“Zamanın sürekli geleceğe doğru aktığı düşüncesinden köklenen bir tarih kavrayışı, yenilgileri mutlak ve yengileri de daimi olarak muzaffer addeder. Oysa şimdi ve buraya yapılan her müdahale, geçmişi gelecekten daha fazla devindirir.”
Böyle bir yazı yazarken söze nereden başlamalı sorununa verebilecek bir yanıtım olmayışından hiç bir anlam, kavram, söylem kaygısı çekmeden ne geliyorsa onu yazacağım en sade ama en duygulu biçimde. Hem içinde biraz da o olsun diye. Tanıdığım kadarıyla derdim onu tanımadan insanın kendini tanımasının imkânsızlığından doğan imkânsızlığı bir an olsun unutarak, o tam da öyle bir insandı. Bir insanın olabileceği en sade hali; sıvı halinden akışkan, katı halinden daha sıkı ve gaz halinden daha tinsel. Ve dolabildiğince dünyanın, yani insanın olabildiğince duygulu. Mekanikleşmiş her türlü ilişkiden uzak, karnından konuşmalara yabancı. Ciğerinden konuşanlardandı belki de bu yüzden söyledikleri bana hep biraz yanık gelmişti. Samimiyeti her birimizin içine işleri. Yoldaşlık kavramını bütünlüklü maneviyatla doldurur güzelleştirirdi. Onda o kadar fazla olurdu ki ondan beslenir onunla tamamlardık kendimizi. Bir sürü maneviyat bıraktı: Emanetidir.
Yazarken aklıma geldi. Kadıköy’de karşılaşmıştık bir gün beni sardığında kürek kemiklerimden gelen çatırtı kulağımda hala. Bana “Seni bir yere götüreceğim çok güzel dürüm yapıyorlar” dedi. Gittik. Ara sokakta küçük bir dükkân. Ekmeğin üzerine vitrinde duran mezelerden seçiyorsun, dürüm oluyor. Neyse söyledik 2 tane. Tezgâhta duran ablayı hiç düşündürmeden basit bir sipariş verdik: “Hepsinden”. Kapının önünde duran vücut ölçülerimize göre çok küçük taburelere oturduk. Durup gülümsedi. “Şu halimize bak” dedi. Anlamadım. Bence halimizde pekte gülünecek bir şey yoktu. Şimdi anladım.
”Zamanın tozlu haritasında baskılanmış anlamlar eski rafların büyük bir özenle karıştırıldığı tarihçinin rutin faaliyetinde değil, gerçek öznelerin devrimci eyleminde görünür kılınırlar”
”Hayalleri büyük olanların acıları da büyük olur” derdi hep. Derken öylesine gülümserdi ki alay ediyor sanırdık. Hâlbuki acıya gülmeyi iyi bilenlerdendi. Meşale dergisinde okumuştum. Bir gözaltı aracında arkadaşlarının sorusuna verdiği ”göremiyorum ama iyiyim” yanıtındaki moral duygusu ilham pınarıdır. Bu pınardan su içeriz.
Kavgayı da çok severdi. Statikleşen her şeye bir itiraz notasıydı. Tartışma ortamında sesini değiştirir, kelimelerini özenle seçer ve cümledeki duygusunu mutlaka sana geçirirdi. Yetinmezdi hiç. Söylediği her şeyi pratikleştirmekte mahirdi. Hem de sessiz sedasız.
Yine aklıma geldi. Bir akşamüzeri karşılaştık denize nazır bir parkta. Biraz moralsiz görüyordum ne zamandır. Konuşmak istedim. Oturduk. Bir dizi gündelik olaydan bahsettikten sonra durdu. Arkadaşlık dedi arkadaşlık. “Mesela ben senin bu gece uyuyamadığını biliyorsam uyuyamam” diye de kuvvetlendirdi harflerini. Güldüm. “Olur mu?” dedim “sen daha güzel uyumalısın ki yarın ben dinlenirsem sen dinç ol diye”. Kızdı. “İşte ben onu yapamam” dedi. Ciddiydi. Anlamadım. Bence ortada yapılamayacak bir şey yoktu. Şimdi anladım.
Kuvvetli kolları dünyaları saracak kadar büyüktü. Sardı da. Zekâsı düşmanı esir alacak kadar keskindi. Kestide. Gülen yüzü ve çalışkanlığı dosta umut olacak kadardı. Oluyorda. Kavgası kavgamızdır. Adı Onurumuzdur.
”Bir hayalet çağırma ritüeli değildir bu; tam tersine, et, kan ve kemikle vücut verdiğimizi, geçmişteki bir hayalet(miş) gibi göstermektir. Eğer unutulursa ölecektir. Ve mücadele, işte bu yüzden, ölüm riskine karşı yaşama döndürmek içinde yapılır. Arzu edilene ulaşmaya beş kala, düşenlerin damarlarına kan yürüsün, kasları sertleşsin ve gözleri son bir kez daha açılsın diye…”
Hüseyin Cem Özdemir Yaşıyor ve Yaşayacak.