2022’de başlayan ve küresel düzeni derinden etkileyen Ukrayna–Rusya Savaşı, askeri cephede olduğu kadar diplomatik arenada da önemli kırılma anları yarattı. Mart 2022’de İstanbul’da gerçekleşen ancak barışı değil savaşı kışkırtmak isteyen İngiliz başbakan Boris Johnson’un sabotajıyla kesintiye uğrayan müzakere süreci, 2025 itibarıyla yeniden İstanbul zeminine taşınmış durumda.
Şimdi, aynı masaya dönülüyor ama küresel atmosfer oldukça değişti: Sahada ilerleyen bir Rusya, yorgun ve yalnız bir Ukrayna, sesi düşmüş bir Avrupa ve kendi iç çelişkileriyle boğuşan bir Amerika.
Bu küresel resmin görüntüsünde Türkiye’nin yeniden arabulucu konumuna yükselmesi, sadece çatışmanın tarafları arasında değil, aynı zamanda Batı ve Avrasya güç blokları arasında da yeni bir diplomatik alan yaratma ve Karadeniz güvenliği bağlamındaki jeopolitik önemiyle ön plana çıkıyor.
Tarafların Pozisyonları: Eski Talepler, Yeni Gerçeklikler
Ukrayna, 2022’deki müzakerelerde olduğu gibi toprak bütünlüğü ve güvenlik garantileri taleplerini yeniden öne sürüyor. Ancak yeni süreçte, Kırım, Donetsk, Lugansk ve Zaporijya eyaletlerinin yaptıkları referandumlarla Rusya’ya katılmaları ve bugün itibariyle savaşta Rusya’nın ağır hakimiyet koşulları, müzakerelerin daha ötede sonuçlar vermesini koşulluyor.
Peki, bu görüşmeler bir barış umudu mu, yoksa büyük bir teslimiyetin eşiği mi?
Batı basınında şimdiden “teslimiyet senaryosu” konuşuluyor. Rusya’nın talepleri sadece askeri kazanımların tanınmasıyla sınırlı değil; Ukrayna’nın NATO üyeliğinden vazgeçmesi ve tarafsızlık statüsünü benimsemesi de masada. Ukrayna henüz savaşın kaybedildiğini kabul etmiş değilse de sahadaki gerçeklik, diplomatik dilden daha yüksek sesle konuşuyor.
Rusya, müzakere masasına askeri üstünlüğüyle geldi. An itibariyle Zaporijya’dan Harkov’a kadar ilerleyen birlikler, Rus heyetinin sözcüsü Medinsky’nin masadaki sesini yükseltiyor. Ukrayna ise artık sadece askeri değil, siyasi olarak da savunmada. Zelenski’nin diplomatik manevra alanı daralmış durumda. “Koşulsuz ateşkes” vurgusu, Batı’nın desteğiyle değil; tükenen tahammülle şekilleniyor.
Rusya açısından ise başlıca hedef, NATO’nun doğuya genişlemesinin durdurulması ve nazisizleştirilmiş bir “tarafsız” Ukrayna’nın kabulüdür. 2025 müzakerelerinde Moskova’nın önceliği, sahadaki kazanımlarının diplomatik teminat altına alınmasıdır. Bununla birlikte, Çin ve Hindistan’la geliştirdiği ekonomik işbirlikleri,BRICS ve Avrasya ilişkileri üzerinden “Kolektif Batı” olarak adlandırdığı emperyal pazarda yol açtığı gedikler açısından savaşın zamana yayılmasında da dikkatle yönetilen bir tutum halindedir.
Küresel Aktörlerin Tutumu
ABD, müzakerelere doğrudan katılmamakla birlikte süreci desteklediğini beyan etmiş, ancak Ukrayna’ya yapılacak askeri yardımları “müzakerelerde ilerleme şartına” bağlamak gibi Rusya’yı tehdit eden bir kapıyı açık bırakmış durumdadır.
Avrupa Birliği, özellikle İngiltere, Almanya ve Fransa üçlüsü sürece daha aktif dahil olma çabası içinde olsalar dahi bu çabayı tren partilerinden daha ötede pratik bir çerçeveye kavuşturma gücünde ve çapında değildirler. Putin’in müzakere çağrısına karşı ilk elden Zelensky ile birlikte karşı çıktıktan sonra Macron savaşı zorlayacak “bir ekonomik ve askeri güçte olmadıklarını” katıldığı bir televizyon programında itiraf ederken yeni kayzer Merz de, İstanbul müzakerelerinden alınacak “sonucu görene kadar beklemeyi” esas aldığını ifade etti. Almanya ve Fransa’nın bu geri çekilmeyi, Trump’ın görüşmelerin her durumda başlaması için Zelensky’i zorlayan tavrından sonra yaptıklarını hatırlatmaya pek gerek yok. Emperyalist savaş konjonktürünün içinde bulunduğumuz bugünkü evresinde, Avrupa emperyalizmi, Putin’in söylediği gibi “sahibinin önünde kuyruk sallayan fino”dan daha ileri bir siyasal ağırlık taşımıyor,
Çin’in ise, her ne kadar doğrudan katılmasa da, Rusya’nın bu hamlesinin organizasyonuna olumlu bir onay verdiği hem Putin’in İstanbul Müzakereleri’ni yenileme önerisini, 9 Mayıs Zafer bayramı kutlamalarına katılan Şi Ximping’i uğurladığı gece yarısında düzenlediği basın toplantısında yapmasından hem de o gecenin sabahında Çin ve ABD’nin gümrük tarifelerine ilişkin normalleştirici bir anlaşmayı karşılıklı imzalamalarından anlaşılmalıdır.
Sonuç: İstanbul Süreci, Yalta Gölgesi
Bu haliyle İstanbul’da yeniden başlayan müzakereler, klasik anlamda bir barış konferansı olmaktan ziyade, çok katmanlı bir “jeopolitik müzakere platformu” görünümü de taşımaktadır.
Rusya’nın müzekere önerisinden hemen önce Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı görevini üstlenen Steve Witkoff’la, Amerikalı tercümanların dahi katılamadığı uzun bir toplantı yapmış olması ve Trump’ın hem Zelensky’i katılmaya zorlayan hem de görüşmeleri kendi katılımını dahi önerdiği bir düzeye itekleyen bir tavır göstermesi bu görüşmelerin, tıpkı savaşın ortaya çıktığı gibi barışa yönlendirilmesinin de salt mevzi bir konu olmaktan öte olduğunu; içinde bulunduğumuz III. savaş konjonktürünün bütününü kapsayan bir bağlama ait olduğu görülmelidir.
Bu süreç, sadece Ukrayna ve Rusya arasında değil; Emperyalist sistem ve emperyalizmin Doğu’ya genişlemesine karşı direnen Rusya, Çin, İran, Demokratik Kore ve bir bütün olarak küresel Güney blokları arasında yeni bir güç dengesinin kurulup kurulamayacağına dair ipuçlarını da bize verecektir.
Sonuç olarak İstanbul’da olanın, klasik anlamda bir barış arayışından çok daha fazla olma ihtimali vardır. Bu, belki de geçtiğimiz Şubat ayında Münih Güvenlik Konferansı’nda Trump’ın yardımcısı J.D. Vance’ın bütün emperyalist dünya liderlerinin yüzlerine okuduğu çok kutuplu dünya hükmünün bir ilk diplomatik provası olabilir.
Eğer böyleyse, Türkiye’nin ev sahipliği, ülkenin geleceğinin bu yeni süreçle birlikte bir yandan bölgesel istikrarın, öte yandan yeni küresel dengenin inşasında stratejik bir model role doğru ilerleme ihtimalini de önümüze koymaktadır.
Ülke gündemindeki barış açılımının da bu çerçevede ele alınması yararlı olacaktır. Bu düzlem tasarımında Türkiye’de sınıf mücadelesinin bütün dinamiklerinin çok güçlü devineceği öngörülmelidir.