinin örgütlenmesi ve bir kuvvet haline getirilmesidir. Ve en nihayetinde anahtar sorun örgütlenmedir. Dimitrov’dan alıntılarsak; “(…) Komünist Parti işçi sınıfının önderi durumuna kendiliğinden gelemez. İşçi sınıfının savaşında, önderliği Komünist Parti kazanmalıdır. Bunun için de komünistlerin önderliği hakkında lâf ebeliği yapmak yerine, her gün kitle çalışması yaparak ve tutarlı bir politika izleyerek emekçi kitlelerin güvenini kazanmak gerekir. Politik eylemimiz sırasında kitlelerin sınıf bilincinin gerçek düzeyini ve ne oranda devrimci kavgaya hazır olduklarını göz önüne alırsak bu mümkün olabilir. Ayrıca durumu isteklerimize göre değil de gerçek durum ne ise ona göre değerlendirmeliyiz. Geniş kitlelerin komünist kampa geçmelerini sabırla, adım adım kolaylaştırmalıyız”

Son söz olarak; devrimcilik cesaret işidir, ancak kendinle yüzleşmek daha büyük cesaret işidir.

*Charles Dickens – İki Şehrin Hikayesi

Paylaşın