Umut Yazıları

İmralı çağrısı ve ezen ulus sosyalistleri – Kemal Taşyakan

Doğrudan kitabın ortasından konuşursak sosyalist hareket içerisinde bir yöntemsizlik sorunuyla yüz yüzeyiz. Kuşkusuz bunun ana nedeni parçaların bütünle olan bağından ayrıştırılarak ele alınması ve en nihayetinde ideolojik ve sınıflar mücadelesi yasalarından bakışın erozyona uğramasıdır. Bu durumun en somut hali, bir süredir devam eden, DEM Parti Heyeti’nin PKK lideri Öcalan’la başladığı görüşmelerin 27 Şubat çağrısıyla geldiği nokta ve PKK’nin 1 Mart tarihli –şu aşamada tek taraflı yürüyen- ateşkes ilanına yaklaşımdır. Sosyalist cenah ve demokrasi güçleri açısından çokça analiz yazısı ve yorumlara sahne olan bu “yeni” durum, Türkiye sosyalist hareketi toplamı içerisinde bir uçta “silah bırakma ve PKK’nin feshedilmesi” çağrısını, teslimiyet ve tasfiyecilik olarak ele alan sol sapmayı, diğer uçta “silahlı mücadele ve devrimci zora” veda edilmesini kendi politik pozisyonuna meşruluk kazandırmak isteyen sol liberalizmi, cesaretlendirmektedir. Ek olarak bu iki ucun arasında bir yerde “devlete güvenmiyorum, ortada hiçbir demokrasi belirtisi yok, AKP’ye yarar” gibi çoğunlukla tutuğu yerden kaygı belirten yargılar kol geziyor.

“Genel olarak hayatta en önemli şey; olaylara hangi açıdan bakılması ve değer biçilmesi gerektiğini tam olarak bilmek ve ona göre hareket etmektir. Çünkü binbir çeşit olayları bir bütün halinde görmek ve kavramak ancak onlara tek bir görüş açısından bakmakla mümkündür ve tutarsızlıktan ancak bu sayede kurtulabiliriz.”i Başka bir ifadeyle söylersek, tutarsız gibi görünen olgular kendi tutarsızlıklarınızın “gizlenmiş” bir yanılsaması olabilir. O nedenle ulusal kurtuluş mücadelesi veren bir partinin aldığı “silahsız” mücadele kararını “komünist parti” normlarıyla değerlendirmek ve buradan hüküm vermek, özgürlük hareketinin çelişkisi değil, komünist bakış iddiasındakilerin tutarsızlığı olur. Hele ki “silahlı mücadele” yürütmeyen komünist, sosyalistlerin dahi mücadele biçimleriyle tartılmadığı düşünüldüğünde…

Devrimci siyaset metodunun açığa çıkarılması adına Lenin’e dönersek; “Devrimci olmak ve sosyalizme sadık kalmak ya da genel olarak bir komünist olmak yetmez. Her tikel uğrakta zincirin, tüm zinciri tutabilmek için olanca kuvvetle kavranması gereken özel halkasını bulabilmek ve bir sonraki halkaya geçiş için istikrarlı bir biçimde hazırlık yapabilmek gerekir; halkaların sırası, formu, birbirlerine bağlanma tarzı, olayların tarihsel zincirlemesinde birbirlerinden farkları, bir nalburun yaptığı sıradan bir zincirdeki kadar basit ve anlamsız değildir.”ii Yani hem zincirin bütününü göreceğiz, hem ara duraktaki özel halkayı kavrayacağız, hem de bir sonraki halkaya geçiş için devrimin imkânlarını yükseltmek adına istikrarlı bir hazırlık yapacağız.

Metoda iki yaklaşımı daha referans alarak devam edersek; ilki yine Lenin’in demokrasi olgusuna verdiği yanıttır. “Ari”, sınıfsız, sınıflar üstü bir demokrasi olamayacağını belirten Lenin “hangi sınıf için demokrasi?” sorusunu yöneltir.iiiBu yaklaşım bugün ortaya çıkan özgürlük, barış, adalet, kardeşlik ve demokrasi kavramlarına hangi sınıf için sorusuna yanıt vererek ele alınabilir. İkincisi ise hiçbir toplumsal olgu ve gelişimin/değişimin tek yönlü olmadığı, her sınıfın bu olay ve olguları, sahada kendi sınıf çıkarlarına evriltmek için, mücadeleyi farklı biçim ve yöntemlerle kesintisiz sürdürmek zorunda olduğudur. Bu tür temas alanlarında ister barışçıl ister askeri yöntemler devrede olsun kısa, orta ve uzun vadede kendi sınıf çıkarlarının kazanımıyla sonuçlandırma mücadelesi planlanır. Çelişkilerin çözümü yeni çelişkileri doğurur ve bu yeni çelişkiler her sınıfın öncüleri tarafından yeni mücadele alanı haline getirilerek en nihayetinde temsil ettiği sınıfın kalıcı kazanımlarına dönüştürülmesini koşullar. O nedenle sınıflar arası mücadelede -barışçıl dönemler- de dâhil güven/güvensizlik temelinde analizlere yer yoktur. Mücadelenin kazanılmış mevzilere nasıl dönüştürüleceğine ilişkin plan ve taktikler vardır. Sınıflar arasında her daim birbiriyle çelişme ve karşılıklı alan daraltma mücadelesi sürer. Bugün devletle Kürt özgürlük hareketi arasında gelişen bu ‘yeni’ durum da bitmiş, olmuş bir süreç değil, sürekli devinim halinde, farklı biçim ve yöntemlerle alan daraltma/genişletme mücadelesi olarak sürecek.

Hayatın gerçekliği bir olguyu ortaya çıkardığında, her politik güç onu kendi lehine çevirmeye durmaksızın çabalar. İktidar gücü kendini yeniden üretmeye, özgürlük gücü ise kendine yol ve alan açmayı amaçlar. Bugün Türkiye Devleti’nin sömürgeci niteliği yeni bir aşamaya varmış ve tarihi geriye sarma şansı kalmamıştır. O halde bu yeni durum içerisinde egemenler yeniden pozisyon almaya, sömürgeciliğe yeni bir içerik vermeye çalışırken, özgürlük hareketinin ulaştığı düzey ile önderliğinin yeni bir alan açma ihtiyacı, tarihin bu anında kesişmiştir. Şimdi bu ‘yeni’ durum içerisinde karşılıklı hamleler “müzakere” parantezine alınmak isteniyor. Atılan adımlar bir sonraki durumu biçimlendirirken mutlak suretle yeni kırılmalar, taktik değişiklikler ve yeni değerlendirmeler zorunlu olacaktır. Hatta her yeni adımda süreç, bozulma ihtimaliyle iç içe var olmaya devam edecek. Devlet karşı tarafı “güçsüz” değerlendirdiği her anda yeni biçimler alarak saldırılarını sürdürecek ve derinleştirecektir.. Bu açıdan tarihsel olaylar ‘an’la değil bir süreklilik içerisinde ele alınmalı. Her politik taraf açısından inişli-çıkışlı bazen lehte, bazen aleyhte görünen o andaki hamleler, daha geniş bir alana yayılma stratejisinin taktik adımları olur. Örneğin pratikte tek bir Gezi Ayaklanması oldu, ancak sahada kesişen her sınıfın ve toplumsal kesimin politik temsilcilerinin bu ayaklanmadan elde etmek istediği sonuç farklıydı. Üstelik alanda bir arada olmak durumunda olanlar açısından bile durum bu yasaya tabi olarak işledi. Yine Rojava’da IŞİD gerçekliği karşısında Kürt halk güçlerinin hedeflerinin ABD’nin emperyalist çıkarlarından farklı olmasına rağmen onlarla sahada yan yana gelmeleri, IŞİD katliamlarına direnmenin önceliğini gören enternayonalist güçlerin kendi gerçekliklerini yadsımadan sonuç alma kararlılığıyla, savaş sahasında Kürt halkıyla birlikte olmalarını mümkün kıldı ve tüm taraflar kendi politik etkinliklerini bu realite içerisinde genişletmeye çalıştılar. Ayrı iddialar aynı mekanda kesişti. O halde şeyleri, kendi adıyla çağırmak ve onu ortaya çıkaran toplumsal gerçekliği ve o gerçekliğin hangi iktidar biçimlerinde -geçici/kalıcı- çözümlere tabi olacağına doğru yaklaşmak gerekir. Bu açıdan bakıldığında bugün PKK ile devletin sömürge sorunundaki “çözüm” yaklaşımı aynı gerekçeler ve ihtiyaçla değil ancak aynı tarihsel anda bölgede ve ülkede yeni bir nitelik değişiminin dayatması ile kesişerek ortaya çıkıyor denilebilir. Kuşkusuz sürecin sonunda iki güç de farklı sonuçlar elde etmeyi hedefleyerek mücadele biçim ve araçlarında değişikliğe yönelmek durumunda kaldılar.

Türkiye’deki burjuva diktatörlüğünün sömürgenin niteliğini bu güncelleme girişimi elbette uluslararası ve bölgesel gelişmelerden azade değil. Her ne kadar, her konuda yekpare bir Batı bloğundan bahsetmesek de ABD ve İsrail merkezli Ortadoğu dizaynı ve sıradaki İran hamlesi nedeniyle de Türkiye egemenlerinin bu yeni yönelimden beklentileri var. Geçen yüzyılda Batı desteğiyle Kürdistan’ın dört ülke tarafından sömürgeleştirilmesi ve bu dört ülkenin işbirliğiyle sömürgeciliği sürdürme hali, iki parçada resmen çökerken, Rohialat parçasının, İran hamlesi sonrası yeni bir biçim alması muhtemel. En büyük parça Bakur’un ise eski tarzda sömürgeci egemenlik altında tutulma halinin fiilen tıkandığı bu dönemde, Türkiye burjuvazisi bu yeni duruma uygun tutum geliştirmeye çalışıyor. Ayrıca bir avuç devşirme cihatçı çete dışında Türkiye’nin bölgeye müdahil olmasını sağlayacak ittifak ilişkileri de ya çökmüş ya da çıkmaza girmiştir. Tarih Türkiye’yi öyle ya da böyle Kürt gerçekliğiyle bağ kurma arayışına itiyor. ABD ve İsrail merkezli yönelimde ise, İran’ın bölgesel dayanak ve ittifakları, direniş ekseni etkisiz hale getirilmeye çalışılırken, bölgede bulunan ve birbirinden ideolojik olarak ayrışan güçler de İran hamlesine katılmaya ya da tarafsızlık cephesinde yer almaya zorlanıyor. Yani, çok aktörlü bu bölgede her politik güç, Kürt halk dinamiğinden kendi beklentilerine uygun bir pozisyon yaratmaya çalışıyor. Kürt özgürlük hareketi de bu inişli çıkışlı bölge gerçekliği içerisinde kendi bütünlüğünü önceleyerek, bölgenin kaderine, paradigması ve gücü oranında yön vermek istiyor.

Yenişememe’ durumu…

Sınıflı toplumların ortaya çıkması ile birlikte iktidar gücü ile özgürlük güçleri arasındaki çatışmalar ve mücadele biçimleri çeşitlenerek sürüyor. Kapitalizm ile birlikte ortaya çıkan, işçi sınıfının iktidarı ele geçirme mücadelesi ve yine sömürgeleştirilmiş halkların sömürgeci devletlere karşı özgürlük mücadelesi, silahlı mücadelenin çeşitli biçimlerde ve çeşitli örgüt formaları altında sürmesini sağladı. Bu mücadelelerin bir kısmı başarıyla bir kısmı başarısızlıklarıyla tarihsel incelemelere konu oldular. Modern toplumlarda ezilenler cephesinden meseleye yaklaştığımızda iki kuvvet açısından silahlı mücadele ihtiyacını ve yine iki ayrı gücün nihai amaçta farklılaşmasını görebiliriz. Bu güçler her ne kadar ittifak halinde olsalar bile sonal amaçları itibarıyla farklılaşırlar. Bunlardan ilki, işçi sınıfının iktidarı için burjuvaziye ve onun devletine karşı askeri-politik mücadele yürüten güçler. Çelişkileri uzlaşmazdır. Ve nihayetinde mücadele üretim araçları üzerindeki mülkiyeti değiştirecek olan “iktidar” sorununa dayanır. Sömürgeleştirilmiş halkların askeri-politik mücadelesi ise esasında sömürgeci burjuva devletin ana merkezindeki iktidarı ele geçirmeyi değil, sömürge ülkedeki egemenliklerine son vermeyi hedefler. O nedenle ulusal kurtuluş mücadelelerinin sınıfsal öncülüğü, programı ve eylemi “üretim araçları üzerindeki özel mülkiyete son verme” sorumluluğu yüklenerek tartılamaz. Böyle olduğunda, ‘komünist tavır’ gibi görünen “teslimiyet ve tasfiyecilik” iddiasıyla KÖH’e yönelen eleştiriler, dar tepkisel bir sol sapmaya yol açar. Ayrıca kalibresi “sınıf savaşımına” ayarlanmış bir terazi, ilk önce Türkiye sosyalist hareketinin kendi durumunu ve sorumluluklarını tartmayı gerekli kılar.

Bu bağlamda ezilenler cephesinde yer alan silahlı örgütlerin hangi şartlar altında silah bıraktığını incelemek bugünkü şartların anlaşılmasını kolaylaştırır. Dünya deneyimleri silah bırakmayı genellikle üç-dört başlıkta ele alır.

1- Savaştığınız güç karşısında savaş iradenizin yok olması ve tam yenilgi almak. PKK’nin vardığı düzey ve askeri gelişmişlik açısından bu kapsama sığmayacak kadar savaş iradesi, kaynakları ve imkânları mevcuttur.

2- İrade sürse de karşı güçten gelen saldırılar sonrası silahlı mücadelenin ihtiyaçlarına uygun toplumsal zemini kaybetmek, silahlı mücadelenin gerektirdiği eylemleri gerçekleştirememek ve fiilen silahsızlanmak. PKK’nin halen temsil ettiği ve onu öncü parti olarak gören milyonların geldiği politik düzey, askeri devrimci operasyonları sürdürme kabiliyetinin halen bölgenin en dinamik gücü olarak sürmesini mümkün kılıyor.

3- Yenişememe hali. 50 yılı bulan, Bakur’dan başlayıp dört parçaya dağılan silahlı Kürt isyanı, tarihsel olarak mücadelenin tüm araç ve yöntemlerinde önemli bir gelişmişlik düzeyi yakalamış ancak Bakur’daki sömürgeci devleti söküp atacak son darbeyi vurarak, “statü” elde edememiştir. Durum sömürgeci Türk burjuva devleti açısından da benzer; devlet olmaktan kaynaklı elde ettiği tüm imkânlara rağmen inkâr-imha siyasetinden sonuç alamamış, sömürgeci niteliği her seferinde büyük kırılmalara uğrayarak devam edebilmiştir.

O halde uzunca bir süredir devam eden ‘yenişememe’ halinin bugün ulaştığı bölgesel aşama sömürgeciliğin niteliğinde devleti değişiklik yapmaya zorunlu kılmış olduğu için, yeni görüşmeler yapılmış ve 27 Şubat’taki noktaya gelinmiştir. PKK bu ‘yenişememe’ halini başka araç ve kurumlarla nitelik değişikliğine uğratarak aşmaya, mücadeleyi başka biçimlerde -özsavunmaya dayalı politik mücadele ile- sürdürmeyi ve kendi kaderini verili durumda yansıyan biçimiyle belirlemek isterken/hedeflerken, Türk burjuvazisi de sömürgeci gücünü kaybetmeden Kürt halkını ikna edecek bir değişimi arzuluyor. Burada altı çizilmesi gereken en önemli yan, bir burjuva diktatörlüğü olan Türkiye Devleti’nin, Kürdistan’da ki sömürgeciliğini terk etmiyor oluşu. Sömürgeci hegemonyasını bu “yenişememe” hali ve bölgesel gelişmeler nedeniyle yeniden şekillendirmek istiyor. Kabaca söylenebilir ki; inkâr ve imha paradigmasından, “silahsızlandırılmış” bir halkı içerecek biçimde, sermayenin bölgesel yayılımında yeni dayanaklar yaratmayı amaçlıyor. Burada her iki gücün, “çözüm” noktasında ihtiyaçları farklı ancak eski haliyle sürdürme gerçekliğinden uzaklaştıkları yeni bir durum söz konusu. Bu demektir ki; her iki gücün politik kuvvetleri güven-güvensizlik temelinde değil, bu politik ihtiyaçların alanlarını genişletmeye çalışan yeni bir mücadele yöntemine geçiş yapacaklar. Savaş politikanın başka araçlarla devamı ise politika da esasında bir savaş alanıdır. Bu alanda mücadele tüm çelişki ve keskinliğiyle farklı görüngüler altında sürecek.

Dengeyi kıracak Türkiye işçi sınıfının eşitsiz gelişimi

PKK’nin neredeyse var olmasından bu yana en öneli müttefik olarak gördüğü Türkiye devrimci hareketi ve demokrasi güçleriyle ortak mücadele arayışı barışçıl-askeri, farklı araçlarla sürdü. Enternasyonalist devrimciler açısından ise bu yaklaşıma paralel tutumlar, devletin sosyalist hareketin enternasyonalist kesimlerini özel olarak hedef almasına rağmen sürdü/sürdürüldü. Ancak bu kararlılık, Batı’da iktidarın sömürü koşullarını ve sömürgeci niteliğini bozguna uğratacak, onu siyasal özgürlük ve demokrasi adımları atmaya zorlayacak bir sınıf kuvvetine dönüşemedi. Özellikle işçi sınıfının kendisi için bir sınıf olarak örgütlenmesi ve eylemiyle bir başka ulusu ezen “devletine” karşı caydırıcı bir niteliğe sıçratılamayışı, bu ‘yenişememe’ halini işçi sınıfı ve ezilen halk lehine kıracak bir duruma evriltemedi. Kürt cephesinden yapılan açıklamalardan da anlaşılacağı üzere; bu “ateşkes” durumunun yarattığı koşullarda, Kürt halkının kolektif hak kazanımları, halen ve haklı olarak Türkiye’nin demokratikleşmesine bağlı olarak ele alınmakta ve Türkiye’nin emek, demokrasi ve özgürlük güçleriyle politik mücadele birlikteliğine ilişkin ısrarı sürüyor.

Türkiyeli sosyalistler tarihsel olgulardan bağımsız düşünemez. En nihayetinde ulusal kurtuluş mücadelesi önderlikleri başka politik referansları kendilerine rehber edinerek mücadele edebilir. Nitekim Lübnan Hizbullahı politik referanslarını başka biçimlerde tarif etsede, sosyalistler açısından meşruluğunu ve haklılığını yitirmez. PKK ise doğrudan sosyalizmin politik hegomanyasında doğmuş ve onu ulusal mücadele karakterine uyarlamış, Marsksizmi aştığını iddia etse de, kendisini sosyalist hareketin bir parçası saymış ve ittifaklarını sosyalistlerle kurmada ısrarcı olmuştur. Politik eğitimlerinde ve milyonları bulan halk gerçekliğinde “demokratik sosyalizmi”ivyaygınlaştıran bir harekete, savaşırken de barışırken de gerekçeler üreterek sırt çevirmeye çabalamak ancak ezen ulus kibrinin ve oportünizmin tesiri olabilir.

Türkiyeli güçlerin, Kürt hareketinin girdiği bu yeni süreçte görevi sadece “iktidar kandırabilir” uyarısıyla sınırlı olamaz ki Kürt hareketinin mücadele deneyimi bunları çok yönlü değerlendirecek nitelikte. Devrimci hareketin bu yeni durumun sınıf mücadelesinde yaratacağı imkânları ve riskleri karşılayacak bir donanımla, zincirin bir sonraki halkasına hazırlık yapması kaçınılmaz. Çünkü dünyanın, bölgenin ve ülkenin siyasal çelişkileri ve emperyalist kapitalizmin krizi gelecek aşısından stabil olmaktan çok uzak bir yönelim içinde. Ve tüm güçler açısından sık sık kırılmaları tetikleyecek bir dinamik taşıyor. Yani bugün öngördüğünüzü, yarın yeni pozisyon alışlarla güncellemek zorunda kalacağınız bir siyasal gelecek tüm belirsizliği ile önümüzde uzanıyor.

Demokratikleşme bunun neresinde…?

Esasla bağı koparılmış ezber bir cümlenin şaşkınlığı yaşanıyor. “Türkiye demokratikleşmeden Kürt sorunu çözülemez” deniyor ama ortada “demokratikleşme” belirtisi de olmadığına göre “yaman bir çelişkiyi” anlamlandırama-ma kargaşası sürüyor. Buna bir toplumsal mücadele yasası daha eklersek; alttan yükselen kitlesel bir mücadele olmadan, iktidar zorlanmadan, neden demokratik adımlar atsın? Üstelik Türkiye’de küçük küçük direnişler boy verse de iktidarın hamle üstünlüğünü kıracak bir nicelik ve niteliksel dönüşüm söz konusu değilken.

İşte tam burada yaşanan gelişmeleri anlamlandırmak için devrimci siyasetin programatik hattı önemli bir yaklaşım ortaya koyuyor. “İki ülke, iki devrim” gerçekliği…

Bu politik yaklaşım sadece Türkiye ve Kürdistan devrimlerinin farklı taktik ihtiyaçlarının, öncü örgütlerinin farklı yaklaşımlarının nasıl bir mücadele kurmaylığıyla buluşturulacağını anlamlandırmakla kalmıyor, aynı zamanda devletin iki ülke gerçekliğine göre nasıl yapılandığını ve yöntemler geliştirdiğini de açığa çıkarıyor.

O halde meseleye bu gerçekle yaklaştığımızda; Türkiye burjuva diktatörlüğünün faşizan yönelimlerinde bir çözülme yok, diyebiliriz. Satır aralarına gizlenen, iktidar güçlerinin “demokratikleşeceğiz” beyanlarına, “Hangi sınıf için?” sorusunu yönelttiğimizde, emekçi sınıflar açısından bir demokratikleştirmenin olmadığı herkesin malumu. Ki dünyanın içerisinde bulunduğu kriz, kapitalist sömürünün en vahşi biçimiyle sürdürülebilmesini, yoksulluk ve açlık sınırının altında yaşamak zorunda bırakılan milyonların isyan hareketine yöneliminin bastırılmasını ve iktidarın zora dayalı araçları var gücüyle konsolide etmesini gerekli kılıyor. Grev yasaklamaları, ifade ve gösteri özgürlüğüne saldırılar, siyasal çalışmanın tecridine devam ederek var olacak bir iktidar, devrimci güçlerin taşıdığı öncü potansiyel nedeniyle tasfiye saldırılarına hız kesmeden devam edecek. O halde bugün devletin Kürt başlığında söylediklerini nereye oturtacağız? İşte onu tam da ait olduğu yerde, sömürgeci niteliğini dönüştürme zorunluluğunda bulacağız. Devletin niteliğinde değişim yapmak zorunda kendini gördüğü yer sömürge hukuku, yani ikinci ülkenin Türk burjuva diktatörlüğü ile bağlandığı hukukun güncellenmesidir. Bu hukukun niteliği yeniden uyarlanmak isteniyor. Kuşkusuz bu uyarlama şekli sömürgecilikten arınmış bir devlet biçimi değil, aksine uyarlanma boyunca her türlü savaş hilelerinin devrede olacağı “kontrol” dışında bir gelişime engel olunacağı, nasıl propaganda edileceği ve genel sınırları 2025 Ocak ayında Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nde kayıt altına alındı. Devletin her aparatı ve ideolojik aygıtları buna uygun şekilleniyor. Zinde güçlerin imhasından, psikolojik harp tekniklerine uzanan, tepkilere göre “yol kazalarının” kliklere fatura edileceği türlü denemeler yaşanacak. En nihayetinde Kürt özgürlük cephesinin uzun vadede bütünlüğünü atomize etmek için, içerden ve dışardan girişimler başlatılacaktır.

İktidar gücü tecrübeleriyle sürece yaklaşıyor. 2013-2015 arası gelişmeler karşı-devrimci sınıflar için yeni bir yöntem geliştirmeyi zorunlu kıldı. Ortaya çıkan “siyasal boşluklar ve politikanın kitlelerce algılanmasındaki kırılmalar” Gezi Ayaklanmasına ve ardından 7 Haziran -1 Kasım arası Türkiye’yi hükümetsiz bırakma gerçekliğine sahne olmuştu. Bu açıdan “Yeni oligarşik denge”v Batı’daki siyasal kompozisyonun kırılma riskini en üst seviyede ele alıyor. Üstelik bugünkü durum 2015’e göre daha sert ve o ölçüde daha kırılgan. O nedenle iktidar kapı ardında başka, kamuoyunda başka konuşuyor.

Özcesi; Türkiye’de, Kürt halkının kendi kaderine -ayrılma hakkı da dâhil- özgürce karar verebileceği bir demokratik iktidar henüz söz konusu olmasa da, 50 yıllık silahlı gerilla mücadelesi, Kürt adını dahi reddeden koyu asimilasyoncu, 100 yıllık sömürgeci devlete kaybettirdi. En genel tanımıyla küçük güçlerle büyük güçlere karşı yıpratma savaşı olarak tarif edilen gerilla mücadelesi, savaşı sömürgeci devletle denge aşamasına getirerek başarı elde etti. Bir kez daha gördük ki; silahla, gerilla mücadelesiyle kazanılamaz diyenler, kaybedildiğini de söyleyemezler. Demek ki; doğru zamanlama, koşulların doğru analizi ve doğru devrimci yöntemlerle girilen gerilla savaşının ister şehirde, ister dağda yürütülsün, halk desteğine eriştiği anda kaybetmesi imkânsız.

PKK silah bırakınca birleşik devrim bileşenleri de mi silah bırakacak?

Kuşkusuz birleşik devrimin en önemli bölgesel gücünün, mücadelesini başka bir düzlemde yürütme hazırlığı, birleşik devrimin tüm kesimlerine de değişik biçim ve boyutlarda etki edecek. Ancak bu stratejik ittifak ve birleşik mücadele açısından bir mesafelenmeyi, ayrışmayı gerekli kılmıyor. Çünkü birleşik devrim fikri, salt zora dayalı araçların kullanımında bir işbirliği değil, onu aşan bir siyasal politik devrim fikri. PKK ve Türkiye devrimci güçlerinin sonal amaçları aynı stratejik biçime dayanmasa da bu yeni durumda da KÖH, Türkiye işçi sınıfının devrimci demokratik mücadelede en önemli müttefikidir. Türkiye ve Kürdistan’ın özgürleşmesi; birleşik mücadelenin gelecekteki yönelimine; ayaklanmaların ve serhIldanların birleşikliğine doğru evrilecek bir politik yan yana gelişe ihtiyaç duyuyor.

Devrimci siyaset açısından, ortaya konulan devlet analizi, proletarya önderliğinde silahlı ayaklanmaya dayalı devrim stratejisi tüm gerekçeleri ile ortada duruyor. Silah, komünistler için bir fetiş değil, sınıf savaşımında iktidarın burjuvaziden ele geçirilmesinde kaçınılmaz bir araçtır. Çünkü üretim araçlarının üzerindeki özel mülkiyetin el değiştirmesi ve insanın özgürleşmesi ancak burjuvaziden zorla alınacaktır. Burjuvazinin zorbalığı yine ancak zorla yıkılacak bir iktidar biçimine dayalıdır. O açıdan özgürlük güçleri, askerlerden değil silahlanmış özgür insanlardan oluşur ve onlar kendi bağımsız politik hattını kendi iradeleriyle belirler. Dünyanın üçüncü paylaşım savaşına doğru yaklaştığı, devletlerin ve devlet dışı politik kuvvetlerin her düzeyde silahlanma yarışına girdiği, emperyalist gericiliğin barbarlık haline evrildiği ve ülkede faşizmin hüküm sürdüğü bir kesitte, kuşkusuz ezilenlerin politik güçlerinin silahsızlandırılması, objektif olarak devrim fikrinden uzaklaşmayı gerektirir. Devrimciler silahlı mücadeleye bu ihtiyaçtan ve stratejiden bakarlar. Kitleleri silahlandırma yönünde çalışırlar. Ancak devrimciler, sonal olarak farklı siyasal sonuçlar için silaha başvuran özgürlük hareketinin, silahlı mücadele yerine başka mücadele yöntemine geçme iradesine gölge düşürmeden siyasal analiz yaparlar. En nihayetinde 84 Atılımı da, 1 Haziran kararları da, 1 Mart kararı da aynı iradenin mücadeleyi çeşitli araçları deneyerek sürdürme iradesi. Bu hak yarın yine biçim değiştirerek silaha sarılma hakkını kullandığında tüm tarihsel haklılığını ve meşruluğunu koruyacak.

Devlet, Türkiye sosyalistleri ile Kürt Özgürlük Hareketi’nin ortak cephe ve partilerde birleşik mücadelesine ilk günden bu yana saldırgan tutum aldı. Devlet özellikle Kürt hareketi ile yan yana durma iradesi gösteren enternasyonalist devrimci güçleri “marjinalize” etme ve savunmaya hapsetme üzerine kurduğu tasfiye saldırılarıyla, sosyalist hareketin bu bölümüne daha fazla yöneldi. Bu gerçeklik “yeni” süreç akamete uğramasa da uğrasa da iki yönlü işlemeye devam edecek. HDK listeleri, birleşik mücadele güçlerinin Türkiyeli güçleri bu saldırılar altında yürümeye devam ederken, Kürt cephesine “marjinal Marksistler, sürece zarar veriyor”vibeyanlarıyla ayrıştırmanın psikolojik harp taktikleri devreye sokulacak. Marksizm, burjuva ideologlarının iddia ettiği üzere tarihe gömülmüş olsaydı, her dönemecinde burjuvazi anti-komünist propagandaya yönelir miydi?

Bu “yeni” durum öyle ya da böyle orta vadede şovenizmle bilinç çarpılmasına uğrayan emekçi sınıflar üzerinde başka bir politik etkinin açığa çıkmasında, Türk ve Kürt emekçi sınıflarının başka çelişkilerle yoğrulmasında tetikleyici bir rol oynayacak. Bugün halkayı kavramak ve bir sonrakine hazırlanmak bu açıdan önemli. Türkiye işçi sınıfı ve Kürt halkının birleşik mücadelesini ikircime düşmeden güçlendirmek sadece ilkesel bir tutum değil geleceği kazanmanın da stratejik yolu.

Bu arada liberal solun rüyalarında dahi yok saydığı ve neredeyse son beş yıldır, devrimci şiddet eylemlerini “terör” olarak tanımlayarak kınama yarışına girdiği politik etki alanında, “sivil siyaset” argümanının ne bugün ne gelecekte karşı-devrimin yönelimleri karşısında tek başına başarma şansı yok. Kısmi açılan alanlarda bir düzey nicel etkisi olsa da devlet açısından istenildiğinde dağıtılmaya açık savunmasız alanlar olarak kalacak. O halde devrimci siyaset, bir yandan kitle mücadelesinin önünün açılmasında, devrimci demokratik zeminlerde kurulan geniş birlikteliklerde, fiili-meşru kitle mücadelesine odaklanırken, diğer yandan Leninist parti modelinin gerektirdiği açık/kapalı her mücadele biçimini yürütme becerisini sürdürmeye odaklanmalıdır.

i Savaş üzerine – Clausewitz

ii Ekim devrimi dosyası – Lenin

iii Proleter devrimi ve dönek Kautsky – Lenin

iv Demokratik sosyalizm: Paradigma, proletarya sosyalizmiyle ayrışmaktadır, ancak bir halkın sosyalizm kavramıyla politikleştirilmiş bir ulus haline gelmesi ekstra değer biçilmesini gerektiriyor. İlgilenenler için: Demokratik Konfedarilzm: https://demokratikmodernite.org/bilimsel-reel-demokratik-sosyalizm-sinif-ideoloji-ve-hegemonya-iliskisi/

v İç cephe tahkimatı ve yeni oligarşik denge –https://umutgazetesi45.org/arsivler/123739

viBakınız Bahçeli’nin açıklamalarına ve Türkiye Gazetesi’nde yer alan analizlere: https://www.aa.com.tr/tr/gundem/mhp-genel-baskani-bahceli-nihayet-yeni-yuzyilda-terorsuz-turkiyenin-seher-vaktine-gelinmistir/3497309 https://www.turkiyegazetesi.com.tr/gundem/terorsuz-turkiye-istemiyorlar-imrali-surecinden-iran-rahatsiz-1098253

Paylaşın